Kemal Sayar / Fikir Turu
Özgürlük ve kader neden birbirine muhtaçtır?
Özgür olanın kuş olduğuna inanıyorsun. Aldanıyorsun; çiçektir. Zincirini tüm ihtişamıyla sev, böylece özgürleşeceksin.
Edmond Jabes
İnsan özgürlükle var olur. Özgürlük bir değerden daha fazlasıdır: değer verme yeteneğimizin temelini oluşturur. Bütün diğer değerler ancak özgür olabildiğimizde anlam kazanır.
Varoluşu dört saç ayağıyla tanımlayabiliriz: Faillik (yani, varlığımızın merkezindeyiz ve dünyamız ve benliğimiz hakkında anlamlar yaratıyoruz), özgürlük (yani, algılarımızı ve deneyimlerimizi nasıl tanımlayacağımızı biz seçiyoruz), sorumluluk (yani, yaptığımız seçimlerden biz sorumluyuz) ve değişim (yani, dünyamız ve benliğimiz hakkında yeni anlamlar yaratmak için failliğe sahibiz) yatar.
Kimlik salt öznel bir eylem olarak değil, nesnel dünya ile diyalektik bir süreç olarak zuhur eder. Benimle dünya arasındaki etkileşimle oluşurum.
“Ben” deneyimini öznel ve nesnel kutuplar arasında devam eden diyalektik bir süreç olarak anlayan varoluşçu teorisyenler, bir benlik veya kimlik duygusunun nasıl yaratıldığı ve sürdürüldüğü konusunda daha karmaşık bir anlayışa sahip.
Özgürlük ve kader nasıl buluşur, nasıl dönüşür?
Rollo May, özgürlükle, yaşamın doğal ve kendi koyduğu (örneğin kültürel) sınırlar içinde seçim yapma kapasitesini kastetmiştir. Özgürlük aynı zamanda sorumluluk anlamına da gelir; çünkü May’in de belirttiği gibi, eğer bize seçme gücü verildiyse, bu gücü kullanmak da bizim görevimiz değil midir? O halde hayata anlam katan, özgürlük ve kaderin çatışan kutuplarıyla dinamik bir karşılaşmadır. May, özgürlük ve kaderin, yetenekler ve sınırların ancak mücadele yoluyla tam anlamıyla aydınlatılabileceğini, esaslı bir şekilde keşfedilebileceğini ve anlamlı bir şekilde dönüştürülebileceğini vurgular.
Irvin Yalom insan varoluşunun dört verisinden söz eder: Ölüm, özgürlük, yalıtılmışlık ve anlamsızlık. Yalom’a göre bu verili durumlarla nasıl yüzleştiğimize bağlı olarak yaşamlarımızın tasarımı ve niteliğiyle de yüzleşiriz.
Örneğin ölümle yüzleştiğimiz ölçüde, ölümün uyandırdığı aciliyet, yoğunluk ve ciddiyetle de karşılaşırız. Yalıtılmışlıkla yüzleştiğimiz ölçüde, ilişkiye ya da bunun karşıtı olan yalnızlığa olan ihtiyaçlarımızla da temas kurar ve bunların farkına varırız.
Varoluşsal pratiğin bir başka ifadesi de anlık, şimdi ve burada karşılaşmayı vurgular. Kimi düşünürlere göre psikolojik büyüme ve gelişme esas olarak benlikle karşılaşma yoluyla değil, bir başkasıyla karşılaşma yoluyla ilerler. Bu “karşılaşma yoluyla iyileşme”, bir yandan “bir başkasına açık ve onu onaylayıcı” olurken, diğer yandan da “kendine hazır olma ve kendini onaylama” becerisiyle karakterize edilir.
Kaderle dolaşık bir özgür irade
Kişiliklerimiz salt öznel bir eylem olarak değil, nesnel dünya ile diyalektik bir süreç olarak örülüyor, tıpkı ağdaki bir örümceğin bastığı yer gibi. Bruno Latour’un vurguladığı Fail Ağ Teoremi insanın sadece kişiler arası, toplumsal olanla değil, doğayla, kavram ve kültürle, kısacası maddi-semiyotik ilişkiler ağında bir fail halinde bulunduğunu kuramsallaştırıyor. Bu, esasen, kaderle dolaşık bir özgür irade anlamına da geliyor.
Rollo May’in özgürlük tanımı mesela bu dolaşıklığı, “yaşamın doğal ve kendi koyduğu (örneğin kültürel) sınırlar içinde seçim yapma kapasitesi” olarak çerçeveleyerek ifade ediyor.
