Özgürlük hediye edilmez, ancak fethedilir!

MEHMET PAMAK

Bil ki, hakları bedelsiz vermez, zulmeden alçak
Özgürlük armağan edilmez, fethedilir ancak

 

Başörtüsü yasağı ile ilgili görüşlerini açıklamak üzere çağrıldıkları Kanal 1’de, Fatih Altaylı’nın “teke tek” programına katılan Nuray Canan Bezirgan ve Kevser Çakır kardeşlerimiz, canlı yayında hiç beklemedikleri bir sorunun muhatabı olmuşlar ve ikiyüzlülük yerine dürüst bir Müslüman’ın yapması gerekeni yaparak, İslami kimliklerini ve bunun gereği olan düşüncelerini açıkça ifade etmişler, bu bağlamda “Atatürk’ü sevmediklerini” açıklamışlardı. İşte bu yayından sonra kardeşlerimiz ağır, haksız ve ideolojik saldırılara muhatap kılındılar. Kemalist ulusalcı Medya tetikçileri, savcıları bu kardeşlerimizin üzerine kışkırttılar ve sonuçta soruşturma açılmasını da temin ettiler. Hiç değilse kendi yasalarına sadık olan objektif savcılara denk geldiğinde sonucun takipsizlik olacağı kesin olmakla beraber, büyük kısmının keyfi ve ideolojik önyargılara dayalı kararlar verdikleri bilinen yargı kesiminde gene de sonucun ne olacağı belli olmazdı. Objektif karar veren bir savcıya rastlamış olmalı ki, nihayet karar takipsizlik olarak açıklandı.

Bugünden sonra artık herkes her yerde “Atatürk’ü sevmediğini” açıkça ve rahatça söyleyebilecektir. Ancak hukuken zaten var olan bu hakkın fiilen de elde edilmesi sürecinde bu kardeşlerimizin ödediği bedel, çektikleri sıkıntılar, muhatap oldukları psikolojik baskı ve linç, hiç kimsenin aklına bile gelmeyecektir. Özgürlükler, haklar hep bedel ödemeyi göze alan böyle yürekli, ilkeli ve onurlu insanların baskı ve yasaklara karşı ortaya koydukları dik duruşlar ve bu uğurda ödenen kimi bedeller sonucunda elde edilirler ve sonra artık herkes o özgürlüğü rahatça kullanmaya başlar. Hatta başlangıçta bu ilkeli insanları, “başımızı belaya sokacak provakatörler” diye suçlayanlar da bağını sormadan bu özgürlük üzümünü rahatça yiyebileceklerdir.

Ama bundan sonra, “Atatürk’ü sevmediğini” söyleyen hiç kimsenin açıklaması, Nuray Canan Bezirgan ve Kevser Çakır kardeşlerimizin açıklaması kadar anlamlı ve değerli olmayacaktır. Çünkü onlar ilk defa ve TV canlı yayınında milyonlara hitaben bu görüşlerini samimiyetle ifade ettiler ve malum medyanın linçine maruz kaldılar. Buna rağmen de geri adım atmadılar, söylediklerinin, inandıklarının arkasında onurlu bir duruşla durma erdemliliğini göstererek bütün Müslümanlara güzel bir örneklik sundular. Üstelik bu kardeşlerimiz sadece, İslam düşmanı Kemalist medyanın ve işbirlikçi çıkarcı kartel medyasının saldırısına uğramakla da kalmadılar, kendisini İslam’a nispet eden medyanın ve kimi yazarlarının da ahlakilikten uzak eleştirilerine ve “provakatör” olarak suçlamalarına maruz kaldılar. Hatta çok yakınımıza kadar gelen bir kısım Müslüman’ların bile, iyi niyetli de olsa tarizlerine muhatap oldular. En hafifinden “ne gerek vardı”, “her doğru her yerde söylenmez”, “bu konjonktürde de böyle konuşulur mu”, “neden TV programına çıktılar, neden F. Altaylı’nın oyununa geldiler” vb pek çok eleştirilerle karşılaştılar. İşte bu sebeple, elde edilen özgürlükte şeref payı da, sabredip direnmeleri sebebiyle sadece onlarındır. Allah razı olsun, ecirlerini versin ve ilkeli, onurlu, tutarlı, şahsiyetli Müslümanların sayısını arttırsın inşallah.

