Türkler için yüzyıllarca, yabancı insan "gavur" olarak bilinirdi. Geçen yüzyılda artan turizm faaliyeti yüzünden "gâvur"u daha da yakından tanımaya başladık.
Gâvur artık turist idi. Özellikle 1970'li yıllarda Türkiye'ye gelen az sayıda -yanlış hatırlamıyorsam 1,5 milyon- turistin profili bugüne göre hayli farklıydı. Bir paket programa yamanıp, adına tatil köyü denilen ve tüm dünyada üç aşağı, beş yukarı benzerlerini görebileceğiniz kapalı, plastik mekânlarda havuzları dolduran, "her şey dahil" programların iştihasıyla oraya buraya saldıran; ama mesela çok yakındaki bir antik kenti gezmeyi aklından bile geçirmeyen ve etrafıyla ilgilenmeyen mobil kalabalıklardan değildi bu insanlar. Aralarında gerçekten de Türkiye'yi merak edenler vardı. Halkla yakın ilişki kurmaya çalışır, Türk insanının ne menem bir insan olduğunu anlamaya çalışırlardı.
Her şeyiyle taşralığını sürdüren Anadolu insanları oturdukları kahvelerde, lokantalarda, sokaklarda rastladıkları turistlere uzun uzun bakardı. Aralarında rahatsız olanlar ve homurdananlar çıkardı elbet. Ama genellikle bakışları merak yüklü ve hayli sempatikti. Parkta iletişim kurduğu bir çifti, kolundan tuttuğu gibi evine getiren ve ihtimal, hanımının bütün söylenmelerine rağmen, onlara mükellef bir sofra kurup izzet ikramda bulunanlar, hatta sabah ceplerine para koyup uğurlayanlar çoktu. Velhasıl, 1970'lerin turizmi ticari bir değer taşımaktan çok kültürel bir olguydu.
Kendine bakış özde sabitlenemez
Bütün bu abartılı ağırlamalar bir sorunun sorulmasına ve beklentileri karşılayacak şekilde cevaplanmasına matuftu. Soru şudur: "Türkiye'yi nasıl buldunuz?" Bu sorunun mahiyeti üzerinde düşünmeyi önemli buluyorum. İlk olarak "soran" açısından son derecede kırılgan bir sorudur bu. Soranı, sorulan karşısında neredeyse mutlak teslimiyet durumuna getirir. Her şey "yabancı"nın iki dudağı arasından çıkacak olan hükümlere bağlıdır. Beklenen cevap, Türklerin sağda solda söylenenlerin aksine çok iyi ve misafirperver bir millet; Türkiye'nin ise denizi, tabiatı ve tarihiyle eşsiz bir cennet olduğunun teslim edilmesidir. Burada derin bir "oh" çekilip; tatmin duygusunun doruklarına ulaşılır. Eğer tersi olursa, çok karmaşık bir duygusal süreç başlar. İhtimal, turist yeniden o bildik, insanlıktan nasibini alamamış "gâvur" olur. Kadim bilgeliğin-genellikle Sokrates'e mal edilen-aforizmalarından birisi "kendini bil" hikmetidir. Şurası çok aşikâr olarak görülüyor ki, insanın hayatında karşılaştığı en büyük muamma yine kendisidir. Bu aslında "özbilgi'' denilen bir olguya götürüyor bizi.
"Öz bilgi" acaba nasıl bir ihtiyaçtır? Kadim dünyada öz bilginin esaslı bir ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum. Gelenek öz bilgi sorunsalını öteleyen ve bir ihtiyaç olmaktan çıkaran kolaylıklarla yüklüdür. Felsefi dildeki karşılığıyla söyleyecek olursak gelenek, her şeyin "kendisinde" olduğu pratiklerle yüklüdür. Yani insan, geçmiş nesillerin tecrübelerinden damıtılarak gelen "kurulu olan"a bürünerek yaşar. Yorumlar ve yenilemeler de meşruluğunu yine kurulu olandan alacaktır. Kısacası öz bilgi kadim dünyada marjinal bir meseledir. Belki de böyle bir ihtiyacı konvansiyonel dünyanın dışındaki seçkin mistikler ve bilgeler duyar.
