Tespit: "Özgür fiyatlamalar" olmasaydı, "özgür seçimler" de olmazdı. Ya da kapitalizm olmasaydı, ne seçme ne de seçilme hakkı eşitlik üzerinden yaygınlaşıp kurumsallaşamazdı.
Garip olan, fiyatların özgürleşmesi olgusunun, feodalitenin sunduğu bir tarihsel fırsat olarak tezahür etmesidir. Yani, fiyatları özgürleştiren dinamikler kapitalistik dinamiklerden değil, feodaliteden doğdu. Kapitalist süreçler, bu tarihsel fırsatın içinde neşv-ü nema buldu. Fiyatların özgürleşmesi, siyasal denetim ağının, ya da devletin denetimin dışında şekillenmesidir. Ancak bunu, fiyat tercihlerini özgürce yapmak isteyen kişiler ya da gruplar ile her türlü "ekonomik" değerlemenin dışında şekillenen kendi fiyatlama tekelini direten devletliler arasındaki zorlu kavgaların sonucu olarak görmemek gerekir. İlk grup kahramanca savaştı ve kazandı diye fiyatlar özgürleşmedi. Orta zamanlar, feodalite zaten aşağı yukarı devletsizlik demektir. Devletsizlik hayat alanlarının kendi yağında kavrulması; yerelleşmesi, topluluklar olarak kendi içine kapanması ve kendi kaderini belirleme yükümlülüğü ve sorumluluğunu üstlenmesidir. Fiyatlama mekanizmalarının üzerindeki siyasal bloğun kalkması feodal nitelikli hayatın kendiliğinden sonucu ya da icabı olarak bilinmelidir. Öte yandan yine iktisat tarihlerinden anlaşılıyor ki, feodalite içinde, uzun bir süre neredeyse paranın yerini trampa almıştı. Bu da fiyatlama kavgalarını zaten gündemden kaldıran bir etkiydi. 1000'li yıllardan başlayarak Avrupa'da talebin artması, ticari faaliyetlerle birlikte şehirlerin yeniden canlanması, fiyatlama mekanizmalarını harekete geçirdi. Ama kuvvetli yerelliklerin egemen olduğu bir dünyada fiyatların şekillenmesini mevcut siyasal güçler yeterince etkiyemediler. Kapitalist dinamiklerin şekillenmesinde bu feodal miras çok belirleyici oldu. Modern devlet yapıları ise geleneksel yapıların tersine, özgür fiyatlama ve kârın maksimizasyonu temelinde işleyen kapitalist süreçlere eklemlendi. Enerjisini, kapitalist ekonominin dinamiklerini artırmaya dönük kullandı. Eskisinden çok farklı bir siyasal ekonomi doğdu. Geleneksel siyasal ekonomi varlığını siyasal iktidar yapılarının fiyatları sıkı bir biçimde denetlemesine; yeni siyasal ekonomi ise siyasal iktidar yapılarının, bu denetimin tasfiyesinden doğan bir ekonomik dinamizm ile eşlenmesine borçludur.
Şimdi bu tarih bilgisi hatırlamalarından sonra bir duralım ve soralım: İyi de "özgürlük" bunun neresinde? Bu efsunlu kavramın anlaşılmasını zora sokan en önemli risk, çoğu kez "müdahalesizlik" ile karıştırılmasıdır. Müdahalesizlik, özgürlüğün tanımlayıcı öğelerinden sadece birisi olabilir. Gerekli koşuldur; ama yeterli olmaktan çok uzaktır. Burada da doğru ifade fiyat müdahalesizliği olmalıdır. Zaten hikâyenin akışı içinde fiyatlamanın mekanizmaları doğru düzgün işleyen ve eşit koşulları açığa çıkaran piyasa berraklığına kavuşamadığını, tekelleşmelerin doğduğunu, bunlarla yürütülen mücadelelerin yeteri kadar sonuç vermediğini, bugün rekabet gibi gözüken manzaraların ya güçleri birbirine yakın "ekonomik büyükler" ya da onların yedeği ve desteğindeki "ekonomik küçükler" arasında olduğunu biliyoruz. Bunlar, siyasal yapıların, sermaye davranışlarıyla ilişkileri içinde rollerini de belirleyen ve fiyatlamalara doğrudan ya da dolaylı müdahaleleri içeren süreçlerdir. Özgürlük burada bitiyor. Modern (kapitalist) ekonomilerin özgürlük ile anılacak bir tarafını bulmak mucize olsa gerekir.