İşte bu olayın vuku bulduğu günlerde, Ankara İLKAV’da bir Cuma konferansında 600 kişilik cemaatimize bu kardeşlerimizin muhatap oldukları haksızlığı anlattım ve onların saygı duyulması bir örneklik ortaya koyarak bir tabuyu, bir büyük korkuyu yıktıklarını, sindirilmiş, korkutulmuş, edilgenleştirilmiş halkımızın yüreklenmesine vesile olacak bu tür örneklerle korku krallığının surlarında gedikler açıldığını, gerçek özgürlüğe de ancak böyle ilkeli ve yürekli çıkışlarla ulaşılabileceğini anlattım. Kimseye hakaret etmeden, zulmetmeden, kendimizi özgün kimlik, ilke ve değerlerimizle dürüstçe tanımlamak, düşüncelerimizi ikiyüzlülük yapmadan açık ve özgün bir biçimde ifade etmek, yükümlü olduğumuz şahidliğin temel gereğidir. “İçinizde, canlı yayında bu soruyla karşılaştığında aynı dirayetle hakkı ifade etmeyip de, ikiyüzlü davranmayı tercih edecek kaç kişi var?” diye sordum. Eğer ikiyüzlülüğü doğru bulmuyorsanız, eleştiriyi bırakıp bu kardeşlerimize sadece dua edin diye seslendim. Evet söz konusu “Cuma konferansında” bu olaydan tam on yıl önce aynı konumda yaşadıklarımı, “Kemalizm, laiklik ve Şehidlik” isimli kitabımdan alıntıyla aşağıdaki gibi anlattım. On yıl önce benim yaşadıklarım, on yıl sonra da Nuray ve Kevser kardeşlerimizin yaşadıklarıyla tamamen örtüşmekteydi.

Evet, bundan on yıl önce Sivas SRT televizyonunda canlı yayında, “Atatürkçü ve laik olmadığımı, çünkü Müslüman olduğumu” ifade etmiştim, bir soru üzerine de “laiklik ve Kemalizm uğruna ölenlerin şehid olmadıklarını” ifade etmiştim ve akabinde, tıpkı bir soru üzerine, “Atatürk’ü sevmediğini” söyleyen kardeşlerimizin muhatap oldukları saldırılara muhatap kılınmıştım. Ama sonuçta Yargıtay kararıyla bu ifademin suç olmadığı, düşünce açıklaması olduğu karara bağlanmıştı.

Sivas SRT Televizyonunda canlı yayında: “Laiklik ve Kemalizm uğrunda ölenler şehid değildir”

Sivas’ta yayın yapan SRT’de, 1998 yılı Eylül ayında, MHP Sivas İl Başkanı tarafından, hakkımda iftiralarla dolu bir konuşma yapılmış, bunun üzerine ben de, Kasım 1998’de aynı programa katılarak, yapılan bu iftiraları cevaplamaya, kendimi ve düşüncelerimi açıkça tanımlamaya çalışmıştım. İşte bu canlı yayında, kendimi tanımlamak ve düşüncelerimi özgürce ifade etmek üzere yaptığım ilmi açıklamalar sebebiyle, hakkımda tutuklama kararı verilmişti. Resmi ideolojinin bağnaz savunucusu ve özgürlük düşmanı medya da, her zaman yaptığı gibi, yargıyı yönlendirici bir muhteva ile faşist, saldırgan, tahrik, tahkir ve mahkum edici yayınlar yapmıştı. Halbuki olay son derece doğal bir seyirde gelişmiş, bir TV yayınında, şahsıma yönelik iftira ve suçlamalara karşı cevaplarımı ve sorulan sorular hakkında da düşüncelerimi açıklamıştım. Kimseye zulmetmemiş, haksızlık yapmamış, şiddet kullanmamış, hakaret etmemiştim. Tam tersine tüm bunlar benim şahsıma karşı yapılmış ve ben de kendimi, kimliğimi ve fikirlerimi açık yüreklilikle ve ikiyüzlülük de yapmadan savunmuştum.

