Osmanlıcılık ideolojisi, Osmanlı’yı tarihsel gerçekliğinden kopartarak kurgusal bir ütopyaya dönüştürmekte, “Şanlı Atalarımızın Mutluluk ülkesi” olarak tahayyül edilen bu ütopya’nın Bir İslâm asr-ı saadeti olduğu propagandası yapılmaktadır. Elbette Osmanlı Medeniyeti denince akla Devlet-i Âliyye-i Osmâniye’nin İslâm’a ve İnsanlığa yaptığı olumlu hizmetleri de gelmektedir. Ancak Osmanlı’nın üzerinde inşa edildiği teorik/teolojik temeller Felsefî Tasavvuf ve İmparatorluk çıkarlarıdır. Emperyal siyaset güden her medeniyet gibi Osmanlı da hukuk sistemini dinsel hukukla beraber pragmatik hukuka yer vermiştir. İmparatorluk olmanın bedeli, dinsel hukukla pragmatizm arasında tercih yapılması gerektiğinde Dinsel hukukun saray ulemâsı tarafından pragmatizme uydurulması ile sonuçlanmıştır. Daha çok ilke/değer ve ahlâk üzerinde şekillenen Din ile çıkar/kazanç ve egemenlik karşı karşıya gelmekte, güç sahipleri ilke/değer ve ahlâkı burada fed’a etmektedirler. Bugün yaşananlarla dün yaşananlar arasında mantık olarak bir fark bulunmuyor. Bu duruma Kardeş Katlini, Köle Ticaretini ve Dolaylı Faizciliği örnek verebiliriz. Biz bu makalemizde Osmanlı’da faiz karşılığında para veren vakıfların Hanefi sistematiğine göre temellendirmesine değineceğiz.
Osmanlı’da kurulan Para Vakıflarındaki uygulama şöyleydi:
“Faiz konusunda, Şeriyye Sicilleri'n deki (devlet arşivi kayıtları) araştırmalara göre, yüzlerce kayıttan bir tespit var, X şahıs bankadan faizsiz! 100 lira para alır. Bir de bankadan 5 lira karşılığında sembolik olarak altın saat alır ve bu altın saati tekrar bankaya hibe(!) ederdi.”
Bugün canla başla Katılım Bankacılığına koşanların, “Faizsiz Bankacılık” adı altında yaptıkları tevilleri nerelerden bulduklarını daha iyi anlayabiliyoruz. (Katılım Bankaları ve Dolaylı Faizcilik konusunda günümüzde yapılmış yetkin bir çalışma bakınız: Ticaret ve Faiz, Prof.Dr.Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Yayınları )
Yukarıda bahsettiğimiz ve açıkça Hile-i Şer’iyye olarak uygulanarak Faiz uygulamasına yasal bir kılıf geçiren bu uygulamanın ve Para vakıflarının MÜSİAD tarafından hararetle savunulduğunu görmek şaşırtıcı değil. MÜSİAD’ın resmi yayın organı “Çerçeve Dergisi”nin Ekim 2008 sayısında yayınlanan “Osmanlı Toplumuna Özgü Bir Finansman Modeli: Para Vakıfları” başlıklı, Doç. Dr. Tahsin Özcan’a ait makale’de aynen şu ifadeler yer alıyor:
“Uygulamaya bakıldığında para vakıflarının işletilmesinde daha çok muamele-i şer’iyye denilen ve Çivizâde ile Birgivî tarafından faize açılan bir kapı olarak eleştirilen işlem şeklinin yaygın olarak kullanıldığını görmekteyiz. Bu işlemde doğrudan yasaklanmış olan ribâ işleminin neticesine birkaç alt işleme başvurmak; suretiyle dolaylı bir şekilde ulaşılmakta, dolayısıyla bir yandan borçlanma ihtiyacı karşılanmakta, diğer taraftan da esas maksadı verdiği ödünç yoluyla bir gelir elde etmek olan kişi, riba yasağı nedeniyle doğrudan ulaşamadığı sonuca dolaylı bir yoldan ulaşmaktadır.“
Evet . Açıkça Faizin dolaylı yolu olduğu ifade edilen bu uygulamanın yazar tarafından makale boyunca olumlanarak ballandıra ballandıra anlatılıyor olması durumun vehametini ortaya koyuyor.
