Arapçada “tezkiye” kelimesinin asıl ve terim manaları arasında övmek, temizlemek, eğitmek, yüceltmek vardır.
Necm suresinin 32. âyetinde Allah Teâlâ “Kendinizi tezkiye etmeyin” buyuruyor. Burada tezkiye övmek manasına geliyor. Şu halde bir kimsenin kendini övmesi, övünmesi hoş görülmüyor.
Kültürümüzde “tahdîs-i ni’met” diye de bir ifade vardır; bundan maksat, bir müminin, Allah tarafından kendisine lütfedilen nimetleri, güzellikleri, iyilikleri O’na izafe ederek (O’na ait olduğunu, O’ndan olduğunu zikrederek) anmasıdır ki, bu dil ile şükrün de bir çeşidi sayılır ve makbuldür.
“Bakmaz mısın yâ Muhammed şu kendilerini temize çıkarıp duranların haline?! Bildikleri gibi değil, dilediğini Allah temize çıkarır. Ve haklarında zerre kadar zulmedilmez” (Nisa: 49) mealindeki âyet ve yukarıda meali verilen âyetlerin tefsirinde hem övünmek hem de başkasını övmek ele alınmış, hadislerden de yararlanılarak hükümleri açıklanmıştır.
Peygamberimizin (s.a.) yanında biri methediliyor, Peygamberimiz methedene “Yazıklar olsun sana, kardeşinin boynunu kopardın, eğer biriniz bir başkasını övmek durumunda kalırsa ve bunda samimi ise ‘öyle zannediyorum’ desin, onun gerçek durumunu bilecek ve hesabını görecek olan yalnızca Allah’tır, Allah üzerine kimseyi övmesin” buyurmuştur.
Bir kimsenin gözüne girmek, gücünden yararlanarak menfaat sağlamak gibi ahlak dışı maksatlarla onda bulunmayan güzel nitelikleri sayarak övmek İslam ahlakına aykırıdır ve menedilmiştir. Bu davranış övülenin kendini ıslah etmek için yapacağı nefis muhasebesine zarar verir. Bir kimseyi güzel niteliklerini sayarak övmenin ise iki sonucu olabilir: 1. Kesin konuşulduğunda övülen kibre, kendini beğenmeye, manevi yolda (ahlak eğitiminde) ilerleme cihadını gevşetmeye meyledebilir. İşte “kardeşinin boynunu koparmak” bunları ifade etmektedir. 2. Duruma göre övülenin güzel niteliklerinde sebat etmesine, başkalarının da onu örnek almalarına vesile olabilir; bu takdirde övmek caiz görülmüş ve uygulanmıştır.
Toplumda insanların çoğu, hocalarını, şeyhlerini, ustalarını, arkadaşlarını, yakınlarını… överler ve bunu da hem “güzel zan, öyle sanma” üslubunda değil de kesin olarak yaparlar. Daha ziyade tasavvuf âleminde müridlerin çoğu, şeyhlerinin cennetlik olduklarını söylemenin ötesinde ona mensup olanların, hatta kabrine yakın gömülenlerin de şefaate mazhar ve cennetlik olacaklarını söylerler. Bu kardeşlerimize bir uyarı olması için sahih kaynaklarda geçen bir hadisi aktarmak isterim:
İlk muhacir Müslümanlardan değerli sahâbî Osman b. Maz’un vefat etmişti. Medine yerlilerinden Ummu’l-Alâ isimli hanım onu şöyle tezkiye etti: “Allah’ın rahmetine mazhar olasın, ben senin için tanıklık ederim ki, Allah sana ikramda bulunmuştur.” Bunun üzerine Efendimiz ile aralarında şu konuşma geçti:
-Allah’ın ona ikramda bulunduğunu nereden biliyorsun?
-Babam sana feda olsun yâ Resûlallah, Allah (ona değilse) kime ikram eder?
-O şimdi gerçekle karşı karşıya geldi, vallahi ben de onun hakkında hayır umarım, vallahi ben Allah’ın elçisi olduğum halde bana ne yapacağını bilmiyorum.
-Vallahi bundan sonra kimseyi asla tezkiye etmeyeceğim (Buhârî, “Cenâiz”, 3).
İbn Hacer’in de açıkladığı gibi Peygamberimizin bu ifadesi Ahkaf suresinin 9. âyetine uygun idi:
“Ben peygamberler arasında benzeri gelip geçmemiş biri değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemem, ancak bana vahyedilene uyarım. Ben yalnızca açık bir uyarıcıyım”.
Daha sonra gelen Fetih suresinde ise Allah Teâlâ Peygamberimizin güzel akıbetini bildirmiştir.
Akıbeti vahiy ile bildirilmemiş kimselerin cennetlik olacaklarını, kurtulup kurtaracaklarını ummak değil de söylemek ehl-i sünnet inancına uygun değildir.
Yeni Şafak