Özgür olduğumuz için imtihan oluyoruz

Fikrinisoyle.net sitesinden gazeteci Aynur Karabulut, Haksöz Haber Genel Yayın Yönetmeni Kenan Alpay ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Röportaj: Aynur Karabulut - fikrinisoyle.net

Kenan Alpay kimdir?

Sakarya, Sapanca doğumlu gazeteci yazarım. Bir kadının kocası, dört çocuğun da babasıyım. Haksöz Dergisi ve Özgür-Der çerçevesinde faaliyetler yürütüyorum. 1988 yılından itibaren yani İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde okumaya başladığım dönemden itibaren genellikle İslami camianın içerisinde bulunmuş, duyguları, düşünceleriyle ortaklaşmış, zaman zaman o duygu ve düşüncenin bir biçimde sözcüsü ve eylemcisi olmaya gayret etmiş bir insan olarak tanımlayabiliriz.

Nasıl bir çocuktunuz? Çocuklukta hatırladığınız en bariz özelliğiniz nedir?

En bariz özelliğim olarak çok mutlu bir çocukluk ve gençlik hayatımın olduğunu anımsıyorum. Dedemin, babaannemin, amcalarımın, halamın olduğu büyük ve geniş bir ailenin içerisinde büyüdüm. İki katlı büyük bir bahçesi olan, bol bol misafir ağırlayan bir evde büyüdük. Bütün akraba ilişkilerimiz son derece sıkıydı. Bazen 3-5 günlüğüne bazen de 10-15 günlüğüne yatılı misafirler gelirdi evimize. Bunlar kim? dediğimizde akraba derlerdi ancak biz epeyce büyüdüğümüzde o akrabaların, sülalemizin en uzak ucundan insanlar olduğunu anlayabildik.

Akrabalık ve misafirlik ilişkilerinin çok sıkı işlediği bir ailede büyüdüm. Elhamdülillah ailemin ekonomik durumu son derece iyiydi. Ama ona rağmen asla şımarmamamızı, özellikle arkadaşlarımıza, kardeşlerimize dönük kibirlenme sebebi olacak bir gösterişe sapmaya sebep olacak bir davranışa kesinlikle müsaade edilmezdi. Geleneksel toplum modelinde herkesin söylediği gibi “alamayacaklar var, edinemeyecekler var” denilerek bazı şeyleri ancak evde yiyebileceğimiz ve yapabileceğimiz sıkı sıkı tembih edilirdi. Bu noktada babaannemin son derece kararlı, otoriter bir tavrı olduğunu söylemem gerekir.

Çünkü yetiştiğimiz dönemde babaanne, dede, hala, amca faktörü üzerimizde çok önemliydi. Ben annemi belli bir yaştan sonra tanıdım diyebilirim. Çünkü eğitim hayatımızla tamamen en küçük halam ve en küçük amcam ilgileniyordu. Öğretmenlerle onlar muhataptı. Neyi nasıl okuyacağız, bize alınacak hikâye kitapları, ansiklopediler ya da o zamanlar ders kitaplarını edinme sorunu vardı bu gibi konularda annem babamdan önce halam ve amcam ilgilenirdi.

Aşırı hareketli bir çocukluk yaşadığımı da söylemem gerekir. O zamanlar 10 -12 bin kişinin yaşadığı Adapazarı ve İzmit arasında küçük bir ilçe olan Sapanca’da geçti çocukluğum. Sapanca, Sakarya, Kocaeli, Bursa, İstanbul arasında geçen bir zaman dilimiydi. Akraba ziyaretlerinin zaman zaman gezilerin, fuara gitmelerin, cami ve türbe ziyaretlerinin bol olduğu, bazen de futbol maçlarına gitmelerinin çok olduğu hareketli hayat tarzıydı. Bunların dışında en önemlisi mahalledeki yaşam tarzımızdı.

Mahallemiz bir muhacir mahallesiydi. 1924 yılında mübadele ile gelen bir ailenin çocuğu olduğum için bizim mahallemizde ki hemen hemen herkes aynı pozisyondaydı. Selanik muhaciriydi. Selanik ve etrafından gelen ailelerin çocuklarıydı. Hayatımız onlarla iç içe geçti. Fakat Sapanca ve Adapazarı Balkanlardan ve Kafkaslar’dan gelen muhacirlerden müteşekkildi. Bu sebeple Laz, Gürcü, Çerkes, Arnavut, Boşnak, Kürt, Pomak, Tatar, Abhaz ve Roman ailelerin çocuklarıyla iç içe büyüdük. Okul dönüşü herkes bağa çıkardı. Bağ dediğimiz evlerin arkasının tepelere kadar meyve bahçelerinin, mısır tarlalarının olduğu çok geniş bahçelerin olduğu alanlardı. Yanımızda köpeklerle koşturup, bazen köpekleri kavga ettirip, sapanlarla ava giderdik. Bazen kavgaların bazen küslüklerin olduğu ama nihayetinde baba ve amcaların çoğunlukla abilerin devreye girmesiyle küslüklerin bitirildiği bir iklim içerisinde büyüdük. Bu iklim bize şöyle bir avantaj sağladı. Köylü değildik ama köye çok yakındık, şehirli değildik ama şehre çok yakındık. Belki de ilçede büyümenin vermiş olduğu biraz ufku açık biraz ufku dar bir çocukluğumuz oldu.

Onları da şöyle ifade etmem gerekir. Okuma yazmayı ben çizgi romanlardan öğrendim. Okula gitmeden okuma yazmayı öğrendim. Abimler çok okurdu. Biz de çarşamba günleri çıkan Kara Murat, Tarkan, Tolga gibi çizgi dergileri takip ederdik. Çarşıya inilirdi gazete bayisinden dergiler alınırdı. Teksas-Tommiks serisi olarak anılan çok sayıda çizgi roman okurduk. Evde radyo dinlenirdi, televizyon izlenirdi. Pikap ve kasalar dolusu plakların olduğunu hatırlıyorum. Çok eskilerden klasik sanat musikisi serisinden değişik sanatçılara ait plakların dinlendiği bir evde büyüdüm.

Dedem ve babaannem abdestli namazlı insanlardı. Annem de namazlı bir insandı diğer aile fertleri genelde cumadan cumaya namaz kılan, Ramazan’dan Ramazan’a oruç ve diğer ibadetler konusunda hassas olan, teravihe giden insanlardı. İslam’a karşı bir duygu ve duyarlılık olmakla beraber maalesef bilinç ve kimlik düzeyi çok zayıf ama kendini daha çok klasik merkez sol siyasete yakın gören insanların olduğu bir aile ile geçen mutlu, hareketli bir çocukluk geçirdim.

Anlattıklarınızı dinlediğimde her şeyin çok gerçek ve samimi olduğu bir ortamda yaşamış olmanın avantajlarını fazlasıyla yaşadığınızı hissettim.

Gerçekten çok samimi, sıcak ve yakın ilişkilerin hakim olduğu bir ortamın içerisinde büyüdük. Mesela sinemaya gidileceği zaman mahallede biz abilerimize emanet edilirdik. Onlar bizi sinemaya götürür onlar bizi eve getirirdi. Maç oynanacağı zaman ilçenin dışındaki stada gitmek için yine bu abiler bizi götürüp getirirdi. Mahalledeki abilerimizin öz abilerimiz gibi üzerimizde otoriteleri vardı. Biz o otoriteden rahatsız olmadığımız gibi aksine onların bizi koruyan, kollayan o otoritelerini kendimiz için bir güvence, bir ayrıcalık sayardık. Onları pek çok konuda örnek alırdık.

Bu süreçlerden geçen biri olarak, hayata bakış açınızı, felsefenizi neye göre belirlediniz diye soracak olursam o zaman Kenan Alpay’ı nasıl tanımlarsınız?

Elhamdülillah Müslüman bir anne babanın çocuğu olarak doğdum. Ancak annemizin ve babamızın ilmi anlamda yeterliliği yoktu maalesef. Fakat duygu, duyarlılık ve aidiyet anlamında Müslüman oldukları için bizim de o çerçevede diğer çocuklar gibi Kuran’ı Kerim öğrenmemizi, namaz kılmamızı isteyen bir aile yapımız vardı. Yetişmiş olduğum çevre bakımından bakıldığında insanların genellikle futbol, magazin, düğün, gezi ve bunlarla birlikte gösteriş kültürüne fazlasıyla teşvik edildiği bir iklimde yetiştik.

