Otomatik pilot modunda dış politika analizinde irtifa kaybı…
Yıldıray Oğur / Türkiye
New York’ta Birleşmiş Millet binasının karşısında protestocular için ayrılmış caddede en sessiz grup onlar. Öylece orada içeriden ne çıkacağını bekliyorlar.
Çünkü güvenlik şeritleriyle korunan binada Suriye yani onların geleceği konuşuluyor.
Sisi’yi bağrına basan Batı, 4 yıldır kendi halkını katledip şehirlerini bombalayan, kimyasal silah bile kullanmış ama laik Esad’a da radikal İslamcılara karşı bağrında bir yer aramakla meşgul içeride.
Aslında dört yıldır Suriye meselesinde en baştaki pozisyonunu koruyan Esad’dan başka bir aktör yok.
O yüzden Suriye konusunda fikir değişikliği listesinin ahlaken dibinde Obama’nın adı var.
O pozisyon değişikliklerinin kurbanlarından biri bugün koltuğunun en güçlü adayı Hillary Clinton. Kurbanlar listesinde Dışişleri Bakanı dışında CIA Başkanı, Savunma Bakanı ve neredeyse bütün Suriye özel temsilcileri de var.
Kitaplar yazıp, röportajlar veriyorlar bugünlerde. Guta’daki katliam sonrası müttefikler müdahale için hazırlanırken, Beyaz Saray bahçesinde kısa bir gezintiye çıktıktan sonra, kararı Kongre’ye paslayan Obama’nın İran ve Rusya’yla dansını yerden yere vuruyorlar.
Halbuki bundan dört yıl önce 2011 yılında Suriye’de ayaklanma yeni başlamış, Esad’ın öldürdüğü Suriyeli sayısı henüz binlerle ifade edilebilirken, onu ikna etmeye çalışan Türkiye’ye ateş püsküren bir ABD vardı.
New York’ta Suriye ile ilgili trafiğin içinde yoğun bir programı olan Başbakan Davutoğlu gazetecilerle görüşmesinde o günleri şöyle anlattı:
“Bizim Esad ile ilgili pozisyonumuz üç aşamadan geçti. Aceleci şekilde ‘Esad gitsin’ demedik. 2011 yılında Esad’lı kalıcı formül için çok çalıştık. O zaman Batılılar Esad'ı dışlarken ben gidip 7 saat bir reformlar silsilesi yapın, biz de sizi destekleriz dedik. 2011 Şubat’tan 2011 Eylül’üne kadar, Esad’ı reforma teşvik ederek Suriye krizini çözmeye çalıştık.. 2011 Eylül’ünden 2012 Temmuz’una kadar, Esad geçiş sürecinde bulunsun, Esad’ın ve muhalefetin onayladıkları kişiler geçiş sürecini yönetsin formülü üzerinde durduk. Bir geçiş süreci tanımlayalım, o dönemde Esad geçiş sürecinde kalsın, geçiş süreci tamamlanınca Esad bıraksın. Bunu ilgili ülkelerle konuştuk. Böyle dedik. Ama 2012’den sonra hava saldırıları ve kimyasal silah kullanımı başlayınca, çok büyük bir göç dalgası oluşunca, Suriyelilerin Esad’ı kabullenmeyecekleri anlaşıldı. Biz Esad’lı bir çözümün yürümeyeceğini söyledik.”
Türkiye’nin politikasında da ABD’nin olduğu gibi zamanla bir değişiklik oldu.
Ama hangi değişiklik ahlaken doğru sorusunun cevabı herhalde ölü sayısı arttıkça Esad’a yaklaşan ABD’ninki değil, o sayılar arttıkça Esad’ın tam karşısına geçen Türkiye’ninki olmalı.
Şimdi en isteksizi Fransa en isteklisi Almanya olmak üzere New York’ta Batı bloku “Esad kalsa daha mı iyi olur”u konuşurken, duruşunu en net koruyan ülke hâlâ Türkiye. Türkiye, Ankara’da belirlenmiş kendi pozisyonunu bunun uğruna yediği bütün kara propagandaya rağmen korumaya, diğerlerini de iknaya çalışıyor. Hem de 2 milyon Suriyeliye ev sahipliği yapan bir ülke olmaktan gelen ahlaki üstünlükle.
Ama bir de bütün pozisyonlarını Türkiye’ye değil, ABD’ye bakarak belirleyenler var.
2011 yılına gidiyoruz.
