Kübra Sönmezler / Haksöz Haber
Özgür-Der Üniversite Gençliği, Prof. Dr. Ahmet Akbulut’un “Sahabe Dönemi İktidar Kavgası / Alevi Sünni Ayrışmasının Arka Planı” kitabını değerlendirmek üzere bir araya geldi. Kitabı üniversite öğrencilerinden Emine Nur Çakır ve Üsame Beyazyüz ele aldı.
Sunuma ilk olarak başlayan Emine Nur Çakır şunları ifade etti:
“Kitabın 1992 basımındaki ismi ‘Sahabe Dönemi Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri’ iken bugün ‘Sahabe Dönemi İktidar Kavgalası’ olarak değiştirilmesi ahlaki olarak eleştirilmesi gereken ilk husustur.
Kitap, tarihsel süreci, yönetim biçimlerini değerlendirmek üzere ele alınmış ve oryantalist bir bakış açısıyla sahabe dönemi eleştirilmiştir. Bizim öncelikle belirtmemiz gereken mesele tarih usulü/yazımının subjektif olması ve İslam’da, Kur’an’da yönetim biçimlerinin nasıl olması gerektiğine ilişkin olmalıdır.
Tarih yazımının subjektif olmasını bugünden yola çıkarak ifade edecek olursak; mesela geçenlerde Rus Büyükelçisi Karlov öldürüldüğüne şahit olduk. ‘Karlov’u kim öldürdü?’ sorusuna cevaben ise; bir kesim Nusra’ya suçu yıkarken, bir kesim ABD’nin öldürdüğünü söyledi, FETÖ olabilir denildi, Rusya’nın veya İran’ın öldürmüş olabileceği de fikirler arasında. Bugünden taze bilgilerle baktığımızda ortada hala şu soru mevcut: Karlov’u kim öldürdü? Peki, bundan bin beş yüz sene öncesinde ne oldu? Hz.Ömer, Hz. Ebubekir’e ne dedi? Ele aldığımız kitap yazarı da bir kurgu yapıyor ve bu kurguda oryantalist bakış açısı devreye giriyor. Tarih yazımında önemli iki husus; tarihi kaynakların pir-ü pak olmadığı, bir diğeri tarihçinin pir-ü pak olmadığı, olamayacağıdır. Kitabın kaynakçası açısından, İslam tarihi klasik dönem kaynaklarının en erkeni (İbni İshak) miladi 151 tarihli iken, kaynakların kesin doğru gibi ele alınması şaibe doğurur. Siyasallaşmış her alan tarafgirliği barındırır. İslam’ın ilk dönem tarihi de siyasallaşmış tarihtir. Dolayısıyla tarama yapmak kolay değildir. Tarihçinin tarafsız olamayacağı da ikinci husustur. Tarihi, tarihçi yazar, şekillendirir. Tarihçi melek değildir, tarafsız, objektif olduğu da muhakkak değildir. Her tarihçi kendi perspektif ve ölçüleri çerçevesinde tarihi ele alır. Burada ele aldığımız kitabın yazarı da kitabı adeta oryantalist bir perspektif ile değerlendirmektedir.
Bir diğer mesele; Kur’an’daki yönetimin esasları ve usulüdür. Hz. Peygamber vefatı sonrası için bir vekil tayin etmiyor. Bu hususta bir ayet de yok. Ancak Kur’an yönetim esaslarını ehliyet ve liyakat olarak temellendiriyor. Ehliyet; işe ehil olma, işi yapabilme yetisidir. Tecrübi unsurları barındırır. Liyakat; işe layık olmak demektir ve manevi unsurları barındırır. Usulen ise; istişare sistemi Kur’an’da ele alınmaktadır. İslam’da yönetim biçimi dinamiktir, donuk bir yönetim algısı yoktur. Aslolan yönetimde adalet, hakkaniyet, ahlaktır, yönetim merkezini bu ilkeler oluşturuyorsa, yönetim biçimi için Kur’an kayıt getirmez. Hz. Davud, Hz. Süleyman örneklerinde bunu görüyoruz. Hz. Muhammed de nasıl bir yönetici olunması gerektiğini anlatıyor bizim için asıl mesele budur. Şekil elbette tamamen de önemsiz değildir, Kur’an’la çelişmiyorsa, dönemin örf ve adetine uygunsa, genel kabule uygunsa İslam nazarında meşruiyetini sağlamış demektir. Yönetim ve ekonomide İslam’ın katı bir form belirlememesinin sebebi, onların çağın ve toplumun ihtiyaçlarına göre, temel kurallar ekseninde biçimlendirilebilmesidir.
