Geçenlerde, entelektüel hayatımızın, bilhassa da gazeteciliğimizin kötü bir alışkanlığından söz etmiştim: Süreçleri izlememek, buna karşılık (ve bundan dolayı) kalıplarla ve ezberlerle konuşmak... “Mesela” kabilinden de şu örneği vermiştim:
“Mesela bizim meslektaşlar, dünya görüşleri ne olursa olsun, ‘Kürt sorununun çözümünün önündeki sert milliyetçi direnç’ten söz etmeye bayılırlar. Bu bir kalıptır ve ezberdir. İşte bu düşünce tembelliği yüzünden, sözü edilen direncin hiç de güçlü olmadığını açık bir biçimde ortaya koyan referandum sonuçları gazeteciliğimizin hiçbir kanadında hak ettiği ölçüde değerlendirilemedi.”
Bugün, başta “liberal” ve “özgürlükçü sosyalist sol” çevreler olmak üzere çeşitli kesimlerce sık sık öne sürülen bir başka ezberden, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) seçim kazanması için özgürlükçü bir çizgiye yönelmesi gerektiği” ezberinden söz edeceğim.
Ben, Baykal’ın “çarşaf açılımı”ndan itibaren CHP üzerine yazdığım bütün yazılarda, bu partinin tabanını oluşturan ve kendileri için “laik”, “çağdaş” gibi sıfatları uygun gören kesimlerin ruh haline işaret ederek, başkanlar ve yönetimler istese de CHP’nin değişemeyeceğini anlatmaya çalışıyorum.
Keza yukarıda tanımlamaya çalıştığım ezberin altında da, “laik-çağdaş-kentli” kalabalıkların son 25 yılda geçirdiği ideolojik dönüşümü ve bu dönüşüme eşlik eden ruh halini hesaba katmamanın yattığı kanaatindeyim.
“Çağdaş-laik-kentli” bir duvar
Şurası çok açık: Baykal’a komplo kasetiyle birlikte, artik kimse o, bir “akıl” devreye girdi. Bu “akıl” bu işin böyle gitmeyeceğini, mevcut politikalarla CHP’nin Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) karşısında hiçbir zaman şansının olmayacağını söyledi ve bir sürü itiş kakışın sonunda, bu “akıl” doğrultusunda hareket etmeye çalışan birileri CHP’nin yönetimine geldi.
Fakat bana öyle geliyor ki, bu “akıl” da tıpkı “liberal” ve “özgürlükçü sosyalist sol” çevreler gibi “taban”ın gücünü ve etkisini doğru hesap edemiyor. Görüyoruz, CHP’den gelen her “özgürlükçü” adım görünmez bir duvara çarpıyor. Aslında görünmez değil o duvar, sadece görülmek istenmiyor. O duvar, CHP tabanının çelik çekirdeğini oluşturan etkili “çağdaş-laik-kentli” kesimlerden başkası değil.
CHP yönetiminin geçtiğimiz ay akademisyenler, gazeteciler ve başka “âkil” insanlardan oluşan bir grubu davet edip onların eleştirilerini dinlediği toplantı, sözde de olsa değişmek isteyen “yeni” CHP yöneticilerinin nasıl bir çaresizlik içinde olduklarını açık bir şekilde gösterdi.
CHP’yi en yakından takip eden gazetecilerden Mahmut Övür, katılanların tamamının CHP’ye sert eleştiriler getirdiğini, CHP’lilerin de onları “ağzı açık”, hayranlıkla izlediklerini anlatıyordu. Zaten Gürsel Tekin de toplantıya katılanlardan “dayak yediklerini” anlatmıştı memnuniyetini gizlemeksizin...
Bu bize neyi gösteriyor? Siyasetleri ve uygulamaları sert bir biçimde eleştirilen bir heyet neden memnuniyet duyar, neden heyet üyelerinin “gözleri parlar?” Çünkü aslında onlar da öyle düşünmeye ve davranmaya meyillidirler, fakat bunu yapamamaktadırlar.
Neden yapamadıkları, toplantıya katılanlardan Nuray Mert’in, içerdeki havayı benzer cümlelerle anlattıktan sonraki cümlelerinde gizli. Mert, NTV’deki Basın Odası programında, toplantıdan sonra CHP’lilerle birlikte otelin dışına çıktıklarını; orada kendilerini halktan CHP’lilerin karşıladığını; onların CHP’li yöneticileri kendilerinin içerde yaptıkları tavsiyelerin tam tersi doğrultuda teşvik ettiklerini (Kılıçdaroğlu’nun Çankaya’daki resepsiyona katılmamasını, vb.) anlattıktan sonra, CHP yöneticilerinin işlerinin ne kadar zor olduğunu söyleyerek bitirdi konuşmasını.
Sorunlu CHP eleştirisi
Kendisini “sosyal demokrat” sıfatıyla anan CHP birçok bakımdan incelenmeye değer, fakat bu yanıyla, yani yöneticilerinin “özgürlükçü” bir doğrultuda değişme arzusunun granitten bir kaya sertliğindeki “taban”a çarpıp geri dönmesi bambaşka ve çok özgün bir durum olmalı: Normal olarak bir sosyal demokrat partide değişim talebi tabandan gelir fakat yöneticiler bu eğilime direnir.