Hayata anlam katan, özgürlük ve kaderin çatışan kutuplarıyla dinamik bu karşılaşmadır. Bize verilen malzemeyle neyi icat ettiğimiz/yarattığımız; bütünleşme, keşfetme ve uzlaşma, dönüştürme becerimizdir kişiliğimizin rengi.
Yani özgürlük, boşluktaki bir atılım değil bir sınır taşıma ve genişleme sevgisidir, bu nedenle de kabaca tanımla “kader” olarak etrafı çizilecek olan verili şartların ölçüsüyle çarpışarak kendini keşfeder.
Ece Ayhan’ın “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim” dizesindeki gibi, kader yani ölçülü biçili şeyler, insanın yüksek atlama çıtasıdır. İster Yalom’un varoluşsal kavramlarına karşı ister Ali Şeriati’nin “insanın dört zindanı” diyerek saydığı, tabiat, tarih, toplum ve mevcut kişiliğine karşı yürütülsün, mukaddes bir yürüyüştür bu. “Bende var olan, ama benim tarafımdan seçilmiş olmayan her durum, her irade, her istek ve her eğilim, bir belirleyiciliğin/cebrin ürünüdür.
Belirlenmişlikle yapılan özgürlük savaşı, insanın tabiatta kendisi olmak için, maddi bir olgudan Tanrı’ya doğru gitmek için verdiği savaştır.” diyor Şeriati.
Kader nedir?
Kaderin, tabiatın ve toplumun normatif yapısından başka bir şey olduğu da düşünülebilir elbette. Ölçü ve yöntem olarak Allah’ın kişinin hayatına sürekli müdahalesi şeklindeki bir tasavvurda dahi, insan O’nun diyalojik muhatabıdır. Hamle sırası hep dönüp insana gelir. Hülasa, kader de özgürlüğün müdahalesine ve düzeltisine muhtaçtır. Kader olmaksızın, evren yaşayamaz. Fakat kim de sadece kaderle yaşarsa, insan değildir.
Martin Buber, “Kader ve hürriyet, birbirlerine bağlıdırlar. Kaderle ancak, hürriyetini gerçekleştiren kimse karşılaşır… Kader, insanı sıkıştırıp kımıldamaz hale getiren cendere değildir; hayata hürriyetten başlayanların dışında onunla karşılaşan kimse yoktur.” diyor. Diri/ Hayy Tanrı ile karşılaşmak özgürlüğü bir çağrı ve bir davet olarak iliklerinde duyumsayan insanın harcıdır.
Sevgi ve özgürlük ilişkisi
Sevgiye bitişik onaylanma ve yansıtılma ihtiyacı, bebeklikten itibaren bizi “Sen” ilişkisi kurduğumuz insanlara bağlı kılar. Pessoa, “İnsanlardan uzaklaşabiliyorsan, onlara hiçbir muhtaçlığın, paraya ihtiyacın, sürüye uyma içgüdün, aşka, şana şöhrete hevesin ya da merakın yoksa özgürsündür, bunların hepsi sadece yalnızlıktan ve sessizlikten beslenir. Yalnız yaşayamıyorsan, doğuştan kölesin demektir.” diye yazmıştı. Diğer hepsi için amenna, ancak aşk ve sevgi ihtiyacı (hevesi değil) bizi kendimizin dışına taşıyan, bizi doğru şekilde küçülten bir terbiye yöntemi, vazgeçilemez bir insanlaşma dersidir. Sylvia Plath’ın sözüyle, “Bu hayatta bir kalbin olsun istiyorsan, bunun bedelini ödersin, işte bu kadar.” Bir kalp özleminin, özgürlük tutkusuyla çelişmesi inanın trajikliği midir?
Belki, trajedinin iki üstün insanlık erdemin çatışmasında birinin feda edilmesiyle yaratıldığını söylüyor sanat felsefecileri. Ama hangisi? Ya da gerçekten böyle bir sorun var mı?
Dayanak olmadan özgürlük olur mu?
Byung Chul Han, Zamanın Kokusu kitabında Batı dillerinde bir kelime kökenbilim incelemesine girişerek şöyle yazıyor: “’Özgür’, ‘barış’, veya ‘huzur’ ve ‘arkadaş’ gibi sözcüklerin kökeni olan “fri”, ‘sevmek’ anlamına gelir. Dolayısıyla ‘özgür’ün esas anlamı “Arkadaşlara veya sevilen insanlara bağlı olmak”tır. İnsan sevgi ve arkadaşlık ilişkilerinde kendini özgür hisseder. Bizi özgür kılan şey bağların yokluğu değil, bağlı olmaktır. Özgürlük, en mükemmel haliyle, ilişkilere mahsus bir sözcüktür. Dayanak olmadan özgürlük olmaz.”