Ancak, Türkiye’de, baskı ve zulümleriyle, insanları ikiyüzlülüğe, şahsiyetsizliğe ve korkaklığa yönlendirmiş ve bunda da oldukça başarı sağlamış olan Kemalist sistem ve bağnaz savunucuları, ikiyüzlülük yapmadan kendini tanımlayan, fikirlerini açıkça ifade eden, “takiyye”ye gerek duymayan, böyle bir tutumdan rahatsız olmuş ve tüm güçleriyle, hukuka da aykırı bir biçimde saldırıya geçmişlerdi. Çünkü despot Kemalist sistem açısından en büyük suç; yaptığı bütün baskı ve zulümlere rağmen, hâlâ kendisinden korkmadan, özgürce düşünce üreten ve bu düşüncelerini ikiyüzlülük yapmadan açıkça ifade edebilen birilerinin çıkmasıdır. Bu sebeple, Nuray ve Kevser kardeşlerimizin üzerine gidilmiş ve linç kampanyası gerçekleştirilmiştir. Kardeşlerimiz, birilerinin sık yaptığı gibi, ikiyüzlülük yaparak, “Cumhuriyetimizin kurucusu önder bir şahsiyeti neden sevmeyelim ki”, ya da “bu konuda görüş beyan etmek istemiyorum” deselerdi, ya da daha sonra üzerlerine gidildiğinde özür dileyici tavırlar takınsalardı, yanlış anlaşıldım mazeretleri üreterek geri adım atsalardı, o zamanda yalancılıkla, ikiyüzlülükle suçlayıp aşağılayacaklardı. Bilindiği üzere, eski Kayseri Belediye Başkanı, yaptığı bir konuşmada sarf ettiği sözler sebebiyle yapılan baskılar karşısında özür dileyip yanlış anlaşıldım, ben aslında Atatürkçüyüm diyerek yakasına Atatürk rozeti takıp, üstelik bir bayanla dans ederek Atatürkçülüğünü ispat etmeye bile kalkışmıştı. Hürriyet Gazetesinin başyazarı buna rağmen memnun olmamış ve “senden iğreniyorum” başlıklı bir yazı yazarak söylediklerinin arkasında duramayıp ikiyüzlülük yaptığı için aşağılamıştı. Aynı günlerde aynı Başkana bir eleştiri yazısı da A. Dilipak yazmış ve “ben de iğreniyorum” başlığını kullanmıştı. Yani ilkesiz olanlar, inandıkları değerlerin ve ilkelerinin arkasında adam gibi duramayıp ikiyüzlülük yapanlar, söylediklerini mazeretçi ve sığınmacı yaklaşımlarla geri alıp tevil etmeye ve özür dilemeye kalkışanlar, hem zalimleri hem de dostlarını memnun edemeyen bir zillete düşmektedirler. Yani Nuray ve Kevser kardeşlerimiz sorulan soru karşısında en doğru tavrı ortaya koyarak onurlu ve dürüst bir örneklik oluşturmuşlardır.

Kemalist sistem, zorla, zulümle temin ettiği din, kültür ve medeniyet değişiminin, halkın özgür olması halinde sorgulanıp reddedilebileceği endişesiyle, dozajını zaman zaman değiştirse de, baskı ve terörünü sürekli kılmıştır. Zaman zaman taktik icabı veya zorunlulukla, havuç politikalarını da uygulasa, sopa politikalarını demoklesin kılıcı misali, halkın tepesinde sürekli sallandırmış, bu sebeple, 80 yıllık ömrünün neredeyse yarıdan fazlası, sıkıyönetim, olağanüstü hal ve darbe süreçlerinde geçmiştir. Bu yolla, “durumdan vazife çıkartıp”, zaman zaman “balans ayarı” yaparak; halkı sürekli hizaya sokmaya, toplum mühendisliği ile resmi ideoloji çizgisinde tek tipleştirmeye, resmi ideolojiye aykırı düşen kısımlarını budamaya çalışmıştır. Bu endişe sebebiyle Kemalist sistem, zorla tahakküm ettiği, kimlik, düşünce, ideoloji, kıyafet dayattığı halkın, bir gün itiraz edip zulme ve sömürüye dayalı statükoyu sona erdirebileceği beklentisi içinde sürekli teyakkuz ve korku içinde kalmış ve bu hal sistem için bir paranoya haline gelmiştir.

İşte böyle bir paranoyanın tesiri altındaki sistem; Sivas SRT’de resmi ideolojiyi benimsemediğimi, özgür irademle İslam’ı tercih edip Allah’a teslim olduğumu açıklamam, zulmünü, sömürüsünü ve düşman olduğu halde dinimizi bile istismar eden ikiyüzlülüğünü sorgulayıp itiraz etmem üzerine, kendi kanunlarına bile sadakat göstermeyen bir keyfilikle, yandaş medyasıyla birlikte saldırıya geçmişti. Kemalist sistem ve yandaşlarının, bu haksız, hukuksuz ve keyfi tutumu, yaklaşık 2,5 yılımı, ailemden, dostlarımdan ve ülkemden uzakta yurt dışında geçirmeme, birçok sıkıntılar çekmeme sebep olmuştu. Tıpkı Nuray ve Kevser kardeşlerimizin, “Atatürk’ü sevmediklerini” iki yüzlülük yapmadan özgürce ve dürüstçe ifade ettikleri için, medyatik linçe ve soruşturmaya muhatap kılınmaları gibi.