Bunların bizim üzerimizde belli oranda etkisi oldu. Çünkü hayata bakarken haram ve helalleri çok fazla bilmiyorduk. Haramlar belliydi belki içki içilmeyecek, domuz eti yenilmeyecek gibi başlıklardı ama ötesinde hassas anlamda biz Hududullahı bilen bir insan olarak yetişmedik maalesef. Ancak uzunca bir zaman diliminden sonra hayatın, insanın sadece Allah’a aidiyete göre değerli olduğunu öğrenmeye başladık. Birkaç yıllık zaman dilimi içerisinde anlamaya, öğrenmeye çalıştık. Bu noktada Kur’an-ı Kerim ve mealini okuma, siyer bilgisine, sahabenin hayatına vakıf olma noktasında adımlarımız oldu. Bununla birlikte aynı zamanda yaş ve dönem itibariyle de siyasal olay ve gelişmelere de ilgi, alaka oluşmaya başladı.

Çünkü İran-Irak savaşı oluyormuş ama kim kiminle savaşıyormuş ben bilmiyordum. Evet Afganistan da bir işgal olduğunu gazetelerden, televizyonlardan zaman zaman görüyorduk ama işgal niçin yapılıyor, direnenler kimdi, niçin direniyorlardı? Maalesef hiç bilmiyordum. Bunları lise son sınıfa geçtiğimde kısa dalga yayın özelliği de olan bir radyo-teyp satın aldıktan sonra öğrenmeye başladım. BBC, Tahran’ın Sesi, Moskova’nın Sesi hatta Vatikan’ın Sesini bile dinleyip takip eder, anlamaya çalışırdım. Evet bizim eve çok gazete girerdi. Gazete okuyan, biraz siyasal bilgi, bilinci, tavrı önde olan bir aileydi ama piyasada işleyen bilginin biraz ötesine geçen şeylerdi bunlar. Bu radyolardan kendimce aktüel bilgilerin dışında ne var, o bilgilere rağmen işleyen dünyada neler oluyor, neler bitiyor şeklinde ki merak duyguları beni bu dış dünyaya fazlasıyla ilgili kıldı. Böylece henüz lise 2. Sınıf öğrencisiyken küçük bir radyo sayesinde Sapanca’dan dünyanın en uzak uçlarına, bambaşka tartışmalara yelken açıyordum artık.

Her akşam insanlar oturup önce haberleri ardından da klasik dizileri izlemeye başladığı bir ortamda ben ailemin oturduğu büyük salonun dışında, arka odada radyo dinlemeye başlardım. O radyodan kimi zaman dinlediklerimi not ederdim kimi zamanda dinlediklerimi ses kaydı olarak alırdım ve bir kez daha dinlerdim. Böylece Batı dünyasını da İran da olan İran devrimini de ya da Vatikan’dan Türkçe olarak yapılan misyonerlik faaliyetlerine de dikkatle kulak kesilirdim. Bunları dinleyerek ne olduğunu ne bittiğini anlamaya çalışan bir insan oldum. Aslında küçük yaşlarda böyle bir duygu ve düşüncemiz yoktu. Ailemizin de bize yüklediği bir misyon yoktu. Yani herkes gibi biz de büyüyüp, okulumuzu bitirip artık memur mu olacağız, babamızın dedemizin yolundan gidip esnaf mı olacağız şeklinde seçeneklerimiz hazırdı. Kesin olarak şu olunacak denilmese de o seçenekler içerisinde böyle bir bilgilenme ve bir analiz süreci de yoktu.

Allah’ın takdiri ile olan şeyler bizim hayatımızı değiştirdi. Lise ikinci sınıfta bizi gerçekten İslam’ın hakikati temsil eden, İslam’ın hayatın, dünyanın bütün veçhe ve cephelerini kapsayan, kavrayan, bunlara hitap eden niteliğini gösteren bir hocamızla tanıştık; İbrahim Gülden Allah kendisinden razı olsun. Bizi bu bilgilerle donatma, aydınlatma, istikamet yolunda yürütme noktasında çok ciddi faydaları oldu. İstanbul’dan gelen mühendis Serdar Duman abimizin de bize çok önemli katkıları oldu. Çünkü biz ancak onunla tanışıp düzenli ve sistematik şekilde okuma faaliyetlerine başladıktan sonra siyasal aklın ne demek olduğunu anladık. Seyyid Kutup’u, Mevdudi’yi, Hasan el Benna’yı, Hamidullah’ı, Ali Şeriati’yi onunla tanıyıp okumaya başladık. Meslek lisesinden okuduğumuz için hiç haberimizin olmadığı hadis usulü, tefsir usulü, fıkıh usulü gibi konu ve kitapları ilk kez onunla ders olarak işledik. Filistin’den Afganistan ve İran’a kadar İslam coğrafyasına karşı doğan ilgimizde onun kılavuzluğu ve desteği belirleyici oldu.

O dönemde ya Demirelci ya Ecevitçi ya Türkeşçi ya da Erbakancı olurdunuz. Temelde dört seçenek vardı. O dört seçenek dışında siyasal bir akım, siyasal bir mücadele en azından bizim hiç göremediğimiz bir boyuttu. Serdar abinin katkıları ile ciddi anlamda hayatı kavrama noktasında siyasal aklın ne olduğunu, siyasal usulün, mücadelede yöntemin, temel kaynaklara dair literatürün ne olduğunu anlamaya başladık. O vesileyle ancak Mısır, Filistin, Afganistan, İran, Moro, Eritre ve Uzak Asya, Filipinler’de ki İslami mücadeleden haberdar olmaya başladık.

Onlar bizim dünyaya, hayata bakış açımızı, mücadeleye bakışımızı parça parça ilmik ilmik ören, şekillendiren, yapılandıran bazen eksik bazen fazla bazen duygusal bazen analitik bir biçimde hareketlerimizi sağlayan unsurlar oldu ve netice itibari ile Kenan Alpay İslami bir kimliğe ait, İslami bir kimliğe sahip, İslami bir mücadelenin içerisinde olmayı tercih etmiş bir insan olarak hayatına yön vermeye çalıştı.

Ve hala sorgulayarak devam ediyor diyebilir miyiz?

Aynen öyle sorgulayarak devam ediyorum. Çünkü yaptığımız, düşündüğümüz, konuştuğumuz sözleri, davranışları, ilişki biçimlerini sorgulamamak bir noktada muhafazakarlaşmak, statükocu olmak, donup kalmak anlamına geliyor. Oysa bizim Hz. Peygamber Aleyhisselam’ dan öğrendiğimiz çok temel bir prensip vardır: “İki günü eşit olan zarardadır.”

O yüzden biz iki günü denk olmayan bir mümin olarak üretmeye, geliştirmeye gayret ediyoruz. Bunların hepsini de karınca kararınca vurgulamamız icap eder.

Günümüz Türkiye’sinde sizi en çok rahatsız eden durum ve konular nelerdir, neden?

Günümüz dünyası rahatsız edici birçok olayla karşımıza çıkıyor. Yeni bir olay değil. Bazen iyiliklerin bazen de kötülüklerin arttığını görebiliyoruz. Her hâlükârda iyilik ve kötülük arasındaki savaş devam edecek, ediyor da. Mesele iyiliklerin ne kadar arttığı, kötülüklerin ne kadar geriletildiğidir.

İnsanların mutsuz, huzursuz, hayatın anlamını bulamamış ya da hayatın anlamını terk etmiş olmaları hakikaten son derece üzücü ve rahatsız edici. Çünkü insanların bir kısmı hedef olarak tamamen dünyevi menfaatleri merkeze koyup adeta “ahiret günü var mı, yok mu?” gibi en kritik, en hayati meseleleri bile boşlamış durumda.