Suriye’de devrim başlamış, Esad göstericilere kurşunlarla cevap veriyor. Ama Türkiye henüz Esad’la ipleri koparmamış, siyasi bir çözüm için Esad’ı reform yapmak için ikna etmeye çalışıyor. Erdoğan telefonla, Davutoğlu ve Fidan bizzat giderek Esad’la görüşmeler yürütüyor, anayasa taslakları, polislere eğitim, kısa ve orta vadeli reform paketleri sunuyorlar.
Türkiye, bu görüşmeler nedeniyle ABD tarafından uyarılıyor, kaşlar insan hakları, demokrasi diyerek kalkıyor. Türkiye, “hemen gayrimeşru ilan etmeyin, bir hafta daha verin” diyerek ikna için zaman kazanmaya çalışıyor.
İşte tam o sırada Türkiye medyasında şu yazılar çıkıyor.
İlk örnek:
“Türkiye’nin ise Suriye’de olanlara sessiz kalmak gibi bir lüksü olamaz. Yoksa dünyaya Baas rejiminin ömrünü uzatmak istermiş görüntüsünü vermek gibi bir hataya düşülmüş olur. Bu imajı yansıtmak, daha önce başka durum örneklerinde olduğu gibi Türkiye’nin Suriye bahsinde de İran ve Hizbullah’la bir paralelde buluştuğu izlenimini doğurur. Oysa bakınız, komşumuz Suriye’de kan gövdeyi götürürken, Başbakan Erdoğan başta olmak üzere AKP iktidarın sözcüleri suspus olmuş durumdalar. Ses çıkaran yok. Dün öğlen saatlerine kadar, Dışişleri’nin sade suya tirit, yasak savmak kabilinden yapıldığı belli olan, önceki günkü son derece yumuşak açıklaması dışında, Suriye’deki katliama karşı kayda geçen bir 'itiraz' duyulmamıştı Ankara’dan.
Oysa işler daha fazla çığırından çıkmadan Suriye’deki rejim değişikliğini kolaylaştırıcı tedbirleri düşünmek ve uygulamak gerekmiyor mu?
Mübarek’e 'Git' dediniz, Bin Ali’ye 'Git' dediniz ve fakat anladık ki Beşar’a 'Git' diyemiyorsunuz.”
“Ama AKP hükümeti, Suriye’deki aile dostu diktatör kendi halkının üzerine ateş yağdırıp yüzlercesini katlederken kibarca mırıldanmak dışında henüz bir şey yapmıyorsa...”
“Böyle bir zamanda sadece Gazze’ye sefer tertiplemek, Arap diktatörlerin halklarına yaşattığı trajedileri Türkiye’nin pek de umursamadığı gibi bir imaj yansıtabilir dünyaya... Ya da Türkiye’nin sadece İsrail tarafından zulmedilen Arapların çektiği acılarla ilgilendiği gibi bir izlenim doğabilir. Hükümetimiz İHH’ye her zamanki gibi bazı tavsiyelerde bulunmalıdır. Ancak bu kez şunu demelidir:
“Gazze’ye gidin; hem de seçimi beklemeden. Ama oraya giderken önce Suriye’nin Lazkiye, Tartus ve Banyas gibi liman kentlerine de bir uğramayı deneyin. O zaman biz de Akdeniz’e açılarak aldığınız bütün oylar size helal olsun deriz.''
Şimdi de dört yıl sonraya gidelim. Dünya bu dört yılda çok değişti. Bu aralar Hizbullah-İran yanlısı bir propaganda sitesinde de yazan aynı yazar bakın ne demiş:
“Davutoğlu, müflis ve mefluç Suriye politikasının acı gerçekleriyle nihayet yüzleşmesi gereken bir anda kendisini içinde yaşadığı hayaller dünyasının derinliklerine sürgün ediyor. Düşünebiliyor musunuz, Sünni nüfus Sünnici AKP iktidarının desteklediği Sünni cihatçıların ele geçirdiği yanı başımızdaki İdlib’den Esad’ın hakimiyetindeki ‘Nusayri bölgesi’ne kaçıyor ama başbakanımız Sünnilerin sığındığı rejimi sınırlarımızda görmek istemiyor!
Başbakan Davutoğlu bir hayal gücü kullanabilseydi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte izleyegeldikleri Suriye politikasının acı neticelerini öngörebilirdi.
Bu politika Türkiye’yi tarihinin en büyük mülteci kriziyle baş başa bıraktı; IŞİD belasını bölgenin ve Türkiye’nin başına musallat etti; ABD’yi Türkiye’ye ve sonunda Rusya’yı da Suriye’ye çekti…
Böylesine sorunlu, böylesine tutarsız ve saplantılı bir liderliğin Türkiye’yi içine sürüklediği Suriye felaketinden çıkarması imkansızdır.
İşte bu nedenle de Türkiye’de bir rejim değişikliği şart...”
