Otonomi: Kürtlere mi, orduya mı?

Orhan Miroğlu

Kürt sorunu ve Türkiye’nin bir bütün olarak idari yapısı bağlamında, DTP’nin çözüm önerisi olan ‘Demokratik Özerklik’ projesini tartışmamız gerekirken, bir genelkurmay talebi olarak ‘otonomi’ isteğiyle karşı karşıya kalmamız, tuhaf bir ironi.

Bu talep medyada otonomi olarak yer aldı ama, Baskın Oran, haklı olarak, bu genelkurmay talebinin aslında bağımsızlık talebi olduğunu yazdı. (Radikal-2, 19 Nisan)

İşte Türkiye tam da bu fiili durumun değişmek zorunda olduğu bir kırılma noktasını yaşıyor.

Türkiye, yeni dünya düzeniyle ilişkilerini, ordunun bu özerk-bağımsız statüsünü koruyarak sürdürme şansına sahip değil artık ve bu durum değişmek zorunda.

Kabul etmek lazım ki, bu ülkenin iç dinamikleri, böyle bir tarihsel değişimi mümkün kılacak güce hiçbir zaman ulaşamadı. Ulaşacak gibi de görünmüyor.

Türk toplumu için çok makbul bir durum olabilir bu, ama dünyanın, bu Türk usulü, devlet-ordu arasındaki özel statüye, ‘sizin iç sorununuz’ deme ihtimali artık maalesef yok.

Türkiye, bu ‘özerk ordu’ yapısını hâlâ koruduğu için 2000’li yıllarda etnik bir iç çatışmanın eşiğinden döndü.

Bütün veriler, iç savaş yoluyla darbe planlayan Ergenekon yapılanmasının ana karargâhının ordu olduğunu gösteriyor.

Bu ana karargâhta, Özkök Paşa direnmese, İlker Başbuğ ve Büyükanıt Paşa, darbecilerin aklına uysa, uluslararası güç odakları nötr kalsa, Kürtler parlamentoyu barışın ve çözümün adresi olarak görmese, muhtemel bir iç savaşı yaşamak mukadder olacaktı.

Peki, böyle bir savaş, bölgede ve uluslararası camia içinde sadece Türkiye’nin iç sorunu diye suskunlukla karşılanabilir miydi?

Elbette hayır, çünkü Türkiye ne Ruanda’dır ne de Sudan.

Ve ordunun korumaya hatta geliştirmeye çalıştığı bu özerk yapı, Kürt sorunu çözümsüz kaldığı sürece her zaman için Ergenekon tipi örgütlenmeler üretebilecek mahiyettedir.

Bu gerçeklere rağmen, Sayın Başbuğ’un otonomi talep ettiği konuşması yeni bir açılım olarak yorumlandı. Kimileri, Başbuğ’un Kürt sözcüğünü kullanmasını bile heyecanla karşıladılar.

Oysa içeriği itibariyle Başbuğ’un konuşmasında ne açılım ne de heyecan vardı.

Temel sebebi, bir halkı inkâr olan ve otuz yıl süren bir iç çatışmadan sonra, çoğu asit kuyularında, kazan dairelerinde yakılmış elli bin ölünün ardından, genelkurmay başkanının, her nedense, ‘Zazaları’ da hatırlatmayı gerekli görerek, çıkıp ta ‘Kürt’ sözcüğünü kullanması; vicdanı ve aklı olan insana, heyecan vermez, hüzün ve acı verir sadece.

Öte yandan, bu konuşmanın en dikkat çeken yanı zamanlamasıydı.

Seçimlerde DTP önemli bir başarı elde etti. Yönettiği belediye sayısını ikiye katladı. Kürt konferansının hazırlıklarının yapıldığı bir süreç vardı. PKK, 1 hazirana kadar ateşkes ilan etti.

Böyle bir süreçte, başbakan Antalya’da tatil yaparken, General Başbuğ 300 gazetecinin davet edildiği bir salonda, ordu adına açıkça otonomi talep etti.

İki gün sonra da, DTP’ ye operasyon başladı, DTP’li yöneticiler tutuklandı ve Kürt konferansı gündemden düştü.

Meclise girmek için 17 yıl bekleyen DTP’ye reva görülen şey, kriminal bir muameledir. Benzeri 1994’te DEP’e yapılmıştı.

DTP’li yöneticiler, PKK adına şehirlerde meclisler kurmakla suçlanıyorlar.

Genel Merkez yöneticileri bu açıklamaya karşı çıkıyor ve Türkiye meclisinin, partinin tüzüğünde yer aldığını söylüyorlar.

Üç maymunu oynamaya gerek yok.