SRT’deki Konuşmamda Söylediklerim

Söz konusu televizyonda, şahsıma ve kurucu genel başkanı olduğum Mazlum-Der’e yönelik iftira ve suçlamalara cevap verirken; laik, Kemalist olmadığımı çünkü Müslüman olduğumu, kavmiyetçiliğin (Kürtçülük, Türkçülük dahil) her türüne de karşı olduğumu, çünkü İslam’ın emrettiği ümmetçi anlayışa sahip olduğumu, üstelik ülkeyi ve halkımızı bölünmeye sürükleyecek gerçek tehlikenin, Türkçülük eksenli resmi ideoloji dayatması altında yapılan zulümler olduğunu, bu sebeple Kürt ya da Türk olsun bütün “ulus devlet” yapılanmalarına karşı olduğumu açıkladım. Türkiye’de Kürt halkına yönelik asimilasyon politikaları uygulandığını, bu mazlum halka akıl almaz zulümler yapıldığını belgeleriyle ortaya koydum, ayrıca din ve düşünce özgürlüğünün savunmasına yönelik görüşlerimi ifade ettim. Bu ülkedeki bütün insanların, istediği dini ya da düşünceyi tercih edip yaşamada özgür bırakılmaları gerektiğini; isteyenin laik, Kemalist, isteyenin sosyalist ya da kapitalist, isteyenin Yahudi ya da Hristiyan, isteyenin de Müslüman olabilmesi ve tercih ettikleri din ya da düşünceyi de özgürce yaşayabilmesine müdahale edilmemesi gerektiğini ifade etmeye çalıştım. Kimsenin kimseye bir din ya da ideolojiyi dayatmaması gerektiğini, bu dayatmalar sebebiyle ülkemiz insanlarının ikiyüzlü ve şahsiyetsiz olmalarına yol açıldığını ve bunun çok büyük bir zulüm olduğunu anlatmaya gayret ettim. Bu ülkenin insanlarının, farklılıkların doğal karşılandığı, kimsenin kimseye din ya da ideoloji dayatmadığı, zulümden, baskıdan arınmış özgür ortamlarda, ikiyüzlülükten uzak, olduğu gibi görünen ya da göründüğü gibi olan dürüst ve şahsiyetli insanlar olabilmelerine fırsat verilmesi gerektiğini ifade ettim. Çünkü, ülkemiz insanlarında, bu baskı ve zulümler sebebiyle, şahsiyet zaafı ve ikiyüzlülük yaygınlaşmıştır. Neredeyse herkesin birbirine rol yaptığı, “takiyye” yaptığı, yalancılığın, sahtekarlığın, samimiyetsizliğin, niteliksizliğin ve sonuç olarak şahsiyetsizliğin son derece yaygınlaştığı bir toplum ortaya çıkmıştır.

İşte yukarıda belirtilen muhtevadaki açıklamalarımı yaptığım sırada, ısrarla gündeme getirilen “şehidlik” konusundaki İslami bakış açısını da ilmi bir açılımla ifade etmeye çalışmıştım. Sunucunun ısrarla “askerimiz ve polisimiz şehid oluyorlar” ifadelerini kullanması üzerine, Hz. Cafer(r.a)’in Necaşi karşısındaki soruşturmada, Mekke’den gelen Müşrik heyetinin sözcüsü Amr İbnul As’ın Hz. İsa ile ilgili vahyi hatırlatarak Müslümanları zor durumda bırakmak istemesi ve Necaşi’nin de bu konudaki Vahyin mesajını duymak istemesi üzerine, ölüm pahasına da olsa hiç tereddüt etmeden Hakkı ifade etmesi örnekliği aklıma geldi ve canlı yayında şehidlikle ilgili hakikati ifade etmem gerektiği kanaatine varmıştım. Ve bu konudaki Kur’ani ölçüyü ifade etmiştim. Laik Kemalist sistemin, İslam hükümlerinin egemen kılınmasına karşı düşman bir konumu tercih ettiği ve İslam’ın bireysel hayata taşınıp yaşanmasından bile rahatsız, pozitivist bir yapılanma olduğu halde, ikiyüzlülük yaparak, yine İslam’a ait “şehidlik” kavramını, hem de İslam’ın en küçük yansımasına bile tahammül etmediği kamu alanında pervasızca kullanarak dini istismar ettiğini söylemiştim. Bunun çok utanılacak bir çelişki ve tutarsızlık olduğunu, laik Kemalist devletin tutarlı davranarak, tıpkı İslam’ın diğer hükümlerine ve bunların kamu alanına yansımalarına karşı olduğu ve tepki gösterdiği gibi, kendisi uğrunda ölenler için “şehid” kavramını kullanmayı da terk etmesi gerektiğini ifade etmiştim.

