Özgür-Der 2019-2020 dönemi Aylık Panellerinin ikincisinde bir araya gelen araştırmacı yazar Ali Bulaç, Haksöz Dergisi yazarı Hamza Türkmen ve Özgür-Der Genel Sekreteri Musa Üzer “Milliyetçilik ve Aşınan Kimliklerimiz” başlığını ele aldı.
Ali Emiri Kültür Merkezinde yapılan programda konuşmacılar milliyetçilik kavramının ortaya çıkışına, tarihi serüvenine ve günümüzdeki durumuna dair anlatımlarda bulundu.
İslami kimlik ile birlikte milliyetçi bir algının birlikte olamayacağını altı çizilen programda milliyetçiliğin hayatı çepe çevre saran bir ideoloji olduğu ve buna karşı bir bilinç halinin zorunluluk olduğunu ifade edildi.
- Seküler vatan
Milliyetçiliğin bir doktrin ve duygu olduğunu ve Müslüman, Liberal ya da Marksist fark etmeksizin her ideolojiden insanın milliyetçi olabileceğini belirten Ali Bulaç, milliyetçiliğin yakın tarihte ortaya çıktığını fakat halen etkisini sürdüren bir ideoloji olduğunu söyledi.
Bulaç, 1648 yılında imzalanan Vestfalya Antlaşmasının milliyetçiliği besleyen ilk faktör olduğunu ifade ederek milliyetçiliğin bu antlaşma ile meşruiyet kazandığını vurguladı ve bu antlaşmanın üç önemli maddesinden birinin sınırları belirlenmiş milli devletlerin tanınması ve diğerinin farklı din ve mezheplerin aynı yönetim altında kısıtlanması olduğunu bildirdi.
“Üçüncü madde, milli devletlerin Avrupa dışında birbirlerine centilmence davranması. Yani örneğin Hindistan’ı İngiltere işgal ettiğinde başka bir Avrupa ülkesi oraya girmeyi düşünmüyor.” diyen Bulaç, eskiden Avrupa’da birine ‘kimsin’ sorusuna verilen cevapların ‘Katolik’, ‘Ortadoks’ gibi din ve mezhep temelli olduğunu fakat sonrasında ‘Germen’, ‘Frank’ gibi ırk temelli cevaplar verilmeye başlandığını kaydetti.
Bulaç, ‘vatan’ kavramının, toprağın kilise hakimiyetinden çıkarılarak laik ve seküler hale getirilmesi ile ortaya çıktığını ve eskiden doğup büyünen yer olarak algılanan bu kavramın soyut bir anlam kazandığına dikkati çekti.
- Hakimiyet meclise teslim edildi
Milliyetçiliğin bir diğer faktörünün milli ordular olduğunu anlatan Bulaç, orduların milli değerler için savaştığını söyledi.
Bulaç, ulus devletlerin toprak merkezli (teritoryal), yerel, dini ve evrensel kimlik ve cemaatleri yok ettiğini, hakimiyeti herhangi bir kimse ya da Allah’a bırakılmayarak meclise teslim ettiğini ve son olarak bir kimlik dikte ettiğini ifade etti.
Gevşek markajlı yapılarda başka alt etnik kimliklere kamusal hayat harici özel hayatta izin verildiğini fakat sıkı rejimlerde belirlenen kimlikten başka bir kimliğin asla bulunamayacağını belirten Bulaç, tarihin yeniden yazılmasının da ulus devlet inşa etme sürecinin bir aracı olduğunu söyledi, ve ekledi:
“Yine milliyetçiliğin en temel özelliklerinden birisi de her şartta ulusun yüceleştirilmesi ve tüm başka şeylerden üstün tutulmasıdır. Bununla ilgili Mussolini Roma'yı ele geçirdiğinde söylediği şu söz çarpıcıdır. ‘Milli ordumuz Roma'ya girdi. Şimdi ordumuzun bir devlete , devletimizin bir millete ihtiyacı vardır.’"