En az cevabı kadar sorudaki yaratıcılıkla da dikkat çeken şöyle ilginç bir fetvası bulunan Şeyhülislâm Ebu Suud’un konuyla ilgili fetvası şöyle:
"Zeyd amr'dan bin akçe isteyüb, onun on bir üzerine bin akçe alub amr kaftanını çıkarub zeyd'e yüz akçeye satdım, dise zeyd dahi kabul edüb kaftanı bekr'e hibe idüb bekr dahi kaftanı amr'e hibe eylese bu tarıyk üzere muamele şer'iyye midir?
el-cevâb: Şer'iyyedir.
Sûret-i mezkûrede olan ribh (ödünç verenin, ödünç alandan elde ettiği kâr.)
Rıbh ödüncün faizidir, İslâmda ödünç karşılığı alınan faiz) haramdır, dise ana nesne lâzım olur mu?
el-cevâb: Muamele-i sahiha olıcak haram dimemek gerek. ebu's-su'ud".
Özetle sadeleştirelim:
Bir kişi, Başka bir kişiden 1000 akçe borç istese 1000 akçeye bir kaftan ödünç verip bu kaftanı 100 akçeye sattım dese 100 akçeye satın aldığı kaftanı ödünç verene geri verse bu uygulama Dinen yasal mıdır?
Cevap: Evet yasaldır...
MİNAREYE KILIF:
Bir beldede âlim nâmına olan Zeyd, vakf-ı nukûd haramdır, vakf edenler ehl-i nârdır, devr ile hâsıl olan ribh dahî haramdır, ânı ekleden imâma iktidâdan men’etmekle ekser-i mesâcidin ta’tîline ve ol belde ehâlisi beyinlerinde ihtilâle bâis olup ve bunun emsâli kelimât ilkâsiyle fitne zuhûru havf olunsa şer’an Zeyd’e ne lâzım olur?
el-Cevâb: Ta’zîr-i şedîd ile men’ ve zecr olunur, mümteni’ olmazsa rücû’ edinceye kadar zindanda habs olunur.
Behçetü’l Fetâvâ,
İstanbul 1266, s. 150.
Hind Zeyd’e verdiği akçesi için Zeyd’in üzerinde bir sene tamâmına dek, onu onbir buçuk hesâbı üzere muâmele-i şer’iyye ile, şu kadar akçe ribh ilzâm idüb, sene tamâmında Zeyd’den ribh-i mezbûru alsa, ribh-i mezbûr helâl olur mu?
el-Cevâb: Olur.
Fetevây-ı Âlî Efendi,
İstanbul 1272, s. 222
Kayıtlara göre Osmanlılarda ilk para vakfı 15. yüzyılın ilk yarısında tesis edilir. 1423’de Edirne’li Hacı Yağcı Muslihuddin adlı bir zat Ağaçpazarı’ndaki bazı dükkânlarını ve 10.000 akçesini vakfeder. Yüzde 10 ile “istirbah” edilecek olan bu paranın geliri Kilise Camii’nde her gün Kur’ân okuyacak üç kişiye verilecektir. 1442’de de Osmanlı valisi Balaban Paşa 30.000 akçesini vakfeder ve bu para da “onu onbir hesabı üzere istirbah” edilecektir.
Fatih döneminde para vakıflarının sayısında hafif bir artış gözlenir. Araştırmalar bu dönem boyunca İstanbul’da kurulan bütün vakıfların yüzde 16’sının para vakfı olduğunu gösteriyor. (Ö. L. Barkan ve E. H. Ayverdi, İstanbul Vakıflar Tahrir Defteri, 953 [1546] Tarihli) Hatta Fatih Mehmed’in kendisi bile bir para vakfı kurar. Vakfettiği 24.000 altının geliri, et fiyatlarındaki artışı engellemek amacıyla ilgililere ödenecektir.
1500’e gelinceye kadar para vakıflarının İstanbul’daki toplam vakıflar içindeki oranı her yıl yavaş yavaş artar. 1505’te ise sayı itibarıyla olarak çoğunluğa ulaşır. 1533’te ise, vakfedilen değer olarak da birinci sıraya yerleşir. Rakamlar bu durumun yalnız İstanbul’a özgü olmadığını gösteriyor. Nitekim 1531 tarihli Ankara Vakıf Tahrir Defteri üzerine yapılan bir araştırma, sözkonusu yıl içinde tescil edilen vakıfların yarısının tamamen veya kısmen para vakfı olduğunu gösteriyor. Aynı paralelde, daha birçok örnek bulmak mümkün.
