Aydın Ünal’ın Yeni Şafak’taki köşesinde yayımlanan konuyla alakalı yazısını (30 Ekim 2018) ilginize sunuyoruz:
100. Yıldönümünde Mondros Mütarekesi
1. Dünya Savaşı 1914 yılında başladı. Osmanlı Devleti’nin taraf olmaktan, bu savaşa girmekten başka seçeneği yoktu. Irak ve Hicaz’daki petrol Batılı devletlerin iştahını kabartıyordu. İstanbul merkezli hilafet Müslümanları bir arada tutuyordu. Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması için çalışmalar hızlanmıştı. Yunanistan, Ermenistan topraklarımızda hak iddia ediyordu. Haçlılar, bin yıldır yeniliyor, Müslümanlar karşısında zafer kazanmak için yanıp tutuşuyorlardı…
1. Cihan Harbi, bu ve buna benzer birçok emeli gerçekleştirmek arzusundaki Batı için büyük fırsattı. Daha savaş başlamadan Osmanlı toprakları paylaşılmıştı. Osmanlı sınırları içinde ulusçuluk fitnesi ateşlenmişti. İstanbul, art arda yaşanan badirelerin de etkisiyle, devlet adamlarının ve komutanların, memleketi düşünmekten ziyade kendi ikbal ve koltukları için kavga ettiği bir arenaya dönüşmüştü.
Batı’nın iştahı, Osmanlı’nın vurdumduymazlığı ve ihanet bir araya gelince, yenilgi kaçınılmazdı.
3 kıtaya hükmeden, sınırları İran sınırından Atlas Okyanusu’na, Hint Okyanusu’ndan Karadeniz’e uzanan Osmanlı Cihan Devleti, 1. Dünya Savaşı’nın son günlerinde artık Anadolu’ya sıkışmıştı. Düşman Musul’a, İskenderun’a kadar gelmişti; İstanbul’a girmesi an meselesiydi.
100 yıl önce, tam da bugün, 30 Ekim 1918’de, Limni Adası’nın Mondros Limanı’na demirlemiş Agamemnon Gemisi’nde, Osmanlı heyeti ile İngilizler arasında ateşkes imzalandı.
Ateşkes metni İngiliz, Fransız ve İtalyanlar tarafından çok önceden hazırlanmıştı. Üzerinde iyi çalışılmıştı. Mondros Mütarekesi savaşı bitirecek ama işgali, paylaşımı sona erdirmeyecekti. Osmanlı heyeti ise hem tecrübesiz, hem de hazırlıksızdı. Birkaç cılız itirazın sağladığı küçük değişikliklerle mütareke metni kabul edildi ve imzalandı.
25 maddeden oluşan Mondros Mütarekesi, Osmanlı devletini ve milleti esir ediyordu. Mezopotamya, Kilikya, Suriye gibi sınırları tam belli olmayan coğrafi kavramlarla; “önemli stratejik noktalar”, “Müttefiklerin güvenliğinin tehlikeye düşmesi durumunda”, “karışıklık çıkması durumunda” gibi müphem ifadelerle Osmanlı topraklarında her türlü tasarrufa kapı aralanıyordu.
Mütarekenin 1. Maddesi adeta Çanakkale’nin intikamıydı: Boğazlar düşman gemilerine açılacaktı.
5. Madde, Osmanlı Ordusu’nun terhis edilmesi şartını koşuyordu.
7. Madde ölüm fermanıydı: Düşmana, istediği stratejik noktayı işgal hakkı veriyordu.
24. Madde neredeyse Osmanlı topraklarında bir Ermeni devletinin ilanıydı.
Diğer maddelerde de, bir devletin egemenliğine ait ne varsa, telsiz-telefon görüşmeleri dahil, madenler, tren yolları dahil, el konuluyordu. Mütarekeden hemen sonra, antlaşmaya aykırı olarak, Musul, İskenderun işgal edilecek, İstanbul’a asker çıkarılacaktı.
Mondros Mütarekesi, bir ateşkes antlaşması değil, bir idam fermanıydı. İnfaz sonradan gelecekti. İnfaz, önce Sevr ile, ardından Lozan ile yapılacaktı. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması bile infaz sürecini bitirmeyecekti.
Osmanlı Cihan Devleti’nin “resmi” olarak ne zaman yıkıldığına dair ihtilaf var: Kimileri 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla bitti diyor, kimileri Lozan’da, kimileri Cumhuriyet’in ilanıyla bitti diyor. “Hiç bitmedi, Osmanlı hiç yıkılmadı” diyen de var.
Resmi tarih bir yana, Osmanlı Cihan Devleti, “fiilen”, 30 Ekim 1918’de, Mondros Mütarekesi’ni imzaladığı gün yere yığıldı. 1299’da Söğüt’te filiz veren koca çınar, 619 yıl sonra, Mondros’ta devrildi.
Mondros bir devrin sonunu getirdiği kadar yeni başlangıçlara da kapı açtı. İngiliz, Fransız ve İtalyanların, Irak, Suriye, Lübnan, Arabistan, Yemen, Ürdün gibi örneklerde olduğu gibi, işgal ettikleri topraklarda uzun süre kalma niyetleri yoktu; işgal ettikleri ülkeleri “kontrol altına” alıp gideceklerdi. Osmanlı ordularının hepsi, Suriye ve Filistin’de olduğu gibi, kendi komutanları tarafından perişan edilmemişti. Örneğin, Kazım Karabekir’in birlikleri doğuda; Ali İhsan Paşa’nın 6. Ordusu güneyde ayaktaydı ve teslim olmamışlardı. Kurtuluş Savaşı’nda bu ordularla Yunan Ordusu’na karşı verilen savaş zaferle sonuçlanınca, İngilizler haritada son rötuşları yapıp çekilmeye karar verdiler. Lozan imzalandı, İngilizler İstanbul’dan gitti, Cumhuriyet ilan edildi.
Mondros’un üzerinden bugün itibariyle tam 100 yıl geçti. Babalarımıza da, bize de, çocuklarımıza da, tarihin 19 Mayıs 1919’da başladığı öğretildi ve öğretiliyor. Oysa Mondros’u anlamadan, öncesi ve sonrasını anlamadan ne Milli Mücadele, ne Cumhuriyet anlaşılabilir. Mondros’la başlayan süreci anlamadan, ne Türkiye’nin sistemi, ne siyaseti, ne iktisadı, ne dış politikası, ne eğitimi, ne de kültürü anlaşılabilir.
Mondros’u anlamadan, üzerimize karabasan gibi çöken Lozan anlaşılamaz. Mondros’u anlamadan, 27 Mayıs anlaşılamaz, 15 Temmuz anlaşılamaz. Mondros’u anlamadan, ne Filistin meselesi, ne Irak ve Suriye meselesi, ne Kürt meselesi, ve hatta ne de Kaşıkçı cinayeti anlaşılamaz.
1. Cihan Harbi sonunda Türkiye’nin de, bölge ülkelerinin de ayaklarına prangalar takıldı. Menderes bu prangadan şikayet ettiği için idam edildi. Recep Tayyip Erdoğan, bu prangayı sorguladığı için, bu prangayı kırmaya hamle ettiği için bu kadar saldırıya maruz kalıyor.
Mondros, coğrafyamıza takılan pranganın ilk halkasıdır. İlk halkayı öncesi ve sonrasıyla cesaretle sorgulamadan o pranga kırılamaz.