- Ameli ateizm hızla yayılıyor
Bulaç milliyetçiliğin retorik olduğunu, tefekkürü geride bırakarak yalnızca duygulara hitap ettiğini ifade ederek farklı milliyetçilik türleri bulunduğunu ve bunlara örnek olarak tam etnik milliyetçilik (Naziler), din ve ırk temelli milliyetçilik (İsrail) ve coğrafya temelli milliyetçiliği (Suriye, Anadolu) verdi.
Kimliğin iki şekilde, ya doğuşta ya da sonrada edinildiğine işaret eden Bulaç, ırk, etnisite, ten rengi ve cinsiyetin doğuştan kimlikler olduğunu belirtti.
Bulaç “Bunların temeli ontolojiktir yani maddi cevheri vardır. Bu kimlikleri kapsayan doktrin, ideoloji yürütmek, diğer kimliklerle yarıştırmak İslam’da kabul edilmez. Tipik misali, İblis'in, Hz. Adem'e secde etmemesindeki halidir.” diyerek Müslümanın bir kimlik olarak Müslümanlığı seçebileceğini çünkü Allah’ın Müslümanları böyle isimlendirdiğini hatırlattı.
Bulaç son olarak toplumda pozitivizmin yerine nihilizmin geçtiğini ve felsefi olmayan ameli bir ateizm halinin hızla yayıldığını belirtti ve “Yeni bir insan anlayışına ve felsefeye ihtiyacımız var. Tüm küçük etnik kimlikleri meşru kabul etmek lazım. Medine sözleşmesinde tüm kabilelerin adları geçiyordu. Bu önemli bir ayrıntıdır.” şeklinde konuştu.
- Dayatılan ulus devlet
Hamza Türkmen, milliyetçiliğin zaafa düşen ümmet yapısında aşınan kimliğin yerine 19. yüzyılda ikame edilen toplumsal bir batılılaşma hareketi olduğunu söyledi.
Milliyetçiliğin Sanayi Devrimi ve Aydınlanma Felsefesinin bir ürünü olduğunu belirten Türkmen, “İslam Aleminin nimeti kaybetmesi sonucunda I. Dünya Savaşını mağlubiyetimiz ardından 1921 Kahire Toplantısında bize ulusal sınırlar ve ulus devlet dayatılmıştır.” dedi.
“Oysa ulusalcılık yani nationalism bir galat-ı meşhur ifade olarak milliyetçilik vahyi olan dışarıda bırakılarak seküler bir varoluş olarak oluşmuştur.” ifadelerini kullanan Türkmen kavim kelimesinin seküler ulus kelimesinin bir karşılığı olmadığını bildirdi.
Her insanın bir kavme mensup olduğunu fakat Veda Hutbesi’nde zikredildiği üzere cahili bir asabiye olan kavmiyetçiliğin olmadığını vurgulayan Türkmen, ulusalcılık ile ona izafe edilen kavmiyetçilik, bölgecilik, aşiretçilik gibi kavramların aynı olmadığını fakat temellerinde cahili hamiyet bulunduğunu anlattı.
- Kimlik bunalımı
Türkmen ayrıca milliyetçiliğe karşı İslami yapılanların da özgün bir çizgi ortaya koyamadığının altını çizdi.
Kimliklerin bilinçli tercihlerden ziyade ortam ve kanaat önderlerinden etkilendiğini ifade eden Türkmen, Türkiye’ye Osmanlı’dan zaaflı bir kimlik kaldığını ve 1945’e kadar İstiklal Mahkemeleri ve çeşitli işkenceler döneminde bu kimliğin müfredatı ıslah edilmemiş medreselere çekildiğini söyledi.
“Türkiye sisteminde 1945’ten sonra Anglo-Sakson sistemine intibak ettirilmesi sürecinde görece özgürlük ortamları oluştu. Bu dönemde de bu sefer gizlenen mezhepçi ve tasavvufçu dini kimlik var kalabilmek için karşıtına sığınarak yaşayabilme yolunu tuttu.” diyen Türkmen, 60 ve 70’li yıllarda dindar çevrelerin sağcı ve devletçi zaaflarla kimlik bunalımı yaşadığını bildirdi.
Türkmen, Türk ulusunun üç mesele üzerine kurgulandığını da belirten Türkmen bunların beş bin yıllık bozkurt, yedi bin yıllık Türk tarih tezi ve bin yıllık Türk tarihi olduğunu söyledi.