Dış politika yorumculuğunu ABD, İsrail ne diyor üzerine kurunca böyle kepaze bir yere savrulmalarda yalnız değil ama.
Başka bir örnek daha. Yine 2011’den:
“Ama iş Suriye’ye gelince, artık yeter! Alnım ak çünkü ben zaten başından beri ‘ileri demokrasi’ iddiası olan bir hükümetin bir diktatörle bu kadar ‘kanka’ olmasının, ‘aile dostuyuz’, ‘akşamları çaya gidiyoruz’, ‘iyi çocuk, bizim sözümüzden çıkmaz’ diye böbürlenmesinin mantığını anlayamamıştım. Rejiminin tek parti istibdat rejimi olduğunu, 11 yıldır ‘genç’ liderinin reform yolunda tek bir adım atmadığını, 48 yıldır sıkıyönetimle yönetildiğini ve üstelik de tam bir ‘azınlık faşizmi’ uyguladığını hepimiz biliyoruz.
Ticarete, ziyarete eyvallah da, ne gerek vardı eli kanlı zalimlerle habire ‘ortak bakanlar kurulu’ toplantıları yapmaya, ‘stratejik ortaklık’ kurmaya, aralarında ‘güvenlik’ ve ‘polis eğitimi’ de olan 51 ortaklık anlaşmasına imza atmaya?
Beşar Esad, AK Parti’nin ‘projesiydi’. Utançla sonuçlandı. O stratejik dost, bugün Dera’da, Humus’ta, Hama’da sniper’larla insan öldürüyor, ev ev muhalif arıyor, tanklarla mezalime hazırlanıyor.
Ankara ne diyor? ‘Üzülüyoruz’, ‘temenni’, ‘toplumsal barış’, ‘aman orantısız güç kullanılmasın’! Kusura bakmayın ama yetmez! ‘Biz Beşar’ın hamisiyiz’ diye çıktınız tüm dünyanın karşısına. O zaman şimdi akan kanı durdurmak da size düşer!”
Ve 2015: “Tayyip Erdoğan’ın Esad’la geçiş süreci olabilir açıklaması Türkiye’nin Suriye politikasının çöktüğünün itirafıdır.”
İnsan hesabını verince tabii ki fikirlerini değiştirebilir. Hele bizim gibi bir ülkede, bir coğrafyada bundan daha doğal bir şey olmaz. Ama kendi hesabını vermeyip, bütün pozisyonları otomatik pilot ABD’ye, Beyaz Saray’a New York Times’a bağlayıp bir de üstüne başkasıyla “Bak değişti” diye dalga geçerken biraz düşünmek lazım. Bir örnek daha:
Önce yine 2011:
“Suriye rejiminin mukadder çöküşünü gözyaşlarını içine akıtarak izleyen başka çevreler de bulunuyor ve bunların arasında, paradoksal biçimde, bazıları iktidara çok yakın ‘İslamcılar’ın bir bölümü de yer alıyor.
Bunlar, dünyanın her köşesinde ve Ortadoğu’daki her gelişmenin ardında, ABD’nin yazdığı bir ‘master plan’ bulunduğuna inandıkları ve akılları küfür ile eşanlamlı ‘BOP’la dolu olduğu için, Suriye ve dolaylı olarak İran’ı karşısına yerleştiren herhangi bir gelişmeye alerji duyuyorlar ve Türkiye’nin Suriye’ye karşı ‘macera’ya girişmesi ihtimalini öne çıkartıyorlar.
Böyleleri, ‘izolasyonist’ bir dış politikaya her vakit abone olmuş CHP ile ve PKK’yla aynı dalga boyuna girmiş olduklarının, hatta koyu ‘Sünni kimlikleri’ne rağmen Suriye’deki ‘Nusayri-Alevi’ çekirdeğine dayanan rejimi kolladıklarının garabetinin farkında görünmüyorlar. Ya da ABD takıntısıyla dünyayı algılamaya çalıştıkları için bu ‘çelişki’den rahatsız da olmuyorlar.
Bu kafa yapısında ‘insan unsuru’, tarihin en önemli aktörünün ‘insan’ olduğu yer almıyor. Can veren, kanını akıtan Suriye halkını görmüyor, saygı göstermiyorlar. Sekiz aydır sokaklarda göğsünü zulme karşı geren Suriye halkına bakacaklarına, gözlerini, Washington’ın göremeyecekleri gizli odalarına çeviriyorlar. Bunu yaparken, bir zalim diktatörlük rejimini kutsamış olduklarını da hesaba katmıyorlar...”