Bunun hesabını hiç yapmaksızın sadece bu dünya için çalışan, bunun içinde haramı helali gözetmeksizin haklı olmayı, haksız olmayı ayırt etmeyen sadece kazanmaya, tüketmeye, güce, gösterişe, kibrini gururunu egosunu tatmine yönelen insanve toplum tipi son derece rahatsız edici. Bunun tezahürü var tabii ki. Toplumda her gün şu kadar cinayet, gasp, yaralama haberleri ile yüz yüze gelmek rahatsız edici ve sarsıcı. Olay sadece kadına yönelik şiddet ile sınırlı değil, kadına şiddet çok önemli bir sorun ama hayvana, anneye, babaya, çocuğa, insanın kendine yönelik şiddet yönelimi hızla yaygınlaşıyor.

Her gün bu kadar intihar haberlerinin çok olması aslında içinde yaşamış olduğumuz toplumun ve dönemin ne kadar büyük bir buhranı temsil ettiğini de gözler önüne seriyor. Bunların nedeni işsizlik, ekonomik sorunlar, eğitim sorunu olabilir ama aynı zamanda bir insanlık sorunu olduğunu da gözlerden kaçırmamamız gerekiyor. Olaya yaklaşırken oradan ideolojik bir argüman elde etmek yerine olayı öncelikle anlamaya ve o olayın giderilmesine yönelik bir tutum almamız gerekiyor.

Biz buna Kur’an-ı Kerim’in, Hz. Peygamberin (a.s.) ifadesiyle ıslah edici tavır ve tutum diyoruz. Birilerinin üzülmesi, mağdur olması maalesef toplumda birilerinin sevinci olarak karşımıza çıkıyor. Birinin öldüğünü, hasta olduğunu, iflas ettiğini gören kimileri alkış tutup, oh olsun makamından, canıma değsin frekansından yayınlar yapıldığını görüyoruz. Bu tür kompleksli duygu ve tutumlar insan olmanın asgari düzeydeki ahlaki vasıflarını kaybetmiş olmayı işaretler. En çok buna üzülüyorum. Her gün üzülecek onlarca, binlerce olay var tabi Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Afrika’nın değişik bölgelerinde öldürülen, yurtlarından sökülüp atılan insanlar var.

Mısır’da yüzbinlerce insanın cezaevinde tutulması ve gencecik insanların ağır işkencelerin ardından idam edilmesi sahnesi, Afrika, Orta Asya’da, Balkanlar’da, Latin Amerika’da ayrı dertler var. Zulmün, zalimin egemen olduğu bir dünyada rahat yüzünün olması mümkün değil. Bazen iklim değişikliği, bazen kuraklık, sel felaketi ama bazen de işgal, katliam, tehcir gibi zalimane politikalar olarak karşımıza çıkar. Bugün içinde yer aldığımız tablo çarpık bir tablodur. Maksadımız bu çirkin tabloyu gidermek ve yerine beni, bizi, hepimizi mutlu edecek bir tablonun çıkması için gayret etmek olmalıdır.

Peki az önce saydığınız Mısır’dan Suriye’ye birçok zulüm altında olan mazlum coğrafya için Türkiye olarak üzerimize düşeni doğru adımlarla yapabildik mi yoksa eksik mi kaldık? Özellikle Suriye başta olmak üzere Türkiye’nin bu coğrafyalarla ilgili politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Suriye politikasına ilişkin değerlendirmeler farklı düzeylerde tartışılabilir ama Suriye, Mısır, Irak, Azerbaycan meselesinde Türkiye 1923 ten sonra tarihinde hiç olmadığı kadar despotik rejimlerin karşısında, mazlum halkların yanında olmaya matuf kritik ve yüzümüzü ağartan güzel adımlar attı. Bunu görmezden gelip itibarsızlaştırmayı da ben son derece çirkin politik bir propaganda olarak görüyorum.

Eksik ve hataları konuşabiliriz ama Suriye’de eğer Türkiye Hükümeti Esd/Baas rejiminin yanında dursaydı Suriye’deki yıkım ve ölümlerin daha fazla artmasından başka bir sonuç bekleyemezdik. Türkiye eğer Mısır’da darbeyi destekleyen bir tutum alsaydı, ticari anlamda Mısır’la ilişkiler yoğun bir şekilde artar, bölgede iyi bir pazar yeri elde edebilirdi ama itibarı, onuru da hiç olmadığı kadar yerin dibine geçerdi. Ve belki de biz nesiler boyunca alnımızda o kara lekeyi taşımak durumunda kalırdık. Bu sebeple Cumhuriyet Tarihi’ni hasbelkader okuduğumu, dış politikasını takip ettiğimi zannediyorum, oradan hareketle şunu çok rahat bir şekilde söyleyebilirim ki; Türkiye artık Amerika ve Avrupa’nın lejyoneri olarak hareket eden, Batı’nın ileri karakolu olmayı kabul eden bir ülke değildir. Bir emirle herhangi bir yerdeki işgale ortak olacak, askeri darbelere meşruiyet kazandıracak, işgal ve katliamların destekleyicisi olun denilecek bir ülke değildir. Aksine Avrupa, Amerika ya da bölgedeki despotik rejimlerinin rahatsızlığının kaynağının çok büyük oranda Türkiye’nin kontrolden çıkan bir ülke, talimatla hareket etmeyi reddeden bir devlet olmasıdır. Batı’nın Türkiye için biçtiği rol “ne çok küçük ne çok büyük, orta standartta tampon bir ülke” modeliydi.

Onlar biraz orta ayar hatta orta ayarın altında, kullanıma elverişli bir ülke istiyorlardı ama hamdolsun o istedikleri, hedefledikleri Türkiye modelini elimizin tersi ile ittik. Bağımsız, özgür, adil bir ülke olması için gayret ediyoruz. Bu demek değil ki Türkiye’de bütün işler yolunda gidiyor, güllük gülistanlık.

Sorunlar var, herkesin dilinde ehliyet, liyakat meselesi son derece önemli bir tartışma alanıdır. Bu sorunun muhakkak suretle giderilmesi gerekiyor. Aynı zamanda rüşvet meselesi, insanların lüks tüketime, haksız kazanca olan ilgi alakaları utandıran bir iklim oluşturuyor. Bunlar aslında öteden beri medeniyet vurguları yapan, adalet ve merhamet vadeden siyasi bir çizginin içerisinden gelen toplum kesimlerinin adeta söylediklerini unutarak, söylediklerini kendi elleri ile yok edercesine yapmış oldukları hareketlerle bizlerin de mahcup olmamıza sebep oluyorlar.

Neden?

Osmanlı birçok camide kuş evleri yapardı, muhaciri kollardı, sadaka taşları bu amaca hizmet ederdi, evlendirme vakıfları vardı ve bunlar sıkça dile getirilirdi. Bunları bugün dile getirmek, reklamını, propagandasını yapmak başka bir şeydir şehri, siyaseti, toplumu, ülkeyi bu amaca uygun biçimde dizayn edecek sağlam ve tutarlı adımlar atmak başka bir şeydir.

İslam medeniyetinin edebiyatını yapıp İslam medeniyetinin ortadan kalkmasına değilse bile gölgede kalmasına adeta erişilmez bir nostalji olarak yaşamasına hizmet edecek adımlar atmak çok yaman bir çelişki, çok boyutlu bir intihar olur ancak.

Mesela ne gibi adımlar, örnek verebilir misiniz?

En başta İstanbul’un durumuna bakalım. Bir beton yığınını oluşturan kaotik bir manzara duruyor karşımızda. Bu gibi konuların sebeplerini, yolu açan aktörleri ve taşları döşeyen faktörleri konuşmadığımız durumda sadece sonuçları konuşmak ve kesintisiz bir biçimde şikayet etmek zorunda kalıyoruz.

İntiharlar, boşanmalar, evi terk eden insanlar, evlenmek istemeyen, evlenemeyen gençler, cinsel birtakım sapkınlıklar, uyuşturucu bağımlılıkları, cinayet, gasp, hırsızlık gibi suçların hızla artış göstermesi bununla birlikte bunları yapmayanların da magazin ve futbol kültürüne tutkun, müptela bir biçimde adeta amaçsız bir hayat sürmeleri. Şimdi böylesi bir toplumdan; esaslı fikirler, sarsıcı edebiyat ürünleri, ufuk açıcı felsefe metinleri, bireysel ve toplumsal coşkuları şaha kaldıran şiirler çıkması hiç de kolay değil. Daha ötesi örnek ve öncü insanların çıkması kolay değil. Öncelikli amacımızın bu örnek ve öncü insanların sayısını çoğaltmak ve toplumu gerçekten adalet, merhamet toplumuna dönüştürmek olması gerekiyor.