- Reel politik kimliği aşındırıyor
70’li yılların ortalarında tevhidi uyanış sürecinden etkilenen Türkiye’de ilk defa devletçi ve sağcı kimliklerin cahili olduğu ve Müslüman kimliğin bunları kabullenemeyeceği ifadelerinin ilk kez Düşünce dergisinde işlendiğini aktaran Türkmen, bir çok yapının bu meseleden etkilendiğini fakat öte yandan tasavvufi cemaatler ve Fetullahçılar gibi akımların milliyetçi bağları her zaman taşıdığını hatırlattı.
Çizgisini değiştiren ve reel politik içinde siyaset yapan İslami kimliğin aşınacağını bildiren Türkmen bunun bir vebal olduğunun altını çizdi.
Barış Pınarı Harekatına da değinen Türkmen ABD’ye geri adım attırma Kürt halkını seküler ve işgalci PKK/PYD yapılarının elinden kurtarma projesinin bir hamasete dönüştüğünde milliyetçi duyguları körüklediğini belirtti.
- Tüm toplumlar milliyetçilik evreninde yaşıyor
Milliyetçilik mefhumunun zaman zaman Müslümanların gündemine girip etki edebilecek bir mevzu olmadığını belirten Musa Üzer, milliyetçilik, ulus devlet ve ulus toplumun Müslümanların içinde yaşadığı evren olduğunu söyledi.
“İslam, Doğu ve Batı toplumları, hepsi bu evrende yaşamaktadır. Bizler Ulus toplum içerisinde dünyaya geldik ve nefes alıyoruz. Müslümanlığımızı bunun içerisinde yaşıyoruz.” ifadelerini kullanan Üzer, bu sebeple milliyetçiliğin her daim teyakkuzla ele alınması ve bu bilinçle mesafe alınması gereken bir konu olduğunu vurguladı.
Milliyetçi paradigmanın siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, sanatsal ve sportif tüm alanları kendi sistemine göre kurguladığını anlatan Üzer, Müslümanların her daim bilinçle bunları karşılamak ve hesaplaşmak zorunda olduğunu ifade etti.
- Milliyetçilik ile İslam zıt
“Maalesef muasır döneminde başından beri bu ihmal ettiğimiz bir mesele oldu. Afgani, Said Nursi, Hasan El Benna’dan itibaren müspet milliyetçilik ya da kavmiyetçilik gibi ifadelendirmelerle mesele basitleştirildi. Oysa olayın ciddiyetinin kavranıp Müslümanca bir duruş, bakış açısı ve düşünce biçimiyle ele alınması gerekiyor.” diyen Üzer, bir yerde milliyetçi bir paradigma söz konusu ise İslamla zıtlık da olduğunu söyledi.
Üzer, milliyetçi paradigmanın her şeyi seküler, kutsal ve ulusa has gördüğünü ifade ederek, İslam’ın ise bunu kabul edemeyeceğini hatırlattı.
Müslümanların hareketlerini anlamlandırdığına işaret eden Üzer, Müslümanların bakış açılarında milliyetçiler ile farklarını ortaya koymasının zorunluluk olduğunu kaydetti.
- Duyarlı ve eleştirel yaklaşım
Üzer, Barış Pınarı Harekatı’nın Suriye’deki muhalifler açısından hayırlı bir gelişme ve PKK belasından kurtuluş olarak anlamlı bulunduğunu fakat buna milliyetçi ifadeler katıldığında eylemin murdar olacağını aktardı ve şöyle devam etti:
“Daha fazla çaba sarf etmek zorundayız. Aklımızın, kalbimizin, bilgimizin ve itikadımızın perdelenmeye çalışıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Milliyetçilik kurtulduğumuz, kurtulacağımız bir mevzu değil, modern ve içinde yaşadığımız bir cahiliyedir. Sürekli bir bilinç hali olmadığında hepimizi kuşatan bir yapıya sahiptir. O yüzden hadiseleri değerlendirirken daha duyarlı ve eleştirel yaklaşmalıyız.”