Özgürlük Yürüyüşümüz Sürüyor!

HAMZA TÜRKMEN

Özgürlük yürüyüşümüz sürüyor, sürmeli ve inşallah da sürecektir.

Müslümanlar bilinçte ve eylemde yeniden Kur’an ümmeti oluncaya kadar; tevhid ve adaleti yeryüzünde hakim kılıncaya kadar, tüm engellere, tüm aldatma ve aldanışlara karşı yürüyüşlerini devam ettireceklerdir.

Bizler özgürlüğe, ancak elbisemizi ya da kimliğimizi her türlü itikadi, siyasi, kültürel veya nefsani kirden, yozlaşmadan, şirkten, cahili kalıntılardan arındırdığımız oranda ulaşacağımıza inanan Müslümanlarız.

Yüce Rabbimizin biz ölümlülere ilettiği hidayet ve hayat kitabı Kur’an-ı Kerim’dir. Yine o Kitap’dan öğreniyoruz ki Allah insan doğasını/fıtratını kendisini Bir’lemek potansiyeli ile yaratmıştır. Dolayısıyla Vahyin ve Fıtratın üzerinin örtülmesi veya vahiy ve fıtrattan uzaklaşılması asıldan yabancılaşmadır.

Bizler dünkü batini, saltanatçı, mezhepçi yabancılaşmayı da: bugünkü kapitalist hayat tarzı ve ulusçuluk putu ile oluşan yapancılaşmayı da aşmalıyız.

Biz Müslümanlar yeniden vahiyle ve fıtratla buluşmak, vahyin ve fıtratın üzerindeki baskıları, yasakları yani her türlü kiri ve örtüyü söküp atmak, veya yırtmak ve özgürleşmek zorundayız. Bunun içinde hem insanlara ve insani sistemlere, hem de nefsimize kul olmaktan kurtulmalıyız. Kulların diğer kullara kulluğunu, köleliğini yıkmak için mücadele etmeliyiz.

İçinde yaşadığımız Türk ulus toplumu ve sistemi, Batıcı değerlerle, İsviçre Medeni Kanunu ile, Faşist İtalya’nın Ceza Kanunu ile şekillenmiş cahili bir toplum ve sistemdir. Tevhidi kimliğimiz açısından yasaklarla örülü bu sistemi aşmalıyız. Bu nedenle de özgürlük yürüyüşümüz sürmelidir. Türkiye’de de dünya da -adı küresel kapitalizm olur, pozitivizm olur, Kemalizm olur- her türlü çağdaş Firavunların, Nemrutların, Hamanların, Karunların ve Samirilerin düzenlerini tasfiye etmeyi temel ve tevhidi bir ibadi görev olarak üstlenmeliyiz.

Müslümanlar I. Dünya Savaşı sonucunda akaid ve siyasette Kur’ani ölçülerden uzaklaşmanın akibetini gördüler. Çünkü tüm İslam coğrafyası Batıcı kapitalist güçler tarafından işgal edildi. Geri çekilirken de başımıza işbirlikçi ve batıcı ulus devletleri musallat ettiler. Diğerleri gibi Küçük Asya’da da, yani Türkiye diye kurulan ulus devlette de itiraz edenler oldu.

Batıcılaşmayı esas alan Türkiye Cumhuriyet yöneticileri, “10 yılda 15 milyon genç yaratma”yı, İslam’ı da tasfiye veya asimile etmeyi, yapamıyorsa alt kimliğe indirgemeyi planladılar. Bu hedef için bir halkın asırlarca kullandığı yazı dili değiştirildi. Kur’an eğitimi yasaklandı. Hac engellendi. Bazı merkez camiler ahır haline getirildi. Tevhidi öğrenim tüm ülkede yasaklandı. İslam’ın muhkem değerleri tahrif edilmeye, ezanın ve namazın içeriği ve formu değiştirilmeye çalışıldı. İnanç, eğitim ve düşünce yasakları, en temel insan hakları ihlalleri ve İslam karşıtlığı bu Kemalist Diktatöryal ve Darbeci Cumhuriyet düzeni kurulduğundan beri hep var oldu. 1923 Mart’ında gerçekleştirilen I. Meclis Darbesi’nde de; 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 Askeri Darbelerinde de rejim kendini yeni yasaklar, sürgünler, işkenceler ve katliamlarla yeniden ikmal etmeye çalıştı.