Toplum adalet ve merhamet temelli ilişki kurmazsa o zaman biz her gün türlü işkencelerle işlenen kadın cinayetlerini, hayvanlara kuyruk ve patileri kesilerek işkence edildiği, üç beş kuruş için yaşlı kadınların darp edildiği, huysuzluk yaptı diye yaşlı adamların eczaneden atıldığı, yayaya arabanın çarpıp durmadan kaçtığı, kan donduran çocuk cinayetleri işlendiği gibi korku filmlerini andıracak birtakım suçların detaylarını okumaya, dinlemeye talim eder dururuz. Suçların detaylarını okumaya, dinlemeye, izlemeye, konuşmaya başladıkça aynı zamanda onlara karşı toplumda hızlı bir duyarsızlaşma söz konusu olur. Böylece biz kalpleri katı, vicdanları taşlaşmış bireyler ve toplumlar haline dönüşmüş oluruz.

Mimariden, iyilikten, örnek davranışlardan bahsederken hep geçmişten örnekler sunabiliyoruz. Ama gençlere yeni bir şey sunmuyoruz veya sunuyor muyuz bunun bu saydıklarınızla bir ilgisi var mı?

Yeni bir şey derken söylem çok önemli. Gençler her şeyden önce rol model arıyorlar. Sözüyle davranışı birbiri ile uyumlu, aklen ve kalben cazibe merkezi olan insanlar arıyorlar. Ergenlik döneminde gençler anne-baba veya akrabalarına değil de daha çok yaşıtlarına bakıyorlar ve orada karşımıza birtakım modeller çıkıyor.

Bugün gençlerin rol modelleri kim diye sorduğumuzda karşımıza youtuberlar çıkıyor. En saçma mevzuları tartışma konusu yapıp beğeni toplayıp toplumun, gençlerin rol modeli olmuşsa, dizilerde yer alan karakterler, eşini aldatan, aile içerisinde son derece ahlakdışı ilişkilere yönelen insanlar topluma rol model olabiliyorsa, magazin kültürü bütün bunları meşrulaştırabiliyorsa yanlış giden çok şeyler var demektir. Şarkıcı, manken, oyuncu veya sanatçı etiketi kullanan magazin kültürünün fenomenleri aklen ileri veya ahlaken olgun oldukları için değil akli ve ahlaki tüm değerleri ayaklar altına alabildiklerine dair rezilce paylaşımları dolayısıyla toplum tarafından takibe alınıyorsa sosyolojik kıyameti yaşıyoruz demektir.

Normal şartlarda toplumu bu tür sapmalardan korumanın yollarını aramamız gerekiyor.

Burada araya girip şöyle sormak istiyorum. Biz burada tam olarak neyi sorgulamalıyız?

Her şeyi sorgulamamız gerekiyor. Medyanın, siyasetin, caminin, okulun, akademinin misyonunu, profesör veya uzman, hoca veya hocaefendi diye ortaya çıkartılan reytingi bol ekran yüzlerini sorgulamamız gerekiyor. Her şeyden öte kendi hayatımızı, kendi hedeflerimizi sorgulamamız gerekiyor. Kendi hayatını, hedeflerini sorgulamayan, kendini doğru düzgün bir rotaya oturtmayan, önüne sağlıklı bir yol haritası koymayan bir insanın başkalarını tartışmasının getireceği bir fayda olmayacaktır. O yüzden normal olan şey bizim fıtratımız ile tanışıp barışmamız ve fıtratımıza uygun hareket etmemizdir.

Peki fıtratın değişmez gerçekleri nelerdir?

Bütün varlığımızla Allah’a ait olduğumuzu yakinen bilmek, sadece Alemlerin Rabbi’nin kulu olduğumuza ve ancak O’nun merhameti, lütfu sayesinde yaşadığımıza iman etmek fıtratın çağrısıdır. O’nun inayetine mazhar olursak hem bu dünyada hem de ahirette mutlu olabileceğimizi idrak edersek, kurtuluşa, selamete ermek için onun rızasına uygun olmayı şiar edinirsek o zaman en hayırlı işi yapmış oluruz.

Bunun için ne olması lazım?

Egoist birey ve toplum problemini çözmemiz gerekir ilk elde. Mutlu etmeyi şiar edinemeyen birey ve toplumun asla mutlu olamayacağı gerçeğini tüm benliğimizle içselleştirmemiz gerekiyor. Bu sebeple mutlu ve mesut olmak, Allah’ın rızasını kazanmak istiyorsak yakınımızdan başlayıp en uzağa erişmek üzere yetimlerin, yoksulların, yolda kalmışların, dulların, hastaların, muhacirlerin, çaresiz insanların dertlerine derman olmak üzere sürekli aktif olmamız gerekiyor. Ve belki de en az onlar kadar çaresizliğini bilemeyen, dert ortağı olacakve sırrını paylaşacak dost arayan insanlar var. Eğer biz sadece eğlenceye, zevke, safahata, kafe, futbol, magazin, eğlence, gösteriş kültürüne saplanıp kalırsak (ki toplumun önemli bir kesimi maalesef tüketim ve teşhir kültürüne ram olmuş durumda) tarih en acı biçimde tekerrür eder ve toplumsal çöküşün önü alınamaz.

Anı yaşama kültürü dediğimiz şey hedonizmdir aslında. Zevk için her şeyi meşru, keyif için her yolu mubah sayan sapkın ve salgın bir hastalık çıktı ortaya. Oysa zevk veren, haz veren her şey nasıl meşru olabilir ki?Hazzın fıtri bir ölçüsü, meşru bir çerçevesi yok mu sanılıyor? İşte mevcut egoist ve hedonist kültürden kurtulup akrabalarımızı, komşularımızı, iş arkadaşlarımızı kuşatacak hayırlı birtakım ameller ortaya koymamız gerekiyor. Eğer biz başkasının derdi ile dertlenirsek Allah o zaman sırtımızdaki dertleri alıyor. Başkasının derdine, sorununa, sıkıntısına deva olmaya yönelirsek Allah da bizim dertlerimize deva olur.

1980’li yıllardan itibaren maalesef kapitalist kültürün dilimize, perspektifimize, hedeflerimize egemen olmasıyla birlikte bizler tamamen kapitalisttoplumlar gibi düşünmeye başladık. “Gemisini kurtaran kaptandır, köşeyi dönen başarılıdır”diye düşünmeye başladık. Öncelikle bu türden sömürgeci mantığı, hedonist yaklaşım biçimini reddedip fıtratımıza uygun yaşamamız gerekiyor. Aksi durumda toplumun huzursuzluğunun önüne geçmek kanaatimce mümkün olmayacaktır. Bazen insanlar “ben ne kadar güçlenirsem ne kadar zenginleşirsem o kadar kimseye ihtiyacım kalmaz” diye düşünüyor. Oysa insanın kimseye ihtiyacının kalmaması demek aynı zamanda dostsuz, arkadaşsız, sırdaşsız kalması ve yalnızlaşması demektir. Biz bu yalnızlaşma sürecine aynı zamanda “yabancılaşma” süreci diyoruz.

Sosyoloji okumuş biri olarak normal şartlarda intihar ve boşanma meseleleri her zaman gündemimizde oldu. İntiharın istatistiği gidişatın sağlam habercilerindedir.Ancak istatistikten başka çok konuşulacak tipte sükseli intiharlar çıkıyor karşımıza. Ardından konuşulacak, insanların “vay be!” demesine vesile olacak intiharlar modası çıktı ortaya.

Peki bu gibi vakalar niye artış gösterdi?

Bu insanlar “ben kimim, niçin yaşıyorum ve hayattaki amacım nedir?” gibi varoluşsal sorulara doğru cevaplar bulamamışlar. Belki de bu cevapları hiç aramamışlar veya bulduklarını sanırlarken kaybettiklerini fark etmişler. Bu durumda dünyaya ama hassaten ahiret yurduna ilişkin hedefsiz bireyler ortaya çıkıyor. Hedefsiz birey, hedefsiz aile, hedefsiz toplum. Yeterince hedonist olamayan insanlar normal ve makul insanlar gibi yaşamak yerine kurtuluşu intiharda arayabiliyorlar.