Dostumuz, sevdiğimiz, yarenimiz bizim özgürlük şarkımızın güçlü vokalidir, onsuz çok yalnız ve zayıf olurduk doğrusu. Böyle değilse, dostumuz da değildir.
Toplum, düzenli bir insan davranışı desenini takip eder (sosyoloji, bu deseni teşhis ve tahmin eden bilimdir) ama insan sürprizdir, psikoloji de işte bunu teşhis eder. Sorunlar, bu sürpriz unsurunun, kullanılmamış içsel imkanların dışarıya vurmasıdır. Çünkü insan, zihniyle ve ruhuyla, etiyle ve kemiğiyle sızlar bazen, toplumun ve tarihin cenderesinin dışına sürer bu sızı onu.
İnsan zihni ne zaman özgür olur?
Felsefenin Tesellisi’nde, “İnsanların zihinleri ancak tanrısal zihni seyre daldığında özgür olur, maddi dünyaya kaydığında özgürlüğü azalır; kendisini dünyevi zincirlere geçirdiğinde ise daha da azalır.” diyor Boethius.
İnsan maddi dünya ilişkilerini aşılamaz ölçü/kader olarak bir kez kabul ettiğinde muhayyilesi ve mefkuresi felç olur, ama bunları Tanrı’nın gördüğü gibi gelip geçici halleri içinde görürse onları anlar, onların değiştiğini izler ilahi inayetin sezgisiyle. Sadece dışsal etkilerde de değil, insan kendi geçmişinin zindanından bile halas olur bu değişim ve akışı izlemekle.
Pişmanlık yahut tövbe dediğimiz şey, temelde, Tanrı’nın onu affedeceği şekilde insanın kendini bağışlamasıdır. Bu bağışlama, yeni bir bölüm açar hayatta, kaderini böyle değiştirir kişi. Ama sadece, seyreden ve anlayan bilinç başarabilir bunu. Özgürlük ağır ağır uyanır, uykudan uyananın yavaşça dünyanın ve hislerin bilincine varması gibi.
İnsana özgü olan bilinç, özgür iradenin de öncesinde özfarkındalığı yaratan içsel çatışmalarımız, yarılmış kendiliğimiz sayesindedir. Yanlış bağımlılıklar geliştirmeye, boş ve yalancı umutlara, bizi kalabalığın güvende (çünkü görünmez) bir aksamı kılmaya çalışan kof konformizden sıyrılmamıza yarayan çatışma da insanın trajik hikayesine dahildir.
Özgürlüğün ardında yatan ağır sorumluluk
Tarkovsky’nin Mühürlenmiş Zaman’daki şu satırları özgürlüğün ardındaki bu ağır sorumluluğu şöyle aydınlatıyor, “Benim için ilk ve en önemli görev, insanın kendi kaderine karşı sorumluluk bilincini yeniden yükseltmektir. İnsan kendi ruhu kavramına geri dönmeli, bu ruhu yüzünden acı çekmeyi, eylemlerini vicdanıyla bağdaştırmayı yeniden keşfetmelidir… Sorumluluk duygusu artar, suçluluk bilinci gelişir. İşte o zaman, insan kendi tembelliğini ve ihmalkârlığını, bu dünyada olup bitenlerin kendi suçu olmadığı, bütün bunların diğer insanların kötü emelleri tarafından belirlendiği şeklindeki bir bahaneyle haklı göstermeye çalışmaz.” Başkalarının kötü emelleri yahut dünyanın genel olarak koşullarının uygunsuzluğu kişinin benliğini kaderin potasında ergitip saflaştırma ve özgürleştirme yükümlülüğünü bertaraf edemez, bilakis onu buyurur.
Kendi kısıtlılıklarımızla, zorluklarımızla çatışarak bir hayat sanatçısı oluyoruz. Hayvan serbestliğinden farklı olarak, insanın sahip olduğu engin özgürlük, iki şey arasında bir seçim yapmakta değil seçimleri oluşturan ilişkiler zincirini anlamakta yatar.
Sartre, insanın, neticede onu o kişi yapan şeylerden de sorumlu olduğunu düşünüyordu. Onların oluşumundan değil belki, ama onları anlamaktan ve dönüştürmekten.
Spinoza’nın savunduğunun aksine, eğer düşmekte olan bir taş düşüşünün bilincinde olup, nedenlerini kavrayabilseydi, onun düşmesinin nedeni yerçekimi kanunu olmayacaktı: Tüm görkemiyle onu çağıran anne toprağa olan özlemi, özgür atılımı olacaktı.
Yalnızca bizi ezip geçen şeyler değildir yazgımız, benliğin özgür tertibiyle çizer kaderin eli yazgıyı. Sadece böyle bir yazgı sahiplenilmeye değerdir. Özgürlük ve kader birbirine muhtaçtır.