Ama daha Mart 1923 Darbesi ile açığa çıkan İslam karşıtı tutuma karşı, fıtrata ve Kur’an’a hürmet ettiği için yaşanan dayatmalara ve yabancılaşmaya itiraz eden dedelerimizin ve ninelerimizin direnişi de hep var oldu. Buna bağlı olarak da bildiğimiz katliamlar, sürgünler, infazlar hep yüreğimizi yakan acılarımız ve imtihanlarımız oldu.

Ve aradan 75 yıl geçtikten sonra Müslümanların kazanımlarını kırmak-geri almak için Kemalist sistem kendini 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ile 3. kez yeniden tahkim etmeye kalkıştı. 28 Şubat darbesinde tanklara, coplara, köpeklere, zehirli gazlara ve apoletli beylere karşı bilinçli Müslümanlar mücadele ettiler. Dünkü İslami direniş geleneğini yeniden canlandırdılar. İnşallah bugünün Müslüman gençleri de duruşları, inançları, birikimleri, dirayetleri ve direnişleriyle bugünün ve yarının özgürlük yolunu döşeyeceklerdir.

28 Şubat’ta başörtüsü direnişi için İ.Ü. Edebiyat Fakültesi önünde ilk basın açıklaması, mücadeleye öncülük eden, vesile olan Av. Macide Göç ve Av. Fikret Özdemir tarafından yapıldı. Bu her iki kardeşimiz ve dostumuz da şu anda aramızda değil. Ahirete göç ettiler. Ama Onların ve arkadaşlarının yaktığı kıvılcım sonra alevlendi ve kitleleşti. Onlar direnişin, vahye tanıklık yapmanın ateşini yaktılar. İnşallah bizlerde o vahyin aydınlık meşalesini söndürmeyecek ve daha da güçlendireceğiz.

Sonra erkek ve bayan adanmış bir avuç Müslüman, 28 Şubat Darbecilerine ve Kemalist sisteme karşı İstanbul’da sonra da Anadolu’da gittikçe kitleleşen direnişi başlattılar.

Ve bu süreçte şöyle demiştik: “Tüm gücümüzü ortaya koyarak dirensek de belki kısa vadede başörtüsü yasağını kıramayacağız; çünkü asker ve sivil Kemalist bürokrasi köşe başlarını tutmuş ve anayasal rejimleriyle çok zalimler ve şimdilik güçlü görünüyorlar. Ama biz Hz. Sümeyye’yi, Bilal-i Habeş’i, Ammar’ı örnek almalıyız. Ve zülme karşı direnmeliyiz. Başörtüsü ile birlikte diğer zulümlere karşı direnirsek karşıtına sığınarak değil, direnerek var kalacağız; kimliğimizi, şahsiyetimizi kazanacağız ve onurlu bir mücadele modelinin örnekliğini sergileyeceğiz.”

Sonra gözaltılar, dayaklar, tutuklamalar ve her türlü karalama… Ama mücadeleyi devam ettirilmeliydi… Mücadele için yapılan dualar, ancak mücadele var olursa anlamlı olurdu… İşte Özgür-Der o mücadelenin ünüdür. Korkuyu aşmak tabii ki bilinçle ve İslami dayanışmayla alakalıydı. Mücadeleye devam edilmeliydi, devam edilirse kitlenin korkularla, yasaklarla örtülen duyarlılığı yeniden canlanabilir, canlandırılabilir ve mücadelemiz kitleleşebilirdi. Kısmen öyle de oldu. O dönemde fıkhımızı mücadelenin içinde öğreniyordu. Direnen arkadaşlarla, kardeşlerimizle sık sık Rasululah (a)’ın Mekke Dönemi’ndeki mücadele fıkhını etüd ettik ve bu konuda dersler yaptık. Sonra Araf Süresi’ni…

Araf Süresi’ndeki balık avı ile ilgili imtihanda sahil halkını, sahil kasaba halkını düşünelim demiştik. O sahil halkından hududullahı çiğneyenler vardı. Onlara karşı ilgisizliği seçen çoğunluk vardı. Bir de, uyarı görevini yapan bir avuç direnişçi, ıslah edici mümin vardı. İşte bizler o ıslah edici inkılâpçıların tavrını kuşanmalı, en neticede takvayı ve ahireti seçmeliydik.

Ve öbürleri… Öbürleri ise, darbeciler, Jitemciler, Ergenekoncular ve tüm yasakçı Kemalistler dediler ki: “1000 yıl da sürse bu yasaklar devam edecek.” Ama Allah günleri insanlar arasında döndürüyor. Onların dediği gibi olmadı. Bir avuç inançlı ve tavır sahibi insanın yaktığı ateş açık ya da gizli bir muhalefet potansiyeli olarak büyüdü ve şimdi sistemin ayaklarını birbirine dolandırmaya başladı.