O zaman bu anlattıklarınızla tekrar sorgulamanın önemini vurgulamış oluyoruz. İnsanı insan yapan en önemli etken sorgudur bir yerde ama fazla sorgulamanın da zararlı olma ihtimali var mı?

Neticede sorgulamak gerekiyor ama ‘septisizm’ yani ‘mutlak şüphecilik’ boyutunda bir kısır döngüye davetiye çıkarmak da doğru değil. Mutlak şüphecilik diye adına mezkur felsefi yaklaşım esaslı bir zihinsel bir hastalıktır. Hakikati arayan bir felsefe değil bilakis hakikati yok sayan, imkansız addeded basbayağı bir hastalık. Nasıl ki dogmatizm saplantılı bir şekilde bir şeyin kesin doğru olduğuna inanan zihinsel bir hastalıksa septisizm de asla doğrunun olamayacağına inanan bir hastalıktır. Çünkü şüpheyi mutlaklaştırıyor. Biz dogmatizm ve septisizm arasında hakikati arayan bir yolda gideceğiz.

Allah-u Teâlâ bize ve bütün insanlara akıl ve kalp, göz ve kulak gerçeğini unutmamalıyız. İnsanların birbiri ile istişare ederek daha doğruyu, güzeli, iyiyi keşfedeceğine inanıyoruz. O zaman yapılması gereken şey geleneği kökten reddedip meydan okumak değilanaliz etmektir. Geleneğin içerisinde iyi ve kötü, lüzumlu veya lüzumsuz da vardır. İyi ve lüzumluyu tutar, kötü ve lüzumsuzu atarsınız.

Modernlik için de aynı usul takip edilir. Modern olanın da iyi ve kötü, lüzumlu veya lüzumsuzu vardır. Dolayısıyla geleneğe uyguladığımız mantığı modern olana da uygulamak durumundayız. İyi ve doğruyu tut, kötü ve lüzumsuz olanı at. Burada Müslümanların 21. Yüzyılda yapması gereken şey ne olursa olsun analitik yani çözümleyici bir yaklaşımla davranarak hareket edip, adım atmaktır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) “ilim Çin’de dahi olsa onu alınız” buyurdu. Nebevi Sünnet’te “Hikmet müminin yitik malıdır” yani kaybolmuş malıdır deniliyor. Hikmet neredeyse mümin olan kişi hikmete yitik, kayıp muamelesi yapacak ve onu sahiplenecek. Onun için Batı’dan mutlak kötülük, Doğu’dan mutlak iyilik gelir diyemeyiz. Her taraftan iyilik de kötülük de gelebilir. Neden? Çünkü “Doğu da Allah’ındır Batı da”. Ama bir vaka var ki “biz yüzümüzü nereye dönersek dönelim Allah’ın yüzü karşımızda duruyordur”. İşte burada mü’minlerin de gayba, ahirete, meleklere iman bilincini asla hafifletmeksizin yollarını çizmesi gerekiyor.

Çünkü eğer beni Allah-u Teâlâ’nın takip ettiğini, bildiğini, işittiğini, hesaba çekeceğini unutursam her türlü kötülük başımıza gelecektir. Hatta biz kötülüğe koşar adım gideriz. Kötülüğü, günahı, suçu elde etmek için adeta seferber oluruz.

Bundan korunmak için neler yapmalıyız?

Evet yapacağımız şeyler var. Hasta ve akraba ziyaretleri ama özellikle de mezarlık ziyaretleri bizden önce geçen kuvvetli, saltanatlı, varlıklı insanların önümüzde cansız bir biçimde toprağa karışmış olduğunu görmek kalbimizi yumuşatır. Ölümü, hastayı, acziyeti, yetimi, yoksulu gözümüzden ve çevremizden silip atarsak bu durumda kalbimiz nasıl yumuşasın?

Aksine kalbi katılaşır değil mi?

Evet, kalp katılaşıp, taşlaşacaktır. Kalbin taşlaşması demek küfre davetiye çıkarması demektir.

Bir yerde ölçüsüzlüğe mi götürüyor bizi? Baştan sona anlattıklarınızı dinlediğimde sorgulama dahil ölçünün aslında ne kadar kıymetli olduğunu algıladım.

Aynen, Allah-u Teâlâ yerleri ve gökleri bir ölçü, mizan üzerine yarattı. Güneşin dünyaya, dünyanın güneşe uzaklığı bir ölçü üzerinedir. Mevsimlerin oluşması için dünyanın eğimi olan derece de bir ölçü üzerinedir. Biraz daha dik veya eğik olsaydı mevsimlerden başlamak üzere dünya pek çok açıdan bu şekilde olmayacaktır.

O zaman Allah-u Teâlâ’nın evreni yaratırken ortaya koymuş olduğu kabaca söyleyecek olursam bir matematik, geometrik düzen var. O matematik ve geometrik düzen üstün bir aklın ve kudretin tecellisi olduğu kadar aynı zamanda bir merhametin de tecellisidir. Allah-u Teâlâ’nın sonsuz merhameti olmasaydı o zaman biz göremez, işitemez, koklayamaz, tadamaz, hissedemez hatta sevemezdik.

Neden?

Çünkü bütün bunların hepsini bize lütfeden, nimet olarak bahşeden sadece ve sadece Alemlerin Rabbi Allah’tır. Bugün Müslüman camianın ölümden kaçar gibi sakınması gereken yapması gereken şeyler polemiktir, birilerinin açığını bulup teşhir etme tutkusudur, tecessüs peşinde koşma takıntısıdır, laf taşıyıp durmaktır, insanların tarzları ve kişilikleri ile alay etmek kibri gibi hastalıklardır. Mesele ibret almak ve dünyaya, insana ibret nazarıyla bakarken ibreti aynı zamanda etrafımızdaki insanların nazarına takdim etmektir. Hikmeti yani ibret duygusunu kaybetmiş bir insan davetçi olma vasfını da kaybeder.

O yüzden bugün ekran yüzü haline gelen bazı “hocalar” toplum nezdinde haklı olarak davetçi veya tebliğci olarak değil de çoğu zaman karikatür, muhbir, istismarcı, mizansenci, pazarlamacı şeklinde algılanıyor. İnsanlar size, bana, bize baktığı zaman neden Allah’ı hatırlamıyor, neden namaza veya infaka özenmiyor da Müslümanlardan nefret ediyor sorusunu sormak durumundayız.

Eğer insanlar bize bakıp ta namaza, oruca, infaka, yetime, yoksula, yolda kalmışa yardıma koşmuyorsa o zaman tepeden tırnağa kadar kendimizi sorgulamamız lazım. İnsanlar eğer bize bakıp daha beter küfre, sekülerizme, pozitivizme, ulusalcılığa koşuyorsa o zaman demek ki burada yanlış giden çok şeyler var.

O zaman Müslümanlığın hakkını tam olarak vermemişiz, üzerimize düşeni gereğince yapmamışız anlamına geliyor.

Aynen o şekilde oluyor. Burada mesele Kuran’ı anlatmak değil Kur’anı büyük bir ahlak üzere yaşamak ve talim etmektir. Bu önemli bir nokta mesela Milli Eğitim Bakanlığı’nın stratejik daire başkanlıklarından birinin adı “Talim ve Terbiye”dir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.) amacı neydi? Kur’anla sahabeyi ve daha sonra gelen bütün nesilleri talim ve terbiyeye tabi tutmaktı.

Oysa Kuran bir kelam konusu yaparsak, ilahi vahyi mesajını bir tarafa bırakıp kelami tartışmaların nesnesi haline getirir ve yarışma programlarında güzel okunacak güfte haline indirgersek bu durumda Allah’u Teala bize indirmiş olduğu lütufların bir kısmını geri çeker. Belki yine varlık içinde yaşayabilir ve gösterişli evleriniz, son model arabalarınız olur. Atalarınızın hiç sahip olmadığı imkanlara sahip olursunuz, bir eliniz yağda bir eliniz balda olur. Ancak Allah kalplerden huzuru, sükûneti çekti mi elde etmiş olduğunuz imkanların yüz misline bile sahip olsanız stresten, depresyondan, yabancılaşma duygusundan asla kurtulamazsınız.