Söz konusu konuşmamda; şehidliğin Kur’ani, İslami bir kavram olarak ilahi alana ait olduğunu, buna göre de, ancak “Allah yolunda, Allah’ın hükümlerini hakim kılma, Allah’ın ismini, kelimesini yüceltme uğrunda savaşırken öldürülenlerin” şehid sayılabileceğini, laiklik ve Kemalizm uğrunda ölenlerin ise şehid olmalarının mümkün olmadığını, onların da bu resmi ideoloji uğrunda can veren laik Kemalist sistemin kahramanları olarak nitelenebileceğini, çünkü laik sistemin, kendini dinden soyutlayan ve dini dışlayarak, dinin hiçbir tezahürünü kendi alanına sokmayan bir sistem olduğunu, bu sebeple kendi kanunlarını kendisi ürettiği gibi kendi kavramlarını da kendisi üreterek, İslami olan şehidlik kavramını kendi uğrunda ölenler için kullanmaması ve dini istismar etmeye yönelik bu çelişkisinden kurtulması gerektiğini ifade etmeye çalışmıştım.

Kemalist Sistemin ve Payandası Militarist Medyanın Zulmü

Bu beyanlarım üzerine, tıpkı Nuray ve Kevser kardeşlerimizin dürüstçe açıklamaları üzerine yapıldığı gibi, Kemalist sistem ve payandası kartelci medya tarafından büyük yaygaralar kopartılarak her yandan faşist saldırılar başlatıldı. Sistem, DGM’lerini harekete geçirip, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”le hiçbir alakası olmayan, tam tersine halkın her kesiminin hak ve özgürlüklerini savunarak bütün kesimlerin özgürce ve kendi özgün kimlikleriyle barış içinde bir arada yaşayabilmelerini öneren ve halkın sistem tarafından aldatılmasını ve dini inancının istismarını engellemeye çalışan bu açıklamalarım sebebiyle, önce TCK 312/2. maddesi uyarınca dava açma yoluna gidiyordu. Eğer bu tutmazsa, kimseye hakaret etmediğim ve hakareti inancıma aykırı bulduğumu da bizzat söz konusu konuşmamda açıkça zikrettiğim halde, TCK 159. maddesi gereğince ceza vermek üzere, kurtulma imkanı bırakmamaya yönelik alternatifli suçlamaları ihtiva eden muğlak iddialarla siyasal amaçlı yargılama sürecini başlatıyordu. Kemalist sistemin payandası, özgürlük düşmanı medya ise, “vatan hainliği” ile suçlayıp, ideolojik ön yargılı ve yönlendirici haberleri ve ahlaksız yazarlarının hakaret dolu köşe yazılarıyla, tam anlamıyla ideolojik bir linç uyguluyordu. Bir yandan da, oğlunu ya da eşini “kirli savaş”ta kaybeden, sistem tarafından mazlum duruma düşürülmüş aileler kışkırtılarak, her biri, ölmüş yakınlarına hakaret edildiği iddiası ile tazminat davaları açmaya yönlendiriliyorlardı. İşte bu yönlendirmeler sonucunda da 6 adet tazminat davası açtırıldı.

Kimi Müslümanların ve Müslümanlara ait medyanın tutumu

Kimi Müslümanlar ve kendini İslam nispet eden medya ise, tıpkı Nuray ve Kevser kardeşlerimizle ilgili yaptıklarını yaparak ya görmezden geliyor ya da “böyle de konuşulur mu”, “her doğru her yerde söylenir mi”, “bu konjonktürde böyle konuşma yapılır mı” gibi eleştiriler yaparak, sistemin mahkemelerinden önce mahkum ediyorlardı. Konjonktürü belirleyici kılıp ona teslim olan böylelerine göre, madem sistemi rahatsız edecek muhtevada konuşmuştum, “aşırı ve sivri” davranmıştım, o halde başıma gelenleri de hak etmiştim. Henüz TC mahkemeleri bile mahkum etmemişken, onlar, mahkum edivermişlerdi. Hak, özgürlük, adalet ve İslami kimlik adına “pes” dedirtici, insaf ve merhametten uzak tavırlar sergileniyor, pek çokları, daha sonra hatırladıklarında kendilerinin de utanacakları tutumları, acelecilikle ve panikle ortaya koyuyorlardı. Nitekim yargılama süreci sonunda, TC Yargıtay’ı hepsini utandıracak bir kararla, söz konusu konuşmamda, kimsenin hukukunu ihlal eden bir muhteva bulmadığını ifade ederek, laiklik ve Kemalizm uğrunda ölenlerin şehid olmadıklarına dair beyanlarımın düşünce özgürlüğü çerçevesinde kalan bir açıklama olduğu kararına varmıştı. Tıpkı Nuray ve Kevser kardeşlerimizin muhatap oldukları ağır eleştiri ve saldırılara, hatta kendini İslam’a nispet edenlerin “provokatörlükle” suçlamalarına rağmen TC Savcısının yasaları objektif bir biçimde uygulayarak haklarında takipsizlik kararı vermesi gibi. Ama neticede ödenen küçük bedeller karşılığında, söz konusu alanlarda fikir özgürlüğü de fethedilmiştir. Yani artık “şehidlikle” ilgili İslamın ilkelerinin ortaya konması ve bu bağlamda “laiklik ve Kemalizm uğrunda ölenlerin şehid olmadıkları”nın ve “Atatürk’ü sevmeme” konusundaki düşüncelerin ifade edilmesi sistemin kuralları çerçevesinde de serbestlik kazanmış bulunmaktadır.