Öz bilgi nasıl edinilecektir? Kadim dünya öz bilgi elde etme işini insanın kendi kendisiyle baş başa kalmasına dayandırmıştı. Özellikle envai çeşit mistik tecrübenin ortak paydasıdır bu. Dünyadan el etek çekmek, kendi kendisiyle baş başa kalmakla elde edilebilecek bir "öz bilgilenmenin ödülü de bilgelik olacaktır. Bir bakıma öz bilgi tecrübesi bir "ötekisizleşme" tecrübesiydi de. Bu tecrübelerde bırakın yabancıyı, tanıdıklardan bile uzak kalmak esastı. Dolayısıyla buna "ötekisizleşme" demek kadar "evsizleşme" olarak da bakılabilir. Yalnızlığa dayalı öz-bilgilenme tecrübesi farklı düzeylerde işlenmiştir. Bazı inanışlar -mesela Budizm ve manastır Hıristiyanlığı- bu tecrübeyi mutlaklaştırıp bir modus vivendi haline getirmişler; buna mukabil İslamiyet bunu geçici bir tecrübe olarak görüp, eve dönüşü esas almıştır. Yalnızlık tecrübesine dayalı olan öz-bilgilenmede bakış özde sabitlenmez. Eğer böyle olursa macera Narchissos efsanesiyle yüz yüze getirir bizi. Bu tecrübe aynı zamanda özün baskısının sona erdirilmesi, bir bakıma artık nefs olarak anılan bir özden vazgeçişi de esas alır. Bir süreliğine öze sabitlenen iç bakış, bir süre sonra ilahi olana ulaşacak ve kendisinden vazgeçecektir.
Ötekine bakan ayrıcalıklıdır
Kadim dünyada "yabancı" ya da "öteki" öz bilginin edinilmesinde bir ayna vazifesi görmez. Yani öz bilgi kıyaslamalara açılan ilişkisel akıl yürütmelerin sonucu değildir. Kadim dünyanın yapılanmaları da buna uygundur. Mesela kadim dünyanın en yüksek organizasyonu olan imperum'da farklılıklar ince bir şekilde ayrıştırılır ve olabildiğince ilişkisizlendirilir. Yabancıların en fazla gözüktüğü, farklılıklara dayalı rastlaşmaların en yoğun olduğu yerler öteden beri agoralardır. Ama agoraların kültürel çeşitliliği öz bilgi edinmede ilişkisel akıl yürütmelere ne denli fırsat sağlamıştır? Agoranın yaşayışın belkemiğini teşkil ettiği şehir hayatlarındaki kültürel etkisinin sınırlı olduğunu düşünüyorum. Mesela "polis" filozofu Aristo bile site yurttaşlarının, sitenin gelenekleriyle bağlantılı olarak gördüğü kültürel saflığını, benzerliğini esas alır ve savunur. Başka bir örnek vermek gerekirse ticaret şehri Venedik'e bakmak yeterli olacaktır. Bu şehrin canlı ticaretinin hanlar içinde örgütlenmiş katı bir gettolaşmaya dayandığını kaynaklar açıkça gösteriyor. Hasılı agoranın kamusal hayattaki kültürel etkilerinin sınırlı kaldığı anlaşılmaktadır. Agoralar ise politik yapıların çapı büyüdükçe -mesela site ölçeğinin dışına çıkıldıkça- "res publica" tarafından tekinsiz görülüp bir tür getto muamelesine tabi tutulduğu görülecektir.