En temelde talip olmamız gereken şey rabbimizin kalbimize indirmesini beklediğimiz sükûnettir. Kur’anda zikredildiği üzere kalplerimiz ancak Allah’ı anarak, zikrederek huzur ve sükûnet bulacaktır.

Bugün bu toplum huzursuz bir toplum. Rızkından, maaşından, evinden, arabasından, eşinden, çocuğundan, kardeşinden, annesinden, babasından, akrabasından, komşusundan huzursuz. Herkes birbirinden huzursuz. Neden? Çünkü kalplerde sükûnet yok.

Aynı zamanda tahammülsüz bir millet olduk. Sabrımızı yitirdik.

Evet modern toplumlar iyice tahammülsüz ve sabırsız. Neden? Çünkü sabrın namaz gibi, oruç gibi, infak gibi bir ibadet olduğunu unutmuş bir toplum tabii ki tahammülsüz olur, saldırgan ve panik atak karakterler arz eder.

Evet belki bilim ilerledi, imkanlar arttı. Ama kalbin ihmal ve ihlal edildiği bir vasatta bilim asli sorunlarımıza çare olamıyor. Çare olsaydı eğer Amerika toplumu cidden bu işin üstesinden mükemmel bir biçimde gelirdi. Dünyada bulunan seri katillerin %80 den fazlası Amerika da yaşıyor. Ve bu insanlar maktulleri niçin öldürdüklerini çoğu zaman bilmiyorlar bile.

Ortadoğu’da, Müslüman beldelerinde yaşadığımız sıkıntılara baktığımızda sorun sadece düşmanın çok güçlü olması mı? Müslümanlar olarak bizim hiç kabahatimiz yok mu?

Düşman güçlüdür, kudretlidir, kalabalıktır ancak müminlerin yaşamış olduğu zaafların bir kısmı düşmandan kaynaklanıyor olsa bile önemli bir kısmı da iç dinamiklerden kaynaklanıyor. Bölgemiz kan gölü. Müslümanlar gerçekten çeşitli zulümlere maruz kalıyor.

Amerika, Rusya, Çin, İsrail faktörünü göz önünde bulundurmalıyız ama en az onlar kadar İran, Suudi Arabistan, Mısır’da ki Sisi Cuntasını, Suriye’de ki Esad Cuntasını, Cezayir’de ki Askeri Cuntayı da gündeme getirmemiz gerekiyor. Esad hanedanının Suriye de öldürdüğü insanları İsrail 60 senede öldüremedi. Mısır zindanlarında Nasır, Enver Sedat, Hüsnü Mübarek ve Sisi’nin meydanlarda, zindanlarda katlettiği insanları İsrail bugüne kadar öldüremedi.

Bizi bize vurdurttular

Biz burada İsrail’in günahlarını azaltmak, Siyonist işgal ve katliamları küçültmek için konuşmuyoruz. Fakat yaşadığımız büyük dram sadece Emperyalizm’den, Siyonizm’den kaynaklanmıyor. Müslümanların önündeki en önemli barikat despotizm barikatıdır. Despotik rejimlerin adının cumhuriyet, sultanlık, kraliyet, sosyalist rejim olmasının bir önemi yok. Çünkü önemli olan halkın iradesine önce onların çöktüğünü görebilmektir.

Nedir önemli olan?

Önemli olan bunların adaletten uzak olması, halka düşman bir yapılanma içerisinde olmasıdır. Despotik rejimlerde ordunun, emniyetin, bürokrasinin, yargının halka rağmen yapılanmış olmasıyla daha başlamadan maça mağlup çıkıyoruz. Eğer bu unsurlar bir arada ise ister adı cumhuriyet, sosyalist rejimler, Arap Cemahiriyesi, Suud saltanatı olsun fark etmez. Burada dikkat edilmesi gereken unsurlardan bir tanesi de bu bölgenin ateşe verilmesi hususunda despotik rejimlere yüklenmiş misyondur.

“Amerika defolsun, Çin kahrolsun, İsrail yıkılsın” tamam ama bir de o rejimlerin bölgemizde ileri karakolu gibi hareket eden rejimler var. Onlar ne olacak? Mesela Suudi Arabistan’da ulemanın yüzlerce güzide temsilcisi, yüzlerce davetçi cezaevlerinde inim inim inletiliyor.

İran’a baktığımızda bir tarafta yolsuzluk, hırsızlık yarışında petrol gelirlerini yağmalayan sarıklı sakallı mollaların yönettiği bir oligarşi. Öbür tarafta devrimin kurucu kadrolarının hemen hepsinin cezaevlerinde ya da ev hapislerinde çürütüldüğü bir İran tablosu var. İran’a, Suudi Arabistan’a özenip Müslüman olan, güvenen bir toplum var mıdır? Aksine insanlar bu despotik karakterli yolsuzluk rejimlerine bakarak İslam’dan, Müslümanlardan nefret ediyordur.

Peki bizi bu sözü geçen rejimler ve emperyalist güçler nasıl oluyor da mezhepçilik faktörü üzerinden bu kadar kolay birbirimize düşman edebiliyorlar ve neden bu kadar etkili oluyorlar. Bizi bize vurdurtmayı nasıl başardılar?

Mezhepçilik, hizipçilik faktörü de önemli hatta mezhepçiliğin ötesine geçelim. Bakın Türkiye de aynı mezhep ve tarikattan olmasına rağmen tarikatın kolları arasında farklılık olunca birbirini düşman ilan eden, birbirini ihanetle, karanlık güçlerin adamı olmakla suçlayan birtakım cemaatler, tarikatlar var.

Yani “silsileyi siz değil de biz temsil ediyoruz” mesajı veriyorlar sözde. Allah-u Teâlâ çağlar boyunca geçerliliğini yitirmeyecek emir ve tavsiyede bulunuyor: “Bölünüp parçalanmayın, tartışıp ayrışmayın yoksa kuvvetiniz, rüzgarınız kaybolur”. Unutmayalım ki; iç ihtilaflara boğulan bir toplumun düşmanın elinde oyuncak olmaktan başka bir kaderi olamaz.

Ne yapılması gerekiyor?

Yapmamız gereken şey muhataplarımıza olabildiğince tahammül etmemizdir. Karşı tarafa tahammül etmek birebir rıza göstermek, itaat etmek manasında değil elbette. Ancak Türkiye gibi kapalı toplumlarda insanlar ehliyetiyle, liyakatiyle, birikimiyle, tecrübesiyle, ufkuyla bir yere gelemedikleri için birilerinin yakını olmak, onun hemşerisi, birinin gelini ya da damadı, kardeşi, bir partinin, cemaatin üyesi olarak gelmeye çalışıyorlar. Bu durumda ortaya çıkan toplumsal bozukluklar nedir? Rüşvet, hırsızlık, gasp, iltimas, tabasbus bunlardan bazılarıdır. Ama bunlardan daha büyük bir cürüm riyakar ve muhbir bir toplum oluşmasına zemin hazırlamaktır.

Yani birbirini ihbar eden, ispiyonlayan, gizli mektupların yazıldığı, görüşmelerin yapıldığı, polise, emniyete, yargıya, medyaya sızdırmanın yapıldığı bir ülke, bir toplum pozisyonuna düşeriz. Bu durumda ne olur; insanların görünüm ve söylemleri başka ama kalpleri bambaşkadır. Bizim toplumumuzu ikiyüzlü olmaktan, riyakâr davranışlara sürülmekten kurtarmamız gerekiyor. Bunun için de açık ve net toplum olmamız gerekiyor. Yani cemaatin, devletin, yargının şeffaf ve prensipler üzerinde kaim olması gerekiyor.

Şeffaflık dediğimiz şey gerçekten şeffaf olacak. Aldığım maaş, ödediğim kira belli olacak ama aynı zamanda benim aldığım maaş ve ödediğim kira, elektrik, su faturası gibi devletin harcamaları da şeffaf olacak. Tarikatlar, cemaatler, ideolojik gruplar, etnik ya da mezhebi oluşumlar şeffaf değil çünkü devlet, yargı, ordu, emniyet, siyaset de yeterince ve gereğince şeffaf değil. Doğal olarak şeffaf olmayan düzenler bireyin ve alt birim küçük toplulukların şeffaf olmasını bekleyemez. Devletin yapılanması eğer hukukun üstünlüğünü önceliyorsa bütün bunların hepsini pekala gerçekleştirebiliriz. Devlet hukukun üstünlüğüne iyice inanmıyor ve her durumda uygulamıyorsa o zaman toplum neden devlete güvensin?