Nuray ve Kevser Kardeşlerimizin durumuyla da örtüşen değerlendirmemiz

On yıl arayla Nuray ve Kevser kardeşlerimizin de aynı hali yaşaması sebebiyle bunları yazarken, yapmak istediğim; şüphesiz ki, birilerini suçlamak ya da yargılamaktan ziyade, bugünün insanlarının da, gelecek nesillerin de, ibret ve ders almasına ve böyle durumlarda ortaya konması icap eden, İslami kimliğin ve erdemli insan olmanın asgari temel gereği olan ahlaki ve adil davranış biçiminin anlaşılmasına katkıda bulunmaktır. Eğer bu önemli ders alınamaz da, bu adaletsiz tutumda ısrar edilirse, genelde insanların, özelde ise Müslümanların birbirine güvenlerinin sarsılmasına, dara düşüldüğünde ya da bir zulme maruz kalındığında, diğer erdemli insanların ve Müslüman kardeşlerinin kendisini yalnız bırakacakları, ilgi göstermeyecekleri, “ahde vefasızlık” yapacakları endişesinin yaygınlaşmasına sebep olacaktır ki, bu hal, insani ve İslami birlikteliklerimiz, kardeşliklerimiz açısından çok büyük yaralar açmaya müsait büyük bir olumsuzluğu oluşturacaktır. Çıkarılacak ders şudur; bir insanın ya da bir Müslüman kardeşimizin başına, herhangi bir musibet, insan hakları ihlali geldiğinde ya da aramızdan biri, bir zulme maruz kaldığında, yapılacak ilk iş, öncelikle onun en temel hak ve özgürlüklerini savunmak olmalıdır. İlkesizlik, pragmatizm, acelecilik, korkaklık ve panikle, daha sonra bizi utandıracak tavırları koymaktan, hele de, zalim sistemin ve yardakçısı sabıkalı, provokatör medyasının yayınlarıyla dolduruşa gelip suçlayıcı söylemlere kaymaktan kaçınmalı, adalet ve merhameti hiçbir sebeple terk etmemeliyiz. Ahde vefa, adalet ve eminlik vasıflarımızı köreltecek eğilimlerden uzak durmalı, insani erdemlerimizi sürekli diri tutmayı başarmalıyız. İlkeli, onurlu ve bedel ödemeyi göze alan kardeşlerimizi karalamak, haksız eleştirilerle geri adım attırmak, mücadele azimlerini olumzus etkilemek, başkalarının da böyle onurlu duruşlar sergilemelerini caydırmak yerine, Allah rızası için destekleyip, teşvik etmeliyiz.

Sonuçta hak yerini bulmuş, gerek benim televizyon konuşmamda “laiklik ve Kemalizm uğrunda ölenlerin şehid olmadıklarına” dair açıklamam üzerine başlatılan yargı süreci beraatla, gerekse Nuray ve Kevser kardeşlerimizin “Atatürk’ü sevmediklerine” dair ifadeleri üzerine açılan soruşturma takipsizlikle sonuçlanmış, görece ve geç de olsa adalet sağlanmıştır. Laiklik Kemalizm kitabında sonucu değerlendirmeye dair ifade ettiğim düşüncelerimi, Nuray ve Kevser kardeşlerimizin yaşadığı serüvenle de bağlantılı olması sebebiyle buraya aynen alıntılıyorum.