Yazar, tarihi ele alırken kavramları ayrıştırmaktadır. Siyaseti, ekonomiyi, ibadeti birbirinden ayrıştırmakta ve İslam’ın ilk dönemlerde siyasal bir amaç gütmediğini, dini amaçlarla tebliğde bulunduğunu ifade etmektedir. Siyasallaşmasını dönemin şartlarına bağlamaktadır. Oysa bizim için ekonomi, yönetim, ibadet hepsi bir bütündür. İlk hata yönetim ve dini ayrıştırarak başlamaktadır. Hz. Peygamber vefatından sonra Beni Saide toplantısının akabinde tüm iktidarların, sahabelerin Cahiliye Dönemi esaslarını (kavmiyetçiliğini) temel alarak kurulduğunu iddia etmekte, dolayısıyla bugünün modernist perspektifinden meşruiyet addetmediği yönetimleri (halkın biatıyla, önceki halifenin kendisinden sonra liyakatli bir vekil tayin etmesi ya da -Kureyş Aristokrasisi(!) olarak nitelendirdiği- şura sisteminin uygulanması ile devlet başına gelinmesi sistemlerini) demokratik bulmadığı için meşru İslam yönetimi, yöneticisi saymamaktadır. Sahabe dönemini bir çeşit dünyevi hırsların hakim olduğu iktidar mücadelesi dönemi gibi sunmakta, halifelerin yönetimde adaleti sağladığına, Kur’an çerçevesinde yöneticilik yapıp yapmadıklarına ise bakmamaktadır. İslam’ın Peygamber sonrası meşru İslami bir devlet, yönetim biçimi oluşturamadığı, tarih boyunca bu iddia ile kurulan yönetimlerin aslında kişisel iktidar mücadelelerinden soyutlanamadığı, dolayısıyla Müslümanların bir İslam devleti iddiasının olmaması gerektiğini savunmaktadır. Müslümanlar herhangi bir yönetim altında varlıklarını sürdürebilirler demekte ve sonuç bölümünde; laik anlayışın ve siyasal yaklaşımın Müslümanların yaklaşımı olması gerektiğini savunmaktadır. Aslında kitabın oryantalistlerin çizdiği güzergah üzere olduğu hatta onları taklit ettiklerini söyleyebiliriz. İslam’ı siyasal hedeflerden ayrıştırıp, uzaklaştırıp sömürgecilere kolay lokma kılmak isteyenler kitabın yazarına teşekkür etmeliler.”
Emine Nur Çakır’dan sonra sözü alan Üsame Beyazyüz, kitabın hem tarih hem tenkid kitabı olduğunu dolayısıyla tarihi olayların ayrıntısına girmeden, genel tarih kitaplarından ayrıştığı konulara dikkat çekeceğini dile getirerek şunları ifade etti:
“Yazar amacının geleneğe sadakat değil, doğruyu ortaya koymak olduğunu söyleyerek objektif ve nesnel bir şekilde tarihi inceleyeceğini, bu minvalde Peygamber dışında hiç kimseye ayrıcalık tanımayarak doğru tarihi bir algı oluşturma çabasında olduğunu ifade etmekte. Amaç açısından belirli noktalarda desteklenebilecek olan bu düşünce dahi maalesef hakkıyla yerine getirilememiş ve yazar kimi zaman kendi teorilerini desteklemek amacıyla ilkelerini bir kenara atmış kimi zaman da ilkelerine fazlasıyla bağlı kalarak yakışıksız sayılabilecek ifadelere eserinde yer vermiş.”