28 Şubat’da coplarıyla, köpekleriyle, biber gazlarıyla göğüs göğüse geldiğimiz paşaların emrindeki kolluk güçlerine karşı “MGK Tehdidi Yıldıramaz Bizleri” diye haykırmıştık. Nehri geçerken ölçüyü kaçıranların tüm çözülüşlerine rağmen, Allah’ımıza hamd olsun ki istikametten sapmayan ve hattımızı devam ettiren kardeşlerimizle kulluk onurunu yaşadık. Kimliğimizin bayrağı dalgalanmaya devam ederken, MGK’nın fonksiyonu çökmeye ve her kesim tarafından tartışılmaya başlandı. Yine “Hukuk Anayasa Palavra” diye haykırmış ve pankartlar taşımıştık. YAŞ, AYM, HSYK, Danıştay ve Yargıtay’ın ikiyüzlü, keyfi ve Müslüman halkın değerlerine karşı düşmanca verilen kararları, son senelerde dünyada da Türkiye’de de fahş oldu ve ayan beyan zulümler ve yolsuzluklarla örülü iğrençlikleri ortaya çıktı. Kemalist vesayet sistemi tabii ki gücünü devam ettiriyor. Referandumda alınan %42’lık oy, %58’e karşı oldukça örgütlü, arkasında da devletin resmi tarihi ve silahlı güçleri var. Ama şu da bir gerçek. Bizler onları bir sansak da “Onların kalbi paramparça.”

Ve Diyarbekir’deki Hz. Ömer Camisi’ne, Tokad’daki Danişmedlilerin medreselerine, Edirne’de göğe yükselen Selimiye’nin minarelerine, Konstantinopolis surları içinde mescitler oluşturan sahabe tüccarların İstanbul’daki mezarlarına, Türkçü Batılılaşmaya karşı tavır aldığı için katledilen Rize, Elazığ, Çorum, Konya, Antalya, Düzce gibi beldelerimizde toprağa düşen şehidlerimize kadar yaşadığımız bu coğrafyanın bin 400 yıllık temel tarihi ekseni hiç değişmedi. Bu topraklarda bizler hancıyız, onlar yolcu. Biz Müslümanlar bu ülkede asılız, onlar Avrupa’nın, Amerika’nın ve kapitalist yaşam biçiminin taşeronları.

Biz dün de geri adım atmadık bugün de geri adım atmayacağız. Biz, kendimizi Kemalist-seküler anayasaya, laik bürokrasiye ve onların direktiflerine göre ayarlamayacağız. Bizzat onlar kendilerini Müslüman çoğunluğa göre ayarlamak zorunda kalacaklar.

Dünkü Şeyh Saidlerin, İskilipili Atıf Hocaların, şehid edilen on birlerce Müslümann mücadelesi, bugün daha da arınarak, Kur’an’a yönelerek daha da bilinçleniyor. Üzerimize düşen ise İslam ümmetini yeniden ihya ve inşa etmek için tavırda, üretimde ve ahlakta örnek Kur’an nüveleri olabilmemiz ve İslami tebliği ve mücadeleyi yükseltebilmemizdir.

 Bu nedenle özgürlük mücadelemiz sürmeli ve her bilinçli genç veya imanını genç hisseden her bilinçli mümin bu mücadeleye katılmalı ve omuz vermelidir.

Tekrar yenilemek gerekirse: Bizi vahiyle, fıtratla buluşturacak olan özgürlük yürüyüşümüz sürmeli, sürdürülmeli ve gelecek kuşaklara taşınmalıdır.

Allah, Muhammed Süresi’nde kendisine yardım edene, yani dinine veya Müslümanlara yardım edene, yardım edeceğini vaat etmektedir. Rabbimiz hepimizin Kur’ani aidiyetini artırsın, kalplerimizi karşılıklı olarak telif etsin, bilgi ve tanıklığımızı güçlendirsin.

Muhammedi yolda, Kur’an yolunda yürüyen herkese selam olsun.

Yaşasın tevhid, adalet, özgürlük mücadelemiz.

 

Not: H. Türkmen’in Özgür-Der Üniversite Gençliği tarafından 6 Kasım 2010’da Bayrampaşa Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen “Özgürlük Yürüyüşümüz Sürüyor” gecesinde yaptığı konuşmanın metnidir.