“Allah’ın dininin mesajını açıkladığım için, ailemden, dostlarımdan ve ülkemden uzakta geçirmek zorunda bırakıldığım yıllarım, (Nuray ve Kevser kardeşlerimizin de yaşadıkları saldırı, karalama ve soruşturma süreci) eğer utanma duygularını tamamen yitirmemişlerse zulmedenlerin utancını teşkil ederken, benim (bizim) için hakikat uğruna ödenmiş küçücük bir bedel ve onurla hatırlayacağımız bir imtihan anlamını taşımaktadır. Zaten bu “muhacirlik” yıllarım, önce bazı sıkıntıları yaşamama sebep olsa da, sonuçta Rabb’imizden gelen yepyeni lütuflara ve hayırlara da vesile olmuştur. Nitekim Rabbimizin vadi gereği bir musibet hayra tebdil olmuş, hicret atmosferinde pek çok hayırlı hizmetlerin ve yeni güzel dostlukların yeşermesine/üretilmesine de zemin hazırlamıştır. Her şart altında yapmamız gereken kulluk görevimizi, Allah’ın dinini ana kaynağından ve sahih bir biçimde öğrenmek, yaşamak, vahyin şahitliğini yapmak ve merhametle diğer insanlara da aynı mesajı taşımak sorumluğumuzu, hicret coğrafyasında da sürdürmeye ve Rabb’imizin rızasını kazanmaya gayret ettik. Çünkü, Peygamber bize şahid olduğu gibi, biz de insanlara şahid olmakla emrolunmuştuk. O halde, hangi şart altında ve Allah’ın arzının neresinde bulunursak bulunalım, bize onur verip, şeref kazandıracak olan bu yükümlülüğümüzün gereğini yerine getirmekle görevliydik. Kulluk eksenli hayat tasavvurumuz, zaman, zemin ve şartlardan etkilenmeksizin, bu sorumluluğumuzu tavizsiz bir biçimde yerine getirmemizi gerektirmekteydi. Biz de bu bilinçle sorumluğumuzun gereğini Avrupa’da da yerine getirmeye çalıştık, Rabb’imiz inşallah kabul eder.

“Şüphesiz ki, düşüncemi açıklamam sebebiyle bana saldıran insan hakları düşmanı medyatörler, resmi ideoloji fanatikleri ve darbeci zalimler, gerçek suçlular olarak tarihe geçtiler. Haksız yere ve faşistçe üzerime gelindiği süreçte suskun kalanlar, ya da beni suçlamayı yeğleyenler de vicdanları ile baş başa kaldılar. Şunu unutmamalıyız ki, hakikati örterek, kamufle ederek, ketmederek ya da ona batıldan, hevadan ve zandan bir şeyler katarak, hak-batıl sentezleri oluşturarak, Hakk’ın mesajını insanlara taşımamız ve şahidlik görevimizi yerine getirmemiz mümkün değildir. Çünkü, kamufle edilmiş, gizlenmiş ya da başka şeylerle karıştırılmış Hakikat, hem özelliğini kaybedecek, hem de insanlar nezdinde, açık Hakikatin kendisinin bırakacağı tesiri meydana getirmeyecektir. Onurlu, ilkeli ve şahsiyetli müminler “ya Hakk’ı söylemeli ya da susmalı”dır. Hakk’ı haykırmaya cesareti olmayanlar, hiç olmazsa “susma” erdemliliğini göstermelidirler. Hakk’ı söylemeye yüreği yetmeyenlerin, illa da konuşmak ve yazmak hırsları, sonuçta hak-batıl karışımı söylemlerin yaygınlaşmasına ve hakikatin mesajının flulaştırılmasına yol açmıştır. Hakk’ın batılı, adaletin zulmü, özgürlük taleplerinin baskıları, barışın haksız savaşları, direnişçilerin emperyalistleri, insan hak ve onurunun haksızlığı ve onursuzluğu geriletebilmesi ve kendi alanını genişleterek insanlığa saadet getirebilmesi, ancak, hak, adalet, özgürlük ve tevhid taraftarlarının bu uğurda bedel ödemeyi göze alan, tutarlı, tavizsiz ve şahsiyetli eylem ve söylemlerle davalarının şiarlarını yükseltmeleriyle ve doğru, güzel, şahsiyetli bir şahitlik ve temsil ortaya koyabilmeleriyle mümkün olabilecektir.

“Bütün zulümlere, hakaretlere, hak ve özgürlüğümüze yapılan saldırılara rağmen, tebliğ etmeye çalıştığımız Hak, apaçık bir biçimde ortada duruyor ve dünyayı aydınlatmayı sürdürüyor. Bu dava, Yargıtay’da da ideolojik yargıçlara denk gelse ve hukuka aykırı bir kararla (diğer birçok davada haksız yere cezalandırıldığım gibi) cezalandırılsaydım bile, hakikat değişmeyecek, dünya dönmeye devam edecek, sadece zalimlerin sayısı ve zulümleri artmış olacaktı. Galile “dünya dönüyor” dediği için zulme maruz kalmış, ancak dünya yine de dönmeye devam etmişti. Tıpkı bunun gibi, hakikati açıkladığımız için bize zulmedenlerin zulmüne rağmen, hakikatin mesajı, zulmeden düşmanları da, suskun kalan dostları da utandıracak bir açıklıkla insanlığı irşad etmeyi sürdürüyor/sürdürecek. Kemalizm’in ve işbirlikçiliğini yaptığı küresel korsanların bütün zulümlerine, hile ve desiselerine ve bunca terör estirmelerine rağmen, İslam’ın mesajı dünya insanlığını aydınlatmaya devam ediyor/devam edecek.