Yazarın sahabeye bakış açısının genel anlamdaki sahabe algısından uzak olduğunu ifade eden Beyazyüz, bu algının olumlu ve olumsuz sonuçlarının olduğunu dile getirdi. Kur’an’ın getirdiği dünya görüşünü gerçekleştirmekle görevli olan Müslümanların İslam davasına yük olduklarını ifade eden yazarın düşüncesinin kabul edilebilir bir düşünce olmadığının altını çizen Beyazyüz, bu görevin sadece sahabeye özgü bir görev olmadığını, herkesin bununla yükümlü olduğunu ifade ederek yapılan kimi hataların bu şekilde ifade edilmesinin talihsizlik olduğunu ifade etti.
Yazarın siyasi olaylara bakış açısına da değinen Beyazyüz, yazarın Hz.Osman’ın halifelik isteğine dair aktardığı rivayetlerle, Hz.Aişe’nin Hz.Osman’a yazdığı mektup hususundaki rivayetlerde sıkça vurguladığı objektiflik ve nesnelliği bir kenara bırakarak tahrifat yaptığını, eksik aktarma hatasına düştüğünü ifade etti. Beyazyüz, bu durumun böyle bir ilmi çalışma iddiasındaki eser için yakışıksız bir durum olduğunu ifade etti. Hz.Osman’ı katleden isyancılar için “Bunu ne bir isyan ne de bir darbe olarak görüyoruz, bu Müslümanların desteklediği bir ihtilaldir.” ifadelerini kullanan yazarın ciddi bir hata yaptığını söyleyen Beyazyüz, “Hz.Osman dönemi ciddi memnuniyetsizlikler içerse dahi bir halifenin katledilmesine ihtilal demek gaflettir; ayrıca yazarın Hz.Osman’ı şehit olarak görmesi de yazar için tezattır.” dedi.
Yazarın halifelerin her birinin farklı bir yöntemle seçilmiş olmuş olmasına dönük kurumsallaşmaya gidilemediği ve kişi temelli sistemin de zamanla çöktüğüne dair ifadelerine katıldığını belirten Beyazyüz, Müslümanlar için kısa süreliğine giderilen siyasi sorunların net bir şekilde çözülememesinden dolayı yüz binlerce Müslümanın vefat ettiğini dile getirdi. Yazarın sahabe dönemi için kullanılan “Asr-ı Saadet” ve “Aşere-i Mübeşşere” gibi teorileri reddetmesinin olumlu olduğunu ifade eden Beyazyüz, bu teorilerin çıkış amacı güzel olsa dahi günümüzde tarihten ibret almamızı engelleyen ciddi sorunlar olduklarını dile getirdi.
Siyasi olaylar sonucunda Müslümanların kaht-ı rical dönemine girdiğini ifade eden Beyazyüz, Müslümanların bunca olay karşısında çözümler üretmeye çalıştıklarını ve bunlar sonucunda fırkaların oluşmaya başladığını ifade etti. Yazarın mu’tezilenin emr-i bil maruf nehy-i anil münker ilkesi için bireysel olması durumunda kaos, anarşi ve zulüm olduğunu söylemesinin ciddi bir hata olduğunu ifade eden Beyazyüz, “Bu bakış açısıyla Mihne döneminde devlet yönetiminde bu ilkenin daha ciddi zulüm kaynağı olduğunu söyleyerek ya Allah’ın emrini uygulayamadığımızı söylerek vazgeçeceğiz ya da münferit olaylara takılmadan güzel bir uygulama ortaya koymaya çalışacağız.” dedi. Mürcieyi irca teorisi için Emevi destekçisi olarak gören yazarın tarihsellikten kopmuş olduğunu ifade eden Beyazyüz, yazarın kimi noktalarda haklı olmakla birlikte mürcienin çıkış ortamını iyi değerlendirememesinden ötürü haksızlık yaptığını ifade etti.
Genel anlamda kitapta yazarın ilim adamlığına uygun düşmeyecek yöntemleri olsa dahi eleştirel bir şekilde okunması durumunda değerli bir çalışma olduğunu ifade eden Beyazyüz, meselelere farklı bir açıdan bakmak için kullanılabilinecek bir eser olduğunu ifade ederek sunumunu sonlandırdı.
Forum soru-cevap bölümünün ardından sonlandı.