PKK’nin siyasi faaliyet alanı geniş bir coğrafya. Dağları var bu coğrafyanın, acıyla tecrübe edildi, artık yeniden bu tecrübeyi yaşamanın kimseye faydası yok.

Ama unutmayalım ki, ovaları, yani şehirleri de var bu coğrafyanın ve bu şehirlerde yaşayan Kürtler çeyrek yüzyılda, PKK’nin siyasi faaliyetlerine tamamen açık bir toplum haline geldiler.

Siyasi geleneği bugün DTP’de süren HEP’in siyaset sahnesine çıkması bile, PKK’nin Kürt siyasi hareketinin dinamiklerini elde ettiği koşullarda mümkün olmuştur.

Kabul eder ya da etmezsiniz, ama PKK artık de-facto de olsa siyasallaşmıştır.

Diyarbakır’da, Van’da, Mardin’de, bir gün ve bir gece geçirmek bile bu gerçeği görmeye yeter.

Ama bu siyasallaşmanın yasal bir statüsü yok ve işin püf noktası da burada.

Yasal statüsü olmayan bir hareket olarak PKK, ve anayasanın güvencesi altında faaliyet yürüten bir parti olarak DTP, gerçek hayatta iç içe geçmiş iki harekettir.

Operasyon DTP’ye değil, PKK’ye yapıldı demek bu yüzden boş laf. Bu operasyon bal gibi de DTP’ye yapılmıştır. Tutuklananların neredeyse tümü DTP yöneticisidir.

DTP’ye operasyonun gerekliliğini bırakalım savcılar ve polis müdürleri savunsun.

Ama bizim amacımız demokrasiyi savunmaksa, Türkiye şartlarında böylesi hayati bir çelişki yaşayan Kürt hareketinin artık dağlardan yönetilmemesini talep etmeliyiz.

Şiddeti gereksiz hale getirecek şartları yaratarak, ve kimin uyguladığına bakmaksızın şiddete karşı çıkarak, PKK’li olsun olmasın her Kürdün medeni haklar çerçevesinde, istiyorsa siyaset yapmasını savunmalıyız.

Devletin bütün kurumları, çok iyi biliyor ki, Kürt coğrafyasında yaşayan insanların yüz binlercesi, ödedikleri ağır bedellere rağmen PKK’ye sırtını dönmüş değil, tersine bu insanların PKK’ye siyasal desteği sürüyor.

Önemli olan silahlı mücadele dönemini kapatacak ve PKK’nin silahsızlandırılmasını sağlayacak bir barış projesinin hayata geçirilmesidir.

Sayın Başbuğ!

Konuşmanızdan belli ki, böyle bir şeye siz pek yanaşmıyorsunuz.

Ne yaptınız, Prof. Metin Heper’in Devlet ve Kürtler kitabında yazdıklarına mı inandınız, bilmiyorum ama, yaptığınız konuşmayla durumu eskisinden daha vahim hale getirdiniz.

Bu devirde ve yüz yıl sonra tutup Kürtleri yeniden, Türkleşmeye davet ettiniz!

Olacak şey mi bu?

Anlaşılan, Türk ulus-devletinin, Kürt kimliğinin inkârı üstüne inşa edilmesine benzer şekilde, siz de otonomi talebinizin bekasını ve geleceğini, Kürtlerin ilelebet dağlarda kalmasına bağlamışsınız!

Metin Heper gibi tuzu kuru akademisyenlere bakmayın siz, onlar bilmez, ama en iyi sizin bilmeniz lazım, bu anlayış Kürtleri, 29 kez dağa çıkaran anlayıştır.

Biliyorum, Taraf yazarı olduğum için, davet edeceğiniz gazeteciler gibi, sizi 28 nisanda dinleme şansım olmayacak benim.

Eğer bu olabilseydi, size sormak istediğim soruyu iyisi mi ben de bu köşede sorayım gitsin.

Aslına bakarsanız, sorunun muhatabı siz değil, TBMM’dir; ama orada bile vekillerimizin gözü kulağı sizde!

Onlar da nefeslerini tutmuş acaba Paşa 28 nisanda ne diyecek diye merak edip duruyorlar!

Meclistekiler Türkiye’nin bütün milli meselelerini size havale ettiklerine göre, anlaşılan bu soruyu size sormaktan ve vereceğiniz cevaba inanmaktan başka çaremiz kalmadı.

Sayın Başbuğ, 28 nisanda daha açık ve samimi olun lütfen ve aşağıdaki soruya da, ‘cümleyi düşürmeden’ ama, net bir cevabınız olsun:

Bu son Kürt isyanını bitirmeye gerçekten var mısınız, yok musunuz?

TARAF