Filistin kökenli ABD’li düşünür Edward Said, 1978’de yayımlanan Şarkiyatçılık (Metis, 1999) adlı eserinde Batı’nın Doğu hakkında oluşturduğu her türlü bilgi, imge ve tecrübeyi genelde fark gözetmeksizin Şarkiyatçılık sahasına yerleştirir. Eski Yunan’dan itibaren Batı’nın Doğu hakkındaki tüm bilgisinin ve bu bilginin temsilinin çarpık, eksik ve yanlış algılamalara dayandığını iddia eder. Gizli ve açık oryantalizmin el ele vererek ürettiği bu bilgi (kültürel ve ideolojik söylemler, kurumlar, sözcük hazineleri, araştırma sonuçları, doktrinler, sömürge bürokrasisi, mimarisi vb.) aynı zamanda Batı’nın Doğu’yu elde etmesinin ve yönetmesinin de anahtarını vermektedir. Yani Oryantalizm bir bilgi-iktidar ilişkisidir. Said’e göre bu ilişki ve bu ilişkiyi kuran söylem tek yönlü, tutarlı ve süreklidir.
SAİD’E REDDİYE . Pakistanlı yazar İbn Warraq, “Said ve Saidciler ya da Üçüncü Dünya Entelektüel Terörizmi” (Cogito, S. 37, Güz 2003) adlı makalesinde “Araplarla Müslümanlar açısından özeleştiriyi ve özellikle Batı’da İslam’ın eleştirilmesini son derece zorlaştıran şey, Edward Said’in Şarkiyatçılık’ının bütünüyle olumsuz etkisidir. Bu yapıt bütün bir Arap kuşağına kendine acıma sanatını –“kötü emperyalistler, ırkçılar ve Siyonistler olmasa, gene olağanüstü bir durumda olurduk”- öğretmiş; 1980’li yılların İslamcı köktendinci kuşağını yüreklendirmiş; İslam’a yönelik her tür eleştiriyi sessizliğe mahkûm etmiş, hatta bulgularıyla İslami duyarlıkları incitebileceklerinden korkan ve Şarkiyatçılıkla yaftalanma riskini göze alamayan seçkin İslam bilginlerinin araştırmalarını durma noktasına getirmiştir” der.
“Şarkiyatçılık’ın saldırgan tonunu ‘entelektüel terörizm’ olarak adlandırıyorum, çünkü bu ton insanları, ussal savlar ya da tarihsel çözümleme yoluyla değil, ahlaki bir zirveden ırkçılık, emperyalizm, Avrupamerkezcilik suçlamaları serperek ikna etmeye çalışır” diye devam eden İbn Warraq’ın bütün çözümlemelerine katılmıyorum ama Edward Said’in yanıldığı, yanlış aktardığı, yanlış çözümlediği pek çok şey olduğunu düşünüyorum. Bu haftayı, Başkan Obama’nın Kahire’de yaptığı örtük özeleştirinin esinlendiriciliğinde, Doğu ile Batı arasındaki ilişkinin ve bu ilişkiyi kuran söylemin, tek yönlü, tutarlı ve sürekli olmadığına dair ipuçları içeren bir ufuk turuna ayırdım. İşin ‘Garbiyatçılık’ denilen söylemsel yanını ise ilerde ele almayı umuyorum.
Cem Sultan Olayı
Osmanlı’nın ‘Frengistan, ‘Kâfiristan, ‘Gâvuristan dediği Avrupa ile ilişki kurması ilk ‘Cem Sultan Olayı’ ile olur. Fatih Sultan Mehmet’in üçüncü oğlu olan Şehzade Cem, babasının ölümünden sonra ağabeyi Bayezid ile giriştiği taht mücadelesinde yenilince önce Kahire’ye, sonra da Saint-Jean şövalyelerinin memleketi olan Rodos Adası’na, buradan da Roma ve Napoli’ye gider. Bayezid (II), Cem Sultan’ı kontrol etmek için Avrupa’ya casuslar gönderir, Avrupa’yı anlamaya çalışır, onlar hakkında bilgiler toplar. Bu çabanın sonucu yazılan Vâkı’ât-ı Sultan Cem, Kitâb-ı Cem Sultan veya Gurbetnâme-i Cem Sultan diye anılan kitabın yazarına göre kâfirler, ikiyüzlü melâin (kötücül) ve ukalâdırlar. Cem Sultan’ın şehzadeliği sırasında verdiği talimatla Ebu’l Hayr er Rumi tarafından altı yıllık bir çalışma sonunda 1480’de tamamlanan Saltukname’de de ‘Frenkler’ hep korkak, pısırık; ‘Gaziler’ ise cesur ve cengâver olarak tasvir edilir.
‘Karganmış’ Frenkler
Padişahların savaşlardaki kahramanlıklarının anlatıldığı gazavatnamelerde de benzer bir ‘Frenk’ tasviri vardır. Örneğin Ahmedî’nin (ö. 1413) Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman; Şükrüllah’ın (ö. 1464’ten sonra) Behçetü’t Tevarih; ‘Nişanî’ mahlasıyla yazan Karamanî Mehmet Paşa’nın (ö. 1481) Osmanlı Sultanları Tarihi isimli eserlerinde Frenkler ‘karganmış’ yani lanetlenmiş, Tanrının gazabına uğramış olarak tarif edilir. Osmanlı Sultanı ise gazilerin ve din uğruna savaşanların ağası, kâfirlerin ve kötülükle direnenlerin yok edicisidir. Âşıkpaşazade (ö. 1481) Tevarih-i Âli Osman adlı eserinde Osmanlıyı bozan ‘kâfir âdetleri’nden söz ederken Osmanlıyı ‘kâfir kıran’ olarak adlandırır. Suzi Çelebi (ö. 1524), Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavatnamesi adlı eserinde, Osman Gazi’yi kahramanlar kahramanı, düşmanı ödlek, savaş meydanından kaçan, pısırık kâfir taifesi olarak adlandırır. Suzi Çelebi “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünün de sahibidir.
‘Altın Çağ’ algısı
Kanuni Sultan Süleyman’ın, 1538’de Bender Kalesi’ne yazdırdığı kitabede veya Fransa Kralı Fransuva’ya gönderdiği mektupta kullandığı kibirli anlatım, kendini herkesten üstün görme hali çarpıcıdır. Kanuni’nin Protestanları koruma konusundaki taahhüdü ise Hazreti İsa’ya tanrılık atfeden Papalığa karşı olmalarıyla ilgilidir, yoksa Osmanlı’nın yüce gönüllülüğüyle değil. (Osmanlı’nın İngilizlere yakınlaşması da din meselesiyle ilgilidir.) Bu dönem Müslümanın gayrımüslime üstünlüğünün kurumsallaştığı dönemdir. Örneğin Ebu Suud Efendi’nin fetvalarına göre ‘kâfirlere selam verilip alınması caiz değildir’. Bu dönemlerde hem bu üstünlük duygusundan hem de Darü’l-Harp, Darü’l-Cihad, Darü’l-Küfr gibi İslami kavramsallaştırmalar dolayısıyla Osmanlı Devleti ‘gâvur’ memleketlerinde daimi elçi bulundurmaz, onların dilini öğrenmeye teşebbüs etmez. Osmanlı’da bir elçinin veya tercümanının dövülmesi, hapsedilmesi hatta öldürülmesi gayet olağandır. Hatta çoğu zaman elçilere köpek muamelesi yapılır, bu durum elçiye de hissettirilir.
Evliya Çelebi’nin özgüveni
Avrupa’ya bakış konusunda Evliya Çelebi bir istisnadır. Osmanlı orduları Viyana önlerindeyken 1665’te Kara Mehmet Paşa’nın mahiyetinde Avrupa’ya giden Çelebi, Avusturyalılardan yetenekli zanaatkârlar, sanatkârlar olarak söz eder. Çelebi Avrupalının okuma merakından, canlı yayın hayatından, kadınların toplum hayatında önde olmasından hayretle söz eder, teknik, adabımuaşeret, kıyafet, hayat telâkkisi başta olmak üzere her şeyin Osmanlı’ya göre üstünlük gösterdiğini ifade etmekle yetinir, bu durumun altında ezilmez, kendini eksik, küçük hissetmez. Çelebi ayrıca kendi toplumunu da eleştirir; nelerin eksik olduğunu söyler. Çelebi’nin Osmanlı’nın Avrupalıdan üstün olduğu dönemde yaşaması böylesine âlicenap davranmasına neden olmuş gibidir. (Kara Mehmet Paşa tam dokuz ay boyunca Viyana halkına zorla mehter marşı dinletir. Bu zoraki konserlerin olumlu etkisi Mozart’ın ve Beethoven’ın bestelerinde görülecektir.) Ertesi yıl Paris’e giden ‘fevkalade’ elçi Süleyman Ağa ise, Fransa Dışişleri Bakanı’nı küçük düşürür, Kral XIV. Louis’yi ayağa kaldırmak ister, kralın debdebesinin en aşağı Türk padişahının atında bile bulunduğunu söyler ama kendi toplumuna da ilk eleştirileri yöneltir.
Kızıl börkten ak börke
Halil İnalcık’a göre Batı’nın özellikle giyim kuşam gibi kültürel unsurlarını reddetme tavrı, çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Dışarıdan hiçbir korkusu olmadığı yükselme çağında ise Osmanlılar, Batı’dan kültür aktarırken hiç çekinmemişler, tersine, başlangıçtan itibaren Batı’dan etkilenmişlerdir. Etkilenme, daha Orhan Bey zamanında sakalın Frenk usulü kesilmesi, börklerin renginin kızıldan beyaza çevrilmesi (‘ak börk’ Bizans’ta rahipler sınıfının başlığıdır) ile başlamış daha sonra özellikle teknik konularda Batı taklit edilmiştir. Daha sonra Âşıkpaşazade, I. Beyazıd’ın Ankara felaketini yorumlarken, bunu Osmanlı Beylerinin Frenkleri taklit ederek sakal kesmeye başlamasıyla açıklar.
1000. yıl sendromu
Kanuni döneminin hemen bitiminden itibaren Osmanlı’da bir paradigma değişikliği olur. Hicri 1000 yılının yaklaşması, çağdaşlarına göre daha az olmakla birlikte, dönemin en parlak düşünürü Gelibolulu Mustafa Âli’nin 1590 tarihindeki veba salgınını kıyametin işareti olarak görmesine neden olur. Mustafa Âli’ye göre toplumsal düzenin altı üstüne gelmiştir. Ulema artık ne bilgili ne dindardır. İblisler ve yalancılar devletin temel direği olmuşlardır. Dünyayı yok eden veba yalnız fiziksel değil ahlaki bir çöküşe de neden olmaktadır. Rüşvet ve yoksulluk her yeri sarmış, dünya budala bir kocakarıya dönmüştür. Norman Itkowitz’e göre 1000. yılda (1591/1592) kehanet gerçekleşmeyince Osmanlılar bunu Allah’ın rızasının işareti ve Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir İslam devletinin ulaşmadığı en yüce mükemmeliyete ulaştığının ispatı saymışlardır. Bu tarihten sonra Osmanlı yüzünü geleceğe değil geçmişe döner. ‘Asr-ı Saadet’, ‘Kanuni Dönemi’ gibi ‘altın çağ’ güzellemeleri, Osmanlı’nın ayağını bağlar.
Müminlerin cehennemi, kâfirlerin cenneti
‘Farkların fark edilmesi’nden ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ fikrine ‘Gerileme Devri’nin başlangıcı sayılan 1699 Karlofça Antlaşması’ndan sonra geçilir. Karlofça’dan sonra savaşın yerini diplomasi almaya başlar, elçilere kötü davranma biter. Osmanlı’yı Avrupa’da temsil eden Fenerli Beylerin güncelerinde eskiden Türkler yiğit, cesur, bilge, adil, sabırlı olarak nitelenirken, artık Türklere kaba, kibirli, cahil gibi sıfatları layık görmeye başlanır.
Karlofça’nın tarihini yazmakla görevlendirilen Naima, yenilgiyi kabul etmekte zorlanmış ve bunu Hazreti Muhammed’in taktik icabı yaptığı Hudeybiye Barışı ile karşılaştırmıştır. Viyana’da yedi yıl esirlikten sonra 1699’da kurtulup yurduna dönen Temeşvarlı Osman Ağa ise Viyana’da gördüklerini ‘acaip-i garaib’ diye anarken bu acayipliklerin ne olduklarını anlatmaz. Ama şöyle der: “Dünya müminlerin cehennemi, kâfirin ise cennetidir.” Bu hadis, Müslümanların kolektif bilincinin oluşmasında çok etkili olmuş tipik bir hadistir. Gerçekten de Müslüman Osmanlı, cennetle meşgulken, ‘kâfirler dünyayı ele geçirmişler’, dünyayı tat alınması, sevilmesi, keşfedilmesi gereken bir yer olarak değerlendirmişlerdir. Bunun bir sonucu da Avrupalı bilim ve teknikte ilerlemiştir. Aradaki fark arttıkça, yenilgilerin sayısı artmıştır. Osmanlı bir tehdit olmaktan çıkmış, aksine kendisi tehdit altına girmiştir. Bu durum, Osmanlı’nın içe dönüklüğüne son verir, Batı’ya karşı bakışını radikal biçimde değiştirir. Nizam-ı Âlem’den Nizam-ı Cedid’e geçiş başlar…
Lale Devri’nin mimarı
1711’de Avusturya’ya Prens Eugen’e gönderilen ‘fevkalade’ elçi Seyfullah Ağa’nın görevi Osmanlı-Prusya ilişkilerinin gerginleştiği ve savaş aşamasına gelindiği bir noktada Avusturya’nın tarafsızlığını sağlamaktır. Ama esas başarısı Fransa’yı kahve ile tanıştırmak olur. 1718 tarihli Pasarofça Antlaşması’ndan sonra Batı’yı tanımak şart olunca, 1721’de Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Paris’e daimi elçi olarak atanır, elçinin oğlu Sait Efendi de ilk yabancı dil öğrenen Osmanlı diplomat olarak tarihe geçer. (Ama ilk Tercüme Dairesi’nin kurulmasına daha bir asır vardır.) Elçiyi karşılamaya gelen kalabalığın izdihama yol açtığı ve çıkan arbedede iki kişinin öldüğü doğrudur ancak artık Evliya Çelebi’nin veya Süleyman Ağa’nın mağrur bakışı yoktur. Çünkü ne Fransa Osmanlı’dan yardım isteyen Fransa’dır ne de Osmanlı o günlerdeki Osmanlı. Yirmisekiz Çelebi ‘kâfirlerin cennetini ülkesine kurmak için’ şehir planları ile döner ve bu planlara göre Kâğıthane’de yapılan ‘Frenk tarzı’ köşkler, bahçeler, parklar, oğlu Said Efendi’nin getirdiği matbaa, Lale Devri’nin simgeleri haline gelir.
Kadim olanın gözden düşmesi
Bu ilk ciddi Batılılaşma hamlesi 1730’da Patrona Halil İsyanı ile biter ama Batı’ya ilgi devam eder. 1757’de Viyana’ya, 1763’te Berlin’e giden Ahmed Resmi Efendi’nin Prusya askerî sistemine, silah teknolojisine ilişkin tavsiyeleri, kayınbiraderi Ahmed Azmi Efendi’nin rüşvetin kaldırılması, köylünün korunması, ticaretin düzenlenmesi gibi bürokratik devlete ilişkin tavsiyeleri, Londra elçisi Mahmud Raif Efendi’nin parlamentonun işleyişi, özgürlükler, liberalizm gibi konulardaki gözlemleri ‘kadim olanın artık işe yaramadığını’ zihinlere işlemeye başlar.
Kadın-erkek ilişkilerindeki serbestî
Nitekim 1791 tarihli Ziştovi Antlaşması’nın şartlarından biri olarak Viyana’ya gönderilen Ebu Bekir Ratıp Efendi’nin sefaretnamesinde ‘dünya müminlerin cehennemi, kâfirlerin cenneti’ hadisi bambaşka bir bağlamda yer alır. Gerçi Ratıp Efendi de aynen Seyfullah Ağa ve Yirmisekiz Çelebi gibi kadın erkek ilişkilerindeki serbestliğe şaşar (ve bu şaşkınlık 10. yüzyılda Arap seyyah İbn Fadlan’ın Türk kadınının Arap kadınından daha özgür olması karşısında duyduğu şaşkınlığa benzer) ama Ratıp Efendi genel olarak olumlu bir Avrupa portresi çizer. Dahası ‘Frengistan’ yaşamını çok sever, balolara, karnavallara katılır, kerhanelere gider, operalar, baleler, konserler izler ama sonu pek güzel olmaz, 1799’da Rodos’ta idam edilir. Halefi Halet Efendi ise, ilmiye sınıfının muhafazakârlığı içinde aynı şeylere baktığında ‘çürümüş, yozlaşmış bir hayat’ görecek, ancak onun da sonu boğdurulmak olacaktır. 1830’larda Viyana elçisi olan Sadık Rıfat Paşa ise Namık Kemallerin esin kaynağı olacaktır. (Gülhane Hattı Hümayunu’ndaki bazı fikirler Rıfat Paşa’nın risalesinde aynen vardır.)
‘Batı üstündür’ algısının
Bu gözlemler II. Mahmud’un ‘Nizam-ı Cedid’ reformlarında çok etkili olur ancak, sultanın Batılı tarzda kurduğu yeni orduya Asakir-i Mansure-i Muhammediye gibi İslâm’a gönderme yapan bir isim takması ‘manevi’ kaygıların hâlâ çok önemli olduğunu gösterir. Tanzimat’a gelindiğinde Batı medeniyetinin ‘üstün’ olduğu seklinde bir kabul yerleşmeye başlamıştır. Dönemin Padişahı Abdülmecid, Batı eğitimi almış ve Fransızca öğrenmiştir, çevresinde de Batı eğitimi almış gençlerden oluşan bir grup vardır. Ancak, Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa, yapacağı reformlarda yardım etmesi için Şeyhülislâmdan kendine bir yardımcı göndermesini istemeyi ihmal etmez. Verilen yardımcının Ahmet Cevdet Paşa olması Şeyhülislamlığın bile paradigma (!) değiştirdiğini olduğunu düşündürür.
“Diyar-ı küfrü gezdim…”
Tanzimat aydınları uzun süre ‘civilization’ kelimesinin karşılığını ararlar sonunda ‘medeniyet’te karar kılarlar. Ziya Paşa ve Namık Kemal’e göre ‘medeniyet’ iyidir. (Mehmet Akif’in ‘tek dişi kalmış canavar’ına daha çok vardır.) Ziya Paşa İsviçre’yi gezer ve “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm” diye yazar. İbret gazetesinin Kasım 1872 tarihli sayısında Londra’yı anlatan Namık Kemal, Charles Dickens’ın romanlarındaki yoğun sömürüyü, ahlaksızlığı, sefaleti değil “Ruy-i arzda mevcut olan asar-ı terakkinin fotoğraf ile resmi alınmış olsa medeniyet-i hazırayı” görür.
Namık Kemal, Batı medeniyetinin eksikliğini (ahlaksızlığını, cinselliğe düşkünlüğünü) Doğu’nun meziyetleri ile (İslamiyet’in eski ‘saf’ halinin diriltilmesiyle) tamamlamayı düşünmektedir. Bu, Şinasi’nin ‘Asya’nın akl-ı piranesi ile Avrupa’nın bikr-i fikrinin izdivacı’ düşüncesi ile çok benzeşir. Ernest Renan’ın, ‘İslam’ın terakkiye karşı olduğu’ fikrine karşı bir reddiye (İslam Risalesi) yazan Namık Kemal, orada bile Renan’ın düşüncelerini sorgulamaya kalkmaz. Dahası bir ‘ters Şarkiyatçılık’ yaparak Batı uygarlığının felsefi uyanışına kaynaklık eden düşünürlerinin hepsinin Arap olduğunu öne sürer. Halbuki hem bu doğru değildir, hem de Renan sadece Arapları değil Türkleri de hedef tahtasına koymuştur.
Çözüm İslam’da
Tunuslu Hayrettin Paşa halkı Avrupa medeniyetine ısındırmak için Avrupa medeniyetinin kökünün İslam olduğu fikrini savunur. Benzer bir tutum Fuad Paşa’da da görülür. Sadrazam Ali Paşa ile Sultan Abdülaziz arasındaki konuşmada padişah “Paşa hazretleri aslımıza halel getirmemek üzere ne alabilirsek almaya mecburuz” der. Buna karşılık Sultan Abdülaziz’in onur konuğu olarak katıldığı 1867 Paris Fuarı’nda her devletin geniş pavyonları olduğunu, pavyonlarda kitapların, mecmuaların, afişlerin olduğunu görüp gizli gizli ağlayan Ömer Faiz Efendi Sadrazama “Hıristiyanlar ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, müsavat gibi aslında Müslümanlara ait olan emirleri Hıristiyan olmalarına rağmen tatbik etmektedirler. Yani bilmeden hidayete ermişlerdir” der. Ömer Faiz Efendi’ye göre, “celaheti bırakıp ilmi, iptidailiği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeğini bırakıp makineyi, şehirde ve köyde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkeni bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadınlı-erkekli birlikte ve beraber tam millet olursak, hem dinimizin hem de devletimizin bekasını ve izz-ü şan ile devamını temin edebiliriz’. Ama bu radikal cevabın arka planında Avrupa’nın meydan okumasına karşı koyma isteği, Avrupalıyı kendi silahıyla yenme dürtüsü vardır.
Taklitçilik ve reddediş
1876’da 93 gün tahtta kalan V. Murad’ın “eğer Avrupalılara benzemezsek bize yaşama hakkı tanımazlar” dediği bilinir. İslamcı damarı güçlü olan Ali Suavi’ye göre ‘halkın yararı ve hakkın hâkimiyeti’ anlamına gelen ‘medeniyet’ Osmanlı memâliğine ters taraftan girmiştir ve Osmanlı’nın çöküşünün nedeni işte bu taklitçiliktir. Şehzade iken Avrupa seyahatine çıkan II. Abdülhamit de vızır vızır işleyen trenlerden, gemilerden, her yerdeki muazzam faaliyetlerden çok etkilenmiştir ama onun döneminde taklitçiliğin yerini ‘Altın Çağ’ vurgusu alır. Bu vurgu o kadar aşırıya kaçar ki Batı’daki çağdaş anayasal rejimin yaratıcısının Araplar olduğu, bütün Batı bilim ve teknolojisinin Arap uygarlığının ürünü olduğu, Avrupalılar vahşet ve karanlıklar içinde yüzerken, Arap uygarlığından öğrendikleriyle uygarlaştıkları öne sürülür.
Çöküş döneminin Sadrazamı Sait Halim Paşa, Osmanlı insanının Batılı değerlerle eski değerleri arasındaki sıkışmışlığı pek veciz biçimde özetler: “Gerçek hayat görüşümüzün dışında kalıyor. Biz doğruyu yanlışa, gerçeği hayale, hak yolunu sapkınlığa, olmamışı olmuşa, mümkünü imkânsıza katarak en olmayacak plan ve hayallerden saadet umuyoruz...” Bunu Sakallı Celal’in “Biz Doğu’ya doğru giden bir geminin içinde Batı’ya gitmeye çalışan zavallılarız” sarkazmı izler. 20. yüzyılla birlikte aşkla nefret arasında gidip gelecek Batı algısının diğer