Öz bilgi edinmede ilişkisel akıl yürütmeler modernliğe özgüdür. Üstelik modernlik bunu modern düşünüşün bazı telkinlerini baskılayarak yapar. Modern düşünüş, mesela Aydınlanma'da olduğu üzere öz bilgilenme işini tarihsel çevrelerin dışında tuttuğu, eşitliği de telkin eden "doğa" bağına dayalı olarak kurgular. Öz bilgilenme, evrensel insan idealine açılan insan doğasının keşfiyle ilgili görülür. Ama modernliğin ekonomi politiği bu ideali zayıflatmıştır. Süreç şöyle işler: Modernlikte her akıl yürütme dünyevidir. Bu sadece "dünyevileşmenin" referans düzeyinde önem kazanması değil; belli bir akıl yürütmenin dünya çapında bir karşılığı olduğu anlamına da gelir. Her iki anlamı birlikte düşündürecek olan ortak kavram, "sömürgeleştirerek" düşünmek ve eylemektir. Bu öncelikle epistemolojik bir yeniliktir. Bilgi, modern dünyada gidilerek, görülerek; keşfedilerek, ayak basılarak; daha beteri keşfedilen yerin mahremiyetini ihlal ederek elde edilir. Deneme ve yanılmaya dayalı tecrübeler de bunu izleyecektir. Bu yeni epistemolojide her daim bir öteki ile karşılaşmak mukadder olacaktır.
İlişkisel öz bilgilenme, öz'e "öteki" üzerinden bakmayı öngördüğü için dünyayı bir aynalar galerisine dönüştürür. Öteki aslında aynadır. Bu aslında bizzat görme eyleminin de saflığını kaybedip sömürgeleşmesidir. Velhasıl modern öz bilgilenme süreci, kadim dünyadaki "ötekisizlik", hatta "evsizlik" temelindeki yerleşik usullerini kaybetmekte, ontolojik bir kırılmaya uğramaktadır. Ötekine bakarak aslında ben kendime bakıyorumdur. Ama aynalar düz ayna değildir. Yeni optik iç bükey ya da dış bükey olacaktır. Yani her şey olduğundan daha iri, ya da ufak görülecektir. Bu da sömürgeleştirerek düşünmeye dayalı öz bilgilenmenin sadece ilişkisel değil; aynı zamanda da kıyaslamacı olduğuna işaret eder. Modern dünyada öz bilgisi gelenekselden farklı olarak öze ilişkin kararlılığı ifade eder. Kıyaslama, sabite değeri kazanmış öz nitelikler arası yapılır ve ister istemez eşitlikçi olmaktan çıkar. Modern dünyada farklılık eşitsiz bir doğaya sahiptir ve "öteki"nin en hafifiyle örselenmesine, incitilmesine dayanır. Ötekine bakma işi bu denli önem hayatiyet kazanıp, mahremiyeti tehdit eder hale gelince en alelade tepkinin de bakma eyleminin denetlenmesi ve sınırlandırılması olacağı muhakkaktır. İlk olarak bakma eylemi bir iktidar ilişkisini yansıtır. Burjuva avangard entelektüelleri, kadim dünyanın mahremiyeti ifade eden yapıları bir bir çözülürken bu işten büyük bir haz duyuyorlardı. Artık herkes her şeye özgürce bakabilecek ve her şey görülebilecekti. Oysa gelişmeler tersini ortaya çıkardı. Bakan aynı zamanda ayrıcalıklı olandır(pan opticon). O, görülmeden görendir. Aynı zamanda nasıl bakılacağına, neyin görüleceğine, neyin görmezlikten gelineceğine o karar verir. Belirsiz kişilerden oluşan bir topluluğun eş anlı olarak kendisine baktığını hisseden kişinin yüzünün neden kızardığı modern bir meseledir. Ehil modern yurttaş, sağı soluyla ilgilenmeyen, bakışlarıyla başkalarını rahatsız etmeyen kişidir. Başkalarının kendisine bakmasını engellemeye hak kazanmak için öyle yapmalıdır. Levinas gibi düşünürler bakma üzerine konan bir ambargonun insani maliyetini sorunsallaştırır.