MEVCUT BİRİKİMİ ELEKTEN GEÇİRMEK
Althusser, yapılar ve yapılararası ilişkiler konusunda zihinlerimizi derinleştiren etkilerde bulunmuş olan bir düşünürdür. Ustası Marx'ın basit düzeyde, "alt-yapı", "üst-yapı" ayırımına tabi tuttuğu yapılar ayırımını, daha bütünlüklü ve karşılıklı etkileşimleri üzerinden okutan; okurken sıkan, lezzet vermeyen; ama düşündüren ve etkileri daha sonra anlaşılan, ilham verici bir bakıştır onunki. İktidar ilişkileri yapıların etkileşimi içinde daha derinlikli görülebiliyor. Gördüklerimiz ve yaşadıklarımız; hukuk, ideoloji, siyaset, devlet, ekonomi, kültür vb. yapılar arasında cereyan eden belli bir birikime karşılık gelen ve yapılarda mevcut olan öğelerin bir şekilde, yeniden eşlenmesinden doğan insanlık durumlarıdır. Her insanlık durumu bir dizi fail (eyleyen) ve fillerden (eylemelerden) ibaret. Eyleyen bir birikimin içinden geliyor. Eylemini, ya bu birikimin doğrudan tetiklemesi olarak ya da bu birikimle hesaplaşarak zihninde üretip, daha sonra eyleme olarak açığa çıkarıyor. Tecrübe, en taze ya da sürgün vermiş taraflarıyla mevcut birikimle hesaplaşmaktır. Ama başka bir tarafıyla da hesaplaştığı birikime ve onu saklayan yapılara eklemlenmek ve nihayetinde onun bir parçası olmaktır. Her tecrübe bir birikimin içinden bir şeyler seçiyor. Buna "seçmeci yakınlıklar" deniyor. Bunları, diğerlerinin bilinçli ya da bilinçsiz ihmalleri pahasına baskınlaştırıyoruz. Tecrübeler sönüyor; ama yok olmuyor. Bir gün bir şekilde yeniden bir seçimin ve eşlemenin konusu olacağı ana kadar, kendisini saklayan yapılarda derin bir suskunluğa gömülüyor. Birikimin taşıyıcısı olan yapılar sorunlu varlıklar. Sorunlar sadece yapılar arası yaşanmıyor. Yapılar içi mücadeleler, yapılararası mücadeleler kadar olağandır. Siyasal yapılar içinde, sadece iktidar ile muhalefet arası mücadeleler yürütülmüyor. Bu yapılar siyasal elitlerin kendi savaşımlarını da içeriyor ve onların başka elitler karşısında yürüttükleri mücadelelerle kesişiyor. Servet ve sermaye birikiminin tarafları, kazanan ve kaybedenler arasındaki mücadeleler kadar, sermayeler arası mücadeleler de ekonomik yapılarda gözleniyor ve başka yapılara sirayet ediyor. Hâsılı, gerek bireyleri gerek toplulukların tarihsel konumları, bu gerilimler içinde çizilen koordinatlara bakılarak anlaşılabilir.