CHP’nin tabanı böyleyken, ülkemizdeki “CHP eleştirisi”nin neredeyse tümüyle “genel başkan”a ve yöneticilere yöneltilmesini sorunlu buluyorum, bir tür popülizm ve “halkçılık” görüyorum bu tavırda.
Aslında sırf CHP eleştirisiyle sınırlı değil bu durum. Daha önce de yazdığım gibi, Türkiye’de siyasi liderleri ve siyasal partileri, temsil ettikleri ya da duyarlılığını yansıttıkları kalabalıkları “by-pass” ederek eleştirmek gibi bir gelenek var. “Kitleler”e ve onların fikirlerine hiç dokunmayıp, onların oy verdiği liderleri ve partileri kıyasıya eleştirmenin ahlaken problemli bir pozisyon olduğu, sanırım izahtan varestedir... Öte yandan böyle bir pozisyon –kitlelerin etkileme gücünü hesaba katmadığı için liderlerden ve partilerden olmayacak beklentiler içine girdiği ölçüde- siyaseten de problemlidir.
Ben, CHP’nin değişmesini samimi olarak isteyen herkesin, eleştirilerini öncelikle bu partinin tabanına yöneltmesi gerektiğini düşünüyorum. CHP’de mesele “tavan” değil, “taban...”
CHP’de “iç savaş”ın patlak verdiği gecenin ertesi günü Hürriyet gazetesinin internet sayfasında okurlara “siz ne diyorsunuz” diye soruldu. Okurlardan gelen cevaplar, bu partideki esas sorunun “tavan” değil “taban” olduğunu bir kez daha gösterdi.
Soruya cevap veren CHP’lilerin büyük bölümü Kılıçdaroğlu’yu destekliyordu. Fakat desteğinde gerekçe olarak Kılıçdaroğlu’nun kırık-dökük de olsa CHP’yi devletin bir organı gibi algılanmaktan kurtarmaya yönelik “yeni çizgi”sini gösteren CHP’li sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu. Onlara göre Önder Sav gitmeliydi, çünkü artık yaşlı ve enerjisizdi, ekibi de öyleydi. Parti, “genç, dinamik ve yıpranmamış” yeni bir ekibe emanet edilmeliydi; hepsi bu kadar.
O taban o talepleri ne yapar?
Gelelim şu, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) seçim kazanması için özgürlükçü bir çizgiye yönelmesi gerektiği” tezine...
Bu tez bu haliyle hayli afili ve ikna edici duruyor; özgürlükçülük iyi bir şey olduğuna ve tartıştığımız parti de “sosyal demokrat” olduğuna göre, partinin bu yönde değişmesi durumunda oylarının da doğal olarak artması gerekir.
Buraya kadar “ezber”de bir sorun yok. Fakat ne zaman ki “özgürlükçülük somut olarak ne demektir” bahsi açılır, ne zaman ki “CHP tabanının bu özgürlüklerle arası nasıldır” sorusu sorulur, işte o zaman ezber ânında bozulur.
Cumartesi günü Roni Marguiles CHP’nin değişme ihtimalini tartışırken “özgürlükçülük somut olarak ne demektir” bahsini açtı ve şöyle kapadı:
“Daha çok demokrasi talep etmek ne demektir? Kürt sorununda barış ve derhal demokratik bir çözüm istemek, yeni ve özgürlükçü bir anayasa istemek, askerî vesayetin geriletilmesinin devamını istemek, Ergenekon ve Hrant Dink davalarının üzerine gidilmesini istemek... Değil mi? Daha somut konuşmak gerekirse, anadilde eğitim ve yargılanma hakkını talep etmek, KCK davasının derhal sonlandırılmasını, başörtüsü meselesinin tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde çözülmesini istemek, seçim barajının kaldırılmasını istemek, askerin kışlaya çekilmesini, darbecilerin yargılanmasını ve jandarmanın lağvedilmesini istemek... Değil mi?”
Baykal’dan altın vuruş
CHP’nin tavanı bu taleplerle gitsin bakalım tabana, elinde talep falan kalıyor mu... Hiç kuşkunuz olmasın; CHP’liler o talepleri onların başına geçirirler, oylarını da gider MHP’ye atarlar.
Kimse kimseyi kandırmasın, “özgürlükçü CHP” şimdiki yüzde 20’yi bile göremez! Yirmi yıldır ekilen korku rüzgârları özgürlük düşmanı bir fırtınaya dönüştü çünkü; bu da onun hasadı.
Bitirirken, eski Genel Başkan Baykal’ın hafta sonu Karadeniz’den yaptığı uyarıların da bütünüyle bu tabana yönelik olduğunu belirtmek isterim. CHP’nin hızlı iktidar hedefinin muhalefet görevini savsaklamasına yol açabileceği yönündeki uyarı da, “CHP fikriyatı”ndan sapılmaması gerektiği yönündeki uyarı da Baykal açısından tam zamanında dile getirilmiş çok etkili çıkışlardı.
Bence Baykal, yeni yönetimin girmeye çalıştığı “özgürlükçü” çizginin tabandaki yansımasını tesbit etti ve altın vuruşunu yaptı.
Cuma günü, CHP tabanının buralara nasıl geldiği ve bu süreçte medyanın oynadığı başat rol üzerine yazacağım.
TARAF