Türkiye için konuşacak olursak mevcut hükümetimizi olumlu olumsuz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birçok olumlu yönünün olduğunu söylememiz gerekiyor. 2002 senesinden sonra Türkiye’nin başka bir yol haritası çizdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Bu yol haritası Türkiye’de askeri vesayete karşı üniversitelerden, medya, sağlık sektöründen spora hatta magazin kültürüne kadar nüfuz ettiği alanların birer ikişer tasfiye edilmesinde 2002 sonrası AK Parti iktidarının çok büyük önemi vardır. Bunu hafife almak, değersizleştirmek, Fetö gibi oluşumlarla ilişkilendirmek, Amerika’nın veya Avrupa’nın talepleriyle ile irtibatlandırmak yanlış olur. Çözüm sürecini sabote etme girişimleri, Suriye’deki katliamları engelleme yönünde atılan adımları İşid’e yardım gibi tuzaklama faaliyetler, Gezi olayları ve nihayet 15 Temmuz 2016’da darbe girişimiyle final yapan sabotajlar çok acı sonuçlar doğurdu. Toplum merkezli siyasetin rotası şaşıp tekrar devlet merkezli siyaset egemen olunca ekonomiden yargıya değin bütün alanlarda ülkenin dengesi bozuldu.

15 Temmuz 2016 da yapılan darbe girişimi aslında siyasetin ve toplumun ciddi anlamda dengesini bozan bir girişimdi. O girişim korkuyu, paniği, endişeyi öylesine besledi ki artık beka kaygısı her şeyin önüne geçti. Beka kaygısıyla hukuk, kanun, temel haklar, özgürlükler, dokunulmazlıklar bütün bunların hepsi de maalesef bir kenara itilmiş oldu. Bizim tekrardan bu hususları baş üstü yapıp öne çıkan bir siyasetin egemen olması için gayret etmemiz icap ediyor.

Peki sizce zayıf bir muhalefet iktidar da bulunan bir hükümetin parlaması için şans mı?

Hayır zayıf bir muhalefet iktidariçin şans değildir. Ben muhalefetin zayıf olmasını bir sorun olarak görüyorum. Sorun sadece oy potansiyeli açısından değildir.

Muhalefet eğer toplumun zihnini kalbini ikna edebilecek bir söylem geliştirirse o zaman iktidar yapmış olduğu yanlışların en azından bir kısmından sarfınazar eder. Muhalefet adı altında sergilenen birtakım ajitasyonlar, kara propagandalar, provokasyonlar, sabotajlar klasik Kemalist literatürden ve teamüllerden elde edilmiş davranışlara girince o zaman toplum şöyle düşünmeye başlıyor. Tamam, birtakım yolsuzluklar, geçim sorunu, enflasyon, işsizlik var ama hiç değilse başörtüsü sorunu yok, hiç değilse imam hatipler açık. Toplum bu durumda siyasi partiler arasında bir tercih yapmak yerine ehven-i şer olana sığınmaya başlıyor. Burada muhalefetin ortaya koymuş olduğu tarzın, söylemin, duruşun yeni baştan inşa edilmesi gerekiyor diye düşünüyorum.

Partilerin iktidar uğruna ne ve kim olduğuna bakmadan sürekli güya bir güç elde etme çabasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Siyaset bir fayda, pragmatizm üzerine kuruludur ama onun bir sınırının, ölçüsünün olması gerekir. Toplumda kişilik sorunları, karakter bozukluğu olan adı rüşvet veya iltimasla anılan birtakım insanların siyaset sahnesinde olması bir toplumun içine düşebileceği çok derin ve çok karanlık bataklık olabilir. O yüzden siyasetin güvenirliliğini yitirmemesi gerekiyor.

Çünkü siyasetin güvenirliliği kaybolursa o zaman devreye başka aktör ve faktörler girmeye başlar. Yapılması gereken şey siyasetin itibarını korumaktır. Lakin siyasetin itibarını medyayı ele geçirerek koruyamazsınız.  Siyasetin itibarını birilerini besleyerek, memur yaparak, birilerini ayrıcalıklı kılarak, birilerine kredi açarak temin edemezsiniz. Siyasetin itibarını siyasetçi ahlakıyla, davranışı, cesareti, feraseti, söylemi ve dürüstlüğüyle ortaya koyacak. Bunların krize girdiği bir vasatta medyanın tamamı size hizmet etse de bürokrasi ve sermayenin tamamı arkanızda dursa da siyasetin çürümesi, ilintili ve ilgili olduğu müesseseleri de çürütmesi mukadder hale gelir. Her ne olursa olsun siyasetçinin aklı selim davranması ve ne olursa olsun hırslarını gemleyen fedakâr bir insan olması gerekiyor. Fedakarlığın olmadığı yerde pragmatizm oportünizme dönüşür.

Oportünizm nedir? Hiçbir kaidesi olmaksızın “amaca götüren her yolu meşru saymak”tır. Yani şu adamlarla yan yana durmayın bunlar 28 şubatta darbeyi desteklediler, başörtü yasağını desteklediler. Yolsuzluklarla anıldılar. Askeri cuntanın tetikçiliğini yaptılar. İslam’a ve Müslümanlara saldırdılar. Bütün bunlar oldu fakat siz 28 Şubat’ta ve öncesinde hatta son 50-60 senede Türkiye de her türlü provokasyonun, sabotajın içinde yer almış insanları birilerine karşı tetikçi olarak kullanmak üzere istihdam ederseniz o siyaset ne olur; süratle kokuşur. İşte o noktada siyasetçi şöyle düşünüyor; “şimdilik böyle” diyor ama “o şimdiler bir süre sonra statükoya dönüşüyor.” Bizim bu çirkin ve tutarsız bağlamı her hâlükârda değiştirmemiz icap ediyor. Ona ilişkin iyi eleştirileri yükseltmemiz gerekiyor.

Bir dijital sosyal medya kullanıcısı olarak; bilgiye bu kadar hızlı ulaşmak ne kadar doğru ve bu kadar hızlı ulaşılan bilgini kıymeti biliyor muyuz?

Bilgiye ulaşmak bir sorun gibi görünse de bana göre daha büyük sorun bilginin analizi. Bilginin analizini yapamayan bir kişi istediği kadar bilgiye ulaşsın gerçekte bir şey ifade etmiyor. İnsanın öncelikle bilgiyi sindirebileceği, değerlendirebileceği, ayrıştırabileceği, ölçüp tartabilecek bir iradeye ihtiyacı var. Önümüzde her türden bilgi var dersek yanlış olur önemli olan onu anlayabilecek irade var mı, yok mu bizim onu ölçmemiz gerekiyor.

Bu söylemleri çok süslü, janjanlı ve muhatapları etkileyen kibir ve gurur aktaran reklamlar gibi düşünün. Sen artık her türlü bilgiye, belgeye ulaşabiliyorsun; doçentlerle, profesörlerle, uzmanlarla, akademisyenlerle, entelektüellerle her türlü yarışa girebilirsiniz gibi bir hava veriyor bütün topluma. Oysa insanların büyük bir kesimi okuduklarını anlayamıyorlar ve de anlatamıyorlar. Gördükleri resmi yorumlayamıyorlar. Analizi yapılamamış bilginin fayda değil zarar getirdiğini düşünüyorum. Sosyal medya bilgi üretmiyor sosyal medyada bir derinliği, bir ufku olmayan sloganik düzeyde bir takım söylem üretiyorlar. Bu anlık söylemler anlık merak duygusunu gidermeye matuf birtakım içerikler taşıyor. Bütün bir toplumun elinde telefon sabahtan akşama kadar sosyal medyayı takip ettiği ya da sosyal medya üzerinden mesajlar vererek muhataplarına ulaşmaya çalıştığını düşünürsek aslında bütün bir dünya dijital bir kıyamet yaşıyor.

