Mustafa Halil Aydın / Haksöz Haber
Özgür-Der’in “Riskler ve Zaaflar Karşısında Vahye Şahitlik Sorumluluğumuz” üst başlıklı 2015-2016 yılı aylık panellerinin ilki, “Medya ve Mahremiyetin Sınırları” konusu ile Ali Emiri Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Panelin konuşmacıları Bahadır Kurbanoğlu ve Kenan Alpay idi.
Ali Emiri Kültür Merkezi’nin Nikâh Salonu’nda yapılan panelde moderatör Güney Uzun’du. Uzun, giriş konuşmasında medya kavramının anlamına ve tarihçesine değindi. “Bu programı 90’lı yıllarda yapıyor olsaydık ‘Medyayı İslami tebliğ alanına nasıl kullanabiliriz’ meyanında bir başlığı konuşurduk” diyen Uzun, bugün artık farklı bir medyadan söz edildiğinden bahsetti.
2014 verilerine göre Türkiye’de yaklaşık 40 milyon kişinin sosyal medyayı kullandığını, benzeri sayısal veriler sonucunda sosyal bilimlerde ‘gösteri toplumu’ gibi ifadelerin mevcut olduğuna değinen Uzun, sosyal medyanın post-modern bir durumu ifade ettiğini söyledi. Kısa giriş konuşmasının ardından sözü ilk konuşmacı olarak Bahadır Kurbanoğlu aldı. Kurbanoğlu’nun konuşmasında satır başları şöyle:
Kurgusallığı şöyle nitelendirebiliriz: Birileri burayı tasarladı ve burada sınırsız bir özgürlük var. Ama şöyle de bir şey var; bu alan mahremiyetimizi esir eden bir alan. Bir kere Facebook olsun, Whatsapp olsun, Twitter olsun, bunların Almanya’da, Kanada’da vs. yerlerde davaları mevcut. Bir kere bu anlamda nasıl bir ortamda bulunduğumuzu düşünmemiz lazım. Daha çok mahremiyet dendiğinde bizim kullanma tarzımız ne olmalı sorusu gündeme gelmeli.
Gerçekçi, sahici bir alan içindeyiz. Araştırmalara göre boşanmaların %50’sinden fazlasının sebebi internet. Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg bir konuşmasında ‘mahremiyetin hiçbir anlamı kalmamıştır’, diyor. Yaptığımız yemekleri paylaşıyoruz ama yiyen var yiyemeyen var. Evimize 3 kişi misafirliğe geldi diyelim. Kaçımız yaptığı pastaları, çörekleri ‘bakın ben bunları yaptım’ diye özellikle gösterir? 3 kişiye gerçekte gösteremeyeceğimiz şeyleri binlerce kişiyle paylaşıyoruz. Kuran’ın bize verdiği bir ölçü var kadın-erkek ilişkilerinde.
Çalıştığımız, bulunduğumuz ortamlarda bir araya gelebiliyoruz. İşle alakalı, ana gündemle alakalı konuşmamızda bir beis yok. Mesela 3 hanım sosyal medyada bir şey konuşuyorlar fakat buna yüzlerce kişi şahit oluyor. Belki konuştuğumuz şey masumca olabilir. Ancak biz yaptığımız şeyin gerçek hayatla bağlantısını kurabilmeliyiz. Burayı da böyle görmeliyiz. Ev ortamı gibi değil de iş ortamı gibi görmeliyiz.
Sevdiklerimizi fotoğraflarla sevindirmek mi istiyoruz? Maille, özel Whatsapp gruplarıyla fotoğraflarımızı paylaşabiliriz. Niçin binlerce insanın arasında bunları paylaşıyoruz. Mahremiyet haram kökünden gelir. Eskiler anlatırdı, evlerin kapılarında biri büyük biri küçük olmak üzere iki tokmak bulunurmuş. Küçük tokmak ev ahalisi için, büyük tokmak ise evden olmayan erkekler içinmiş. Şimdi ne tokmak çalıyoruz, ne de kapımızda tokmak bulunduruyoruz.
Peygamberimiz gerçek ahlakı, başkalarının yanındayken yapmadığımız şeyleri yalnızken de yapmamamız doğrultusunda ölçüler.
‘Ben kendimi biliyorum’ savunmasının yeterli olduğunu düşünmüyorum. Ama burası da bir yaşam alanı ve o yüzden davranış biçimlerimizde iç içe geçmişlik var. Sosyal medyada bir flulaşma söz konusu. Ama orada sanki karşımızda sanal birisi varmış gibi sohbet edebiliyoruz.
Bu sahayı kullanmakla ilgili bence fıkhen eksiklerimiz var. Bana göre ölçümüz gerçek hayatla yaptığımız karşılaştırma olmalı. Bu şekilde sınırları düzenleyebiliriz. Zamanı düzenlemeliyiz. Yani burası ne kadar zaman hak ediyorsa o kadar zaman ayırmalıyız”
Bahadır Kurbanoğlu’nun ardından sözü Kenan Alpay aldı. Alpay’ın konuşmasından satır başları ise şöyle:
“Medya meselesi öteden beri gündemimizde. Teknolojik bir gelişim söz konusu.
Aynaya baka baka kendimizi beğenmeye başlıyoruz. Sonra kendimizi beğenmemeye başlıyor, ona göre süsümüze dikkat etmeye başlıyoruz.
1984 romanındaki Big Brother, eğlence sektörünün konusu haline geldi. Biz, insanların sadece tuvalete, banyoya gittiklerini öğrenemez hale geldik. Bunu hususi yapmadık. Bu normal bir film, belgesel gibi karşımıza geldi. İzliyoruz sonra izlenmek istiyoruz. Survivor gibi programlarla duygularımız belirli merkezden yönlendirildi.
100 insan ölmüş, iki hesaptan olayla ilgili twit atılmış, fakat Türkiye devleti bu iki hesabın ip’sine ulaşamıyor. Bu tamamen tasarlanmış, planlanmış, belli bir kanala doğru toplumun yönlendirilmesine ilişkin bir programdır.
Benim tarzım, stilim gibi programlar ne yazık ki en çok izlenen programlar.
Bu süreç toplumu, bireyi depresif hale getirdi. Adeta temel hastalıkların sebebi olmaya başladı. İyi de bir toplum neden bu kadar stresli olur? Bunların tamamını sosyal medyaya bağlamak mümkün olmasa da sebeplerinden biri olabilir.
Sanalda yazılan şeyler yüzde yüz sahte olsa bile, insanın kişiliğini, kimliğini ele vermesi açısından son derece kritik bir takım verilere ulaşmamızı sağlıyor. Selfie çekerken ölen insan sayısı, köpekbalığı saldırısı sonucu ölen insan sayısından fazla. Umreye ya da hacca gittiğinizde otelde vs. hiç aynayla karşılaşmazsınız. Bir noktada bu insanın ibadete yoğunlaşmasını sağlamakta. İş bence bu araçları kullanmaktan ziyade, yüklenen anlamda bitiyor. Eldeki teknolojik nesne ile Kuran dinleyenler de mevcut, okey oynayanlar da. İnsanlar sosyal medyada o kadar rahat davranıyorlar ki, bir insan birçok sahte hesap açabiliyor. Bu noktada bir takım farklı heveslerin, anı tüketmeye dönük, boş işlere dönüştüğüne şahit oluyoruz. Oysa Allah bizim boş işlerden uzak durmamızı istiyor.
Program soru-cevap faslının ardından sona erdi.