“Hak yolda direnen, adil olan, ahde vefa gösteren, hakkı haykıran, insan hak ve onuruna sahip çıkarak Allah’ın tarafındaki şerefli yerini alanlar ise izzet kazanıyorlar/kazanacaklar. Yargısız infaz yapanlar, faili meçhullerin meşhur failleri, ırkçılıkla Kürt köylerini yakanlar, halka pislik yedirenler, ırkçı işkenceciler, F tipleriyle insan onurunu yok etmeye çalışanlar, MGK gizli yönetmelikleriyle halka psikolojik harp taktikleri uygulayanlar, Susurlukçular, siyasallaşan yargıçlar, hortumcular, darbeciler, halkın kaynaklarını talan ederek geniş kitleleri sefalete mahkum edenler, insan hakları düşmanları, medyatörler yani tüm zalimler, hem dünyada zelil düşerek onurlarını, hem de ahirette azaba müstahak olarak ahiretlerini kaybediyorlar/kaybedecekler.

“Şuna inanmalıyız ki, eğer iman edip, salih ameller yapmakta ve Allah’ın dininin mesajını, samimi şahidliğini yaparak insanlara taşımakta üzerimize düşeni yaparsak, gasp edilen hak ve özgürlüklerimizi geri almak için, sabır ve dayanışma ile ihlaslı direnişler gerçekleştirebilirsek, böylece, sonuçta Allah’ın vaad ettiği mübarek yardımına müstahak hale gelebilirsek, bazı bedeller ödemek zorunda kalsak da, Allah’ın yardımıyla hak ve özgürlüklerimizi fethedeceğiz. Kendi öz vatanımızda insanca, Müslümanca ve özgürce yaşamamızı engelleyen gâsıplardan tüm gasp edilmiş haklarımızı, direnerek, sebat ederek, azmederek, gerekli bedelleri ödeyerek ama Allah’ın izniyle mutlaka geri alacağız. Bize zulmedenlerin bile kurtuluşa ermesine vesile olacak bir mesajın sahipleri, adalet ve merhamet temsilcileri olarak, hangi şart altında olursak olalım, hangi zulümlere muhatap bulunursak bulunalım, hangi konjonktürlerden geçersek geçelim, tüm bunlara rağmen, hakikatin mesajını haykırmalı, tevhid ve adaleti ikame etme mücadelemizi sürdürmeliyiz. Bu insani ve İslami sorumluluklarımızın gereğini yerine getirmekten asla vazgeçmemeli, pes etmemeli, asla umutsuzluğa düşmemeliyiz.

“Sürekli düşüncelerini yiyerek beslenen ve önceki hattına zıt yeni düşünceler üreterek gündemde kalmaya çalışan, “demokratik tevbe”ci ya da “itirafçı”ların; konjonktürel korku, çıkar ve dünyevi hesaplar uğruna oradan oraya savrulan, istikrarsız, tutarsız ve ilkesiz kötü örneklerin çokluğuna ve yol açtıkları umutsuzluğa rağmen, sürekli yeni umutlar yeşerterek direnmeliyiz. Sabır isteyen, yılgınlığa kapalı, uzun soluklu bir yürüyüşe tahammülü olmayan kırılgan düşünceli kötü örneklerin yerine, imanı, ilkeleri, değerleri uğruna bedel ödemeyi göze alabilen, ilkeli, onurlu ve tavizsiz yürüyüşe dayanıklı, şahsiyetli örneklerin, şahidlerin sayısını çoğaltarak, içinde yaşadığımız toplumun, doğruya, güzele; hak, adalet, tevhid ve özgürlüğe doğru dönüşümüne vesile olma sorumluluğumuzu yerine getirmek üzere, şiddetten uzak, daveti, hikmeti ve merhameti öne çıkaran bir direnişi gerçekleştirmeliyiz.

“Kurtuluşun da, tevhid ve adaleti ikame suretiyle iki cihan saadetine ulaşmanın da, küresel ve yerli zulmü gerileterek özgürleşmenin de, ancak böyle, Kur’an merkezli, Resulullah’ın güzel örnekliğine uygun onurlu bir şahidlik ve direnişle mümkün olabileceğini aklımızdan ve hayatımızdan çıkarmamalıyız. Toplumun olumlu dönüşümüne vesile olacak örnek bir Kur’an neslini inşa etme projemizi, yılgınlığa düşmeden uygulamalı, her şarta rağmen, Nuh (a) misali, tevhid gemimizi inşa etmeyi sürdürmeliyiz. Her geceden sonra bir gündüzün geleceğinin, zulumatın (karanlıkların) içinde (“Nur”un) aydınlığın ve müstahak olanlar için doğmak üzere zorlukların rahminde de kolaylık tohumlarının bulunduğunun bilgisiyle ve büyük umutlarla çaba göstermeliyiz.”