Ne kadar harika, vicdanlı bir eleştiri. Ve geçen hafta:
“Gelecek bayram namazını Şam’da Emevi Camii’nde kılmak”tan söz eden, gözü kapanmış yandaşlarının gözündeki “dünya lideri”, bu bayram namazını Emirgan’da kıldıktan sonra “Geçiş sürecinde belki Esad ile gidilme gibi bir şey olabilir” diyor. Hem ne vakit?”
“Anadolu’nun Putin’i”, gelinen bugünkü noktadan sonra “Moskova’nın Putin’i” ile anlaşmayı, ancak “Suriye’nin taksimi” konusunda arayabilir. İşin zorluk noktası ise şu: Bunu sadece ABD’nin değil Putin’in de kabule ihtiyacı olmaması.
Moskova’da aklım, tarihin ilerde bugünler için neler yazacağına takılıyor...”
Ve son örnek. Önce yine 2011 yılı:
“ORTA DOĞU'daki çalkantıların şimdilik Türkiye'ye yaradığına kuşku yok. Bunun bir sebebi hükümetin, bazen kendisine rağmen, seri manevralar yapma becerisi. Düne kadar canciğer olunan Beşar Esad da sonunda, gayet doğru bir iş yapılarak, satıldı. Hükümetin manevra kabiliyetine ek olarak, çeşitli Arap ülkelerinde özellikle İslamcı muhalif gruplarla ilişkileri de gelecek dönemde Türkiye'ye söz sahibi olma imkânı tanıyacak.
En az bunlar kadar önemli bir diğer boyut ise Türkiye'nin Batı ittifak sistemi içinde Müslüman bir ülke olması. Batı sisteminin diğer üyelerinin süratli bir gerileme ve zayıflama döneminden geçmesi bulunduğu coğrafyada yukarıdaki özellikleri birleştirebilen Türkiye'yi ön plana çıkarıyor. Ülkenin pazarlık gücünü arttırıyor. Pazarlık gücü gerçi artıyor ama Türkiye birtakım tercihler yapmaya da zorlanıyor. Bir yandan Türkiye'nin politikaları Batı sistemi içindeki müttefikleri ile daha fazla örtüşür hale geliyor. Diğer yandan Türkiye İran konusunda daha keskin bir tavır almaya başlıyor...
Türkiye'de hükümet iki arada bir derede kaldı. Kendi siyasetini Ortadoğu'daki rejimlerin sürekliliği üzerine inşa ettiği, kitlelerle ilişkisini İsrail karşıtlığının efsunlaması üzerine kurduğu için şu sırada yönünü çizemiyor.”
Ve Dört yıl önce Türkiye’nin dış politikada pazarlık gücünü artıran Müslümanlığından dört yıl sonra “Kemalist dış politika ne güzeldi”ye nasıl gelindiğini okuyalım:
“Belki daha da önemlisi tüm bir Cumhuriyet dönemi diplomatik geleneğini bu geleneğin şekillendirdiği aklı, ideolojik kibirle reddetmemek önem taşıyordu. Türkiye’nin kimliğinin yalnızca Ortadoğu/din/mezhep unsurları tarafından şekillenmediğini görmek, bu ülkenin asıl gücünün çevresindeki tüm bölgelerle iletişimini sağlayan birçok kimliklikten kaynaklandığını anlamak gerekiyordu.
Türkiye’yi yönetenlerin, Körfez’deki çıkar ortaklarıyla birlikte Beşar Esad’ın gitmesini birinci hedef olarak görmelerinin maalesef bölge siyasetinde gerçekçi bir karşılığı yok. O niyeti en halisane duygularla içinizde taşımaya devam ederek bölge dışından güçlerin attığı adımlara ayak uydurmak zorunda kalıyorsanız bir yerlerde yanılmışsınız demektir. Kendi ülkesini ateşe ve kana bulayan bir diktatörün çözüme gidilirken yerinde kalması insani açıdan sindirilecek bir durum değil kuşkusuz. Ancak hayat ve uluslararası siyaset böylesine vicdansız ve acımasız...”
Gerçekten uluslararası siyaset vicdansız ve acımasız. Ama onu sadece takip edip, analiz yapanlar bu kadar vicdansız ve acımasız olmak zorunda değiller.
Fikirlerini otomatik pilotla ABD’ye bağlayıp, Türkiye’nin dış politikasının doğru olup olmadığını Washington’a bakarak tespit etmeye de herhalde artık dış politika analistliği değil başka bir şey denmesi daha uygun olur…
Şimdi Türkiye’nin Suriye politikasında değişim mi demiştiniz. Emin misiniz, bir daha düşünün isterseniz? Tabii tek başınıza yapmanıza izin verilirse…