Fakat modern toplumlar yaşadığı kıyametin farkında değil. Kıyametin kopması için büyük yıkımlar ve fırtınalar bekleniyor sanki. Oysa manevi ve moral değerler açısından kıyametler koptu ve kopuyor. Üstelik bu mesele gençlerin sorunu olmaktan çıktı. Her şeyi görmek, her şeyi her an göstermek gibi bir tetikte duruş sağlıklı bir ruh haline işaret etmez. Teşhirci ve röntgenci bir toplumun oluşması ve normalleşmesinde sosyal medya, magazin kültüründen devraldığı bayrağı çok ileri seviyelere taşıdığını söyleyebiliriz. Bilginin doğruluğu, bilginin iyiliği bizim temel problemimizdir. Doğru ve iyi bilgiye ihtiyacımız vardır. Doğru ve iyi bilginin dışındaki bilgiler mugalata olabilir, boş söz olabilir. Kur’an’ı Kerim’in ifadesiyle “lehvel hadis” olabilir ancak.

Bize emredilen neydi? Lehvel hadisten yani boş sözden yüz çevirmekti. Peki, toplum lehvel hadisten yüz çeviriyor mu aksine lehvel hadisin peşinden koşuyor ve boş sözü gündeminin merkezine oturtuyor. Yıllardır onun bunun hovardalığını, serkeşliğini konuşan toplumu düşünecek olursak aklını iradesini kaybetmeye ramak kaldığını gösterir. Bunları konuşmak fayda sağlar mı bilmiyorum ama bizim tarihe not düşmek, muhataplarımıza hatırlatmalarda bulunmak gibi bir görevimiz var. Biz doğruluğuna, iyiliğine, hayrına inandığımız sözümüzü söyleyelim muhataplarımız uygun görürlerse o sözleri alırlar.

Türkiye’de kahvehane kültürü son derece yaygındır. Saatlerce masa oyunları, öte taraftan futbol veya magazin programı izleyen bir toplum bırakalım başka toplumları bizzat kendisi için hangi düzgün fikri, güzel ahlakı, iyi örnekliği üretebilir? Hangi ilerlemeyi kaydedebilir? Bunun üzerinde ciddi ciddi durmak icap ediyor. Bunun üzerinde durulmadığında, bu mesele sorgulanmadığında toplumda kötü alışkanlıkların önüne geçilemez. Alkol, uyuşturucu, cinayetler gibi. Zaten suç oranların aritmetik oranların değil geometrik olarak bu kadar artmasının sebebi insanların bu türden zararlı alışkanlıklara müptela olması yatmaktadır.

Gençler hakkında ne düşünüyorsunuz. Gençlik konusunda alınması gereken acil önlem olarak ne düşünüyorsunuz?

Gençler diye ortak bir kategori yok. Gençler şöyle, gençler böyle demek çok faydalı olmuyor. Gençlere değinmeden önce aile yapısına değinmemiz gerekiyor. Gençleri yetiştiren aile bireyleri evlerini mektebe, kültür ocağına, bir ibadet mekanı haline getirebilirse bu çocukların, bu gençlerin kalpleri inanın ailenin bütün bireylerinden daha fazla tertemizdir. O yüzden gençlerden şikâyet etmek yerine, gençlere ulaşmak gibi bir derdi, stratejisi olmayan insanları konuşmamız lazım. Anne günden güne koşuyorsa, kadın programının müptelası olduysa, baba futboldan kafayı kaldırmıyorsa hiç kimsenin çocuğa kızmaya hakkı yoktur. Ortada kızılacak bir çocuk olduğunu düşünüyorsanız bu öncelikle sizin eserinizdir ayrıca.

Bizim okuduğumuz ayeti kerimede anne babanın sorumluluğu fazlasıyla hatırlatılır; “Namazı kıl ve ailene de namazı emret”. Namaz kılmayan anne baba çocuğuna nasıl namaz kıl diyecek, kitap okumuyorsa nasıl kitap oku diyebilir? Anne, baba, akraba ilişkilerini doğru tanzim edemiyorsa çocuğa sağlıklı bir akraba ilişkisi kurmasını nasıl tavsiye edecek. “Ah şu gençler” denilen klişe şikayetleri bir kenara bırakmamız lazım. Çünkü artık bu türden klişe söylemler çözüm üretmek yerine bir morfin etkisi oluşturuyor.

Özgürlük sizce nedir? Türkiye de bütün kesimler açısından baktığımızda özgür müyüz?

Özgürlük Allah-u Teâlâ tarafından insana iradenin bahşedilmesidir. O bahşedilen iradeyi kullanmasıdır. Kulluk bilincidir. Ben Alemlerin Rabbine iman ediyorum. Onun gönderdiği peygambere tabi oluyorum demektir. Bu bir özgürlüktür. Bu insan iradesinin tecellisi ve kaderdir aynı zamanda. Fakat özgürlüğü haşa Allah’ın yokluğuna ya da etkisizliğine bağlayarak Allah’a rağmen birtakım hayatlar yaşamak özgürlük değil anarşizm ve nihilizm sarkacına mahkumiyettir. Biz kibir ve şaşkınlığın besleyip büyüttüğü anarşizmi ve nihilizmi değil şeref ve haysiyetten doğan hürriyeti, iyilik ve güzellikten neşet eden özgürlüğü savunmaktayız.

Çünkü Allah-u Teâlâ insanlara hitap ederken bir teklifte, bir davette bulunur. Ve der ki; “bu Kur’an size Allah tarafından gönderilen bir davettir, rahmettir. Dileyen ona iman eder ve Rabbine varan bir yol tutar. Dileyen de inkâr eder.” Burada çok basit, çok temel, çok net köklü bir ayrışım var. Dilerseniz iman ediyorsunuz dilerseniz inkâr ediyorsunuz. Ama ahiret gününde bunun bir karşılığı var. İşte bizim inandığımız özgürlük bu özgürlüktür. Aksi durumda Allah-u Teâlâ insanlara irade verdi ama hayvanlara, bitkilere vermedi. Biz özgür olduğumuz için içkiyle, kumarla, şehvetle, faizle, cinayetle imtihan oluyoruz. Günümüz dünyasında özgürlük meselesini modern, post modern, biçimde değerlendiren yaklaşımlar da var onlar ayrı bir tartışmanın konusu olabilir.

Özgürlükten anlaşılan şey; mesela modaya uyum olsun diye saçın mora, eflatuna, maviye boyanması ya da vücudun belli muayyen yerlerine dövme yapılması olarak algılanacak kadar sığlaşabiliyor. Popüler kültür muhatabına düşünüp tartmayı ve tercih etmeyi değil taklit edip sürüye katılmayı salık veriyor zaten. Çünkü özgürlüğün ne demek olduğunu anlayabilecek kadar bir düşünülmüyor bile. Değişiklik yapmak, tuhaf olmak, topluma aykırı davranışlara sahip olmak özgürlük zannediliyor. Bu ancak tepkisellik olabilir.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Önce ilgi ve alakanız için, sorularınız ve hazırlığınız için teşekkür ederim. Bizim ve bütün insanlığın hakkı ve sabrı tavsiye eden en hayırlı ümmete ihtiyacı var. Tehdit ve şantaj diline tevessül etmeden, kaba saba ve itici tutumlar takınmadan kucaklayıcı dil ve kuşatıcı tutumlarda sebat etmemiz gerekiyor. 

Eğer adalet ve merhameti merkeze almaz, kuşatıcı dil ve davranış modelini ortaya koyamazsak o zaman bu toplumun birbirinden ayrışması, birbirine kin ve nefretle saldırması kaçınılmaz olur. Tüm zamanlar ve toplumlar için merhamet bütün dertlerin devasıdır, merhamet edelim ki bize de merhamet edilsin.

Vakit ayırdığınız, samimi cevaplarınız için çok teşekkür ederim. Keyifli, bilgilendirici, aydınlatıcı bir söyleşi oldu. Eyvallah.

Aynur Karabulut tarafından yapılan Murat Kurt söyleşisine bu link üzerinden ulaşabilirsiniz. 

Röportaj Haberleri

Suudi Arabistan'da İslam, sekülerleşme ve Bin Selman reformları
“Filistin özgürleşmediği sürece, bu travma asla geçmeyecek”
Netflix abonelerine yalnızca eğlence değil "politik görüşlerini" de satıyor
Nazmul İslam: Bangladeş’te devrim bir süreç esas mesele şimdi başlıyor!
"Sinvar’ın yolunu sürdüreceğiz"