Hikâyemize geri dönelim. Şöyle başlamıştık: Özgür fiyatlama olmasaydı özgür seçimler de olmazdı. İlkini revize edip, müdahalesizlik dedik. İkincisine ne diyeceğiz? Buna özgür seçimler demek bir abartı olsa gerekir. Buradaki özgürlüğün siyasal imlemesi olduğu için pozitif olmasını beklemeyelim. Pozitif özgürlük zaten sağlaması siyaset-dışı alanlarda olan bir özgürlüktür. Seçmek eylemelerimizden birisidir. Ama seçimlerimizin ne kadar özgür olduğu sorunludur. Seçme eylemi bir birikimin içinde gelişir. Dolayısıyla o birikimden özgürleşerek seçimde bulunmak iddiası tuhaf kaçar. Burada yine seçme eylemini sınırlandıran, baskılayan yapıların geriletilmesi ve hiç değilse seçme eyleminin olağanlaşması ve meşruiyet sorununun çözümünde bir dayanak oluşturmasından söz edebiliriz. Burada veri olan "müdahalesizlik" yeni olan ise "müdahale"de bulunma hakkıdır. Yani siyasal karar alma süreçlerinde eski dünyaların yapıları, kararlara az sayıda olan imtiyazlıların dışındaki müdahaleleri istemez. Modern toplumlarda ise müdahale yavaş yavaş bir hak, hatta yükümlülük haline getirilmiştir. Bunun bir adı da "katılım" ya da siyasal etkinlik duygusudur. Esin kaynağı olan, yine devletsiz feodal dünyanın yerel karar alma pratiklerinden birisi, başat örneğini İsviçre kanton geleneğinde bulan doğrudan topluluk demokrasileridir. Bu, müdahalesiz fiyatlamalarla işleyen piyasaların canlandırdığı şehir hayatlarının meclislerinde de işleyecektir. Müdahalesiz ve eşitlikçi rekabete dayalı piyasalar kapitalist dinamikleri desteklemiş; ama ölçek artıran kapitalizmin tekelciliği ile ezilmişse; geç feodal bir gelişme olan siyasal katılım, modern ulus-devlet yapılanması içinde, dinamiğini kaybedecek, temsili ve dolaylı hale gelecektir. Zaman içinde, eşitlik üzerinden katılımın ölçeği artmış, ama tecrübî karşılıkları ve inandırıcılığı azalmıştır. Siyasal katılım hakkı elde etmek için harcanan siyasal enerji ne tuhaftır ki, bu haklar elde edildikten ve rutinleştikten sonra siyasal ilgisizlik, hatta siyasetten soğumalara kadar giden beklenmedik gelişmeler yaşanmıştır. Hâsılı kapitalizm müdahalesiz ve rekabetçi piyasaları nasıl ezdiyse, siyasal katılım ve etkinlik duygularımızı da o denli ezdi.
Bu ülkenin insanları yakında bir seçim yaşayacak. Garip olan, dünyada siyasal seçimlere en fazla ve en istikrarlı biçimde sahip çıkan kamuoylarından birisi de Türkiye'de. Seçimler bu defa hayli heyecansız olsa da; kimin kazanacağı aşağı yukarı belli olsa da katılım düzeyinin düşeceğine dair bir alamet yok. İyi mi, kötü mü bilmiyorum. Bildiğimi sandığım bir şey var: Seçerek çok az sayıda seçenek içinden bir şeyleri seçmiş olacağımızdan fazlaca kuşku duymuyorum. Güdümleyici diğer koşullar sabit kalsa bile seçimlerimizi bir birikimin içinden yaptığımızı ve sonuçlarının bir şeyleri pekiştirmeye matuf olduğunu ve bundan fazla bir şey olmayacağını düşünmekte zorlanmıyorum. Nihayet tercihlerimizin "yapılararası" ve "yapılar-içi" mücadelelerin içinde -mesela "devlet-sermaye" ya da "sermaye-sermaye" gerilimleri- şekillendiğini ve diğer yapılara hızla sirayet ettiğini söylemenin kehanetten sayılmaması gerektiğini söyleyebiliyorum. Sonuçlar hayırlı uğurlu olsun. Ama "siyaset" ve "sermaye"nin iki "tarihsel fenalık" olarak "aşkı" bunca kolonize etmesi gibi canımı en fazla sıkan hususu araya sokmaktan kendimi alamıyorum.
ZAMAN