Sorun, bakılan açısından daha da ilginçtir. Modern dünyada kendisine bakılanın bu işten yara almadan çıkması neredeyse imkânsızdır. Bakılan, kendisine dair dış bükey bir görüntü elde edecektir. Uzağa atılmış ve küçültülmüştür. Bunun doğru bir görüntü olmadığını aslında böyle olmadığını ileri sürecektir. Bu aslında "bakma", "görme" ya da "görülme" eylemine dair ilkesel bir eleştiri olmaktan çok, bir bakma ya da görülme hatasını tashih etmeye adanmıştır. Çünkü bakma ve görme tekelinin iktidar ilişkisinden kurtarılması değildir arzulanan. Oysa böyle bir optik kusur düzeltilebilir değildir. Çünkü tashih işinin sonu gelmeyecektir. Mesela bir sömürge ülkesi ve halkı olmaktan kurtulabilirsiniz. Bu kez bir "geri kalmış" ülke olarak görüleceksinizdir. Kalkınmayı sağladığınızı düşünebilirsiniz. Bu kez tabiatı kirletmekle, tarihi tahrip etmekle suçlanırsınız. Ulus-öncesi kültürel geleneklerinizle geri ve ilkel görülürsünüz. Bunu başardığınızda, ulus inşasının bütün menfi sonuçları önünüze konur. Mesela demokratikleşmeyi başaramamış kaba ulusçular olarak görülürsünüz. Demokratikleşme yolunda adım atarsınız, sizi uluslararası kredi notunuzu düşüren istikrarsızlık değerlendirmesi bekler.
Hakikatin gösterilen kısmıyla muhatabız
Her öz bilgilenme bir öz değerlemeyi içerir. Oysa öz bilgilenme sömürgeleştirilmiş eşitsiz ilişkilerin ürünü olduğu için öz değerlemeler de bundan nasibini alacaktır. O kadar ki artık bir öz değerleme yapmanın imkânları bile ortadan kalkar. Bir şey ya da iş ne için değerlidir? Bu sorunun o şey ya da işin tabiatından ya da içinden gelen temellendirmesi kolay kolay yapılamaz. Görenlerin onu değerli bulması ya da bulacağına ilişkin bir beklenti belirler bir şeyin değerini. Bu, kapitalist ilişkilerde kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki tarihsel ilişkilerin ters yüz edilmesinin sonucudur. Nihayet eylemler de sömürgeleştirilir. Bir şeyi eyleme kararını biçimlendiren o eylemin saikleri ve yol açtığı durumlar olmaktan çok, eylemenin nasıl görüleceği ve görenlerin nazarında nasıl değerleneceğidir.
Geç-kapitalizm ve geç-modernlik bakma ve görme eylemi üzerindeki baskıları sözüm ona tasfiye edip "açık toplum" düşünü gerçekleştirme iddiasıyla zuhur etti. Her yerde görselliğin zaferinden söz ediliyor. Bu sözde zafer ilişkiselliği, beşeri teması neredeyse tamamen yok eden yeni iletişim teknolojileriyle taçlanıyor. Bilgi toplumu safsatası ilişkisizleşmiş bilgilenmenin göstergesidir. Öte yandan bu teknoloji herkese öz bilgilenme ve öz değerleme işini alabildiğine tavsatan ve gereksiz hale getiren bir pan opticon deneyimi yaşatır. Yani görülmeden görme ayrıcalığı kazandığımızı zannedebiliriz. Hatta artık bunun bir ayrıcalık olmaktan çıktığı ve herkese mal olarak demokratikleştiği de sanılabilir. Oysa gördüklerimiz nihayetinde bize özel bir tarzda gösterilenlerdir. Daha vahimi ise, 13. Kat filminde olduğu üzere, aslında o an bizi kimlerin gördüğünü ise asla bilemeyeceğizdir. Susan Sontag, "İnsanoğlu Platon'un mağarasından bir türlü dışarı çıkamamakta, eski alışkanlığıyla hakikatin görüntüleriyle oyalanıp durmaktadır" derken hiç de yanılmıyordu....
Zaman gazetesi