İslâmın faiz konusundaki tavizsiz hükümleri hatırlanırsa, para vakıflarının o dönemde ciddi ihtilaflara yol açtığı kolaylıkla söylenebilir. Para vakıflarına taraftar olan âlimler, başlangıçta nakit para vakfetmenin şer’an sahîh olduğunu belirtmenin dışında pek birşey söylemezler. 1530’lara kadar ortalık sakindir. Görünürde bu kuruma karşı bir tepki yoktur. Bu durum Rumeli Kazaskeri Çivizade’nin 1545’te para vakıfları uygulamasına şiddetle muhalefet eden beyanlarıyla değişir. Derinden derine devam eden çatışma açığa çıkar. Bundan böyle para vakıfları konusu ulema arasındaki en ciddi ihtilaf konularından birini oluşturur.
Para vakıflarına taraftar olanlar, bu tavırlarını şeriatın teâmül ve istihsân ilkeleriyle meşrulaştırmaya çalışırlar. Hatta Halveti şeyhi Bâlî Baba konuyla ilgili olarak Kanunî Süleyman’a hitaben yazdığı mektupta, “icma-ı ümmet”i de işin içine sokar. Ona göre, ümmetin üçyüz yıldır uygulamakta olduğu bir kurumun şeriata uygun olmaması sözkonusu değildir. Çünkü “ümmet bir yanlış üzerinde üçyüz yıl şöyle dursun, üç gün bile ittifak etmez.” Eğer para vakıfları yasaklanırsa, ona göre, ortada iki tür hatadan söz edilebilecektir. Ya üçyüz yıldır buna cevaz veren ulemâ hatalıdır, ya da şimdi bunu yasaklamaya kalkanlar. Bâlî Baba sözü, “Bu türediler de kim oluyor ki üçyüz yılın ulemâsına kafa tutuyorlar” demeye getirir.
Öte yandan İmam Birgivî para vakıflarına karşı olanların safında, en başta yer alır. Ölümünden bir yıl önce kaleme aldığı es-Seyfü’s-Sârim fî Ademi’l Cevâzü’l Menkûl ve’l-Derâhim adlı kitapçığında, bu vakıfların gerek yapısı gerek sonuçları itibarıyla şeriata mugayir olduğu, çünkü yapılan muamelenin faize girdiği konusunda sıkı deliller sunar. Bu risaleden hemen sonra yazdığı et-Tarîkatu’l Muhammediyye adlı kitabında da, para vakıflarını günün en önemli şer kaynaklarından biri olarak nitelendirir.
Ne var ki bu fikirler o zamanın Osmanlı toplumunda pek rağbet görmez. Gerek kimi ulemâ, gerekse halkın bir kısmı çeşitli gerekçelerle para vakıflarının yanında yer alır. Hatta Behçetü’l Fetâvâ adlı fetva mecmuasında yer alan bir fetvaya göre, vakf-ı nukûdun haram olduğunu söyleyerek “ol belde ehâlisi beyinlerinde ihtilâle bâis” olan kişinin “ta’zîr-i şedîd ile men’ ve zecr” olunması; “mümteni’ olmazsa rücû’ edince”ye dek “zindanda habs” olunması gerekir. Yani, bir kişi “Bu iş faize giriyor, o yüzden haramdır” diyorsa, önce uyarılır ve şiddetle azarlanır. Yine de aynı kanaati serdetmeye devam ederse, zindana atılır. (Osmanlı’yı Anlamak: “Para vakfı” örneği ışığında, bir anlama denemesi, İzzet Akyol)
Osmanlı’da özellikle Birgivî Efendi’nin ıslah ve İslâmi davet çabalarına karşın reel-politik ve pragmatist tavırların ayrıntıları için bkz. “Osmanlı Cemiyetinde Para Vakıfları Üzerinde Münakaşalar” Doç.Dr. Mehmet Şimşek,
Haa bugün “Vakıf Bank” diye bir devlet bankası varsa o bankanın nereden geldiğini merak edenler için hatırlatalım:
Para vakıfları Cumhuriyet döneminde de varlıklarını ve faaliyetlerini önceleri Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin daha sonra da Evkaf Umum Müdürlüğü’nün yönetiminde sürdürmüştür. Nihayet, 1954 yılında kurulan Türkiye Vakıflar Bankası’nın kuruluş sermayesinin önemli bir kısmını para vakıfları oluşturmuştur…
Osmanlı’yı bir şeriat ülkesi olarak hayal edenlerin, padişahları birer evliyâ olarak görenlerin Osmanlıdaki İslam-dışı uygulamaları görmek istemeyecekleri muhakkak. Ama bizler Osmanlı’da güzellikler, olumluluklar olduğu kadar yanlışlıklar ve hatalar olduğunu da görebilmeliyiz ki dünden ders çıkartıp yarına yürüyebilelim…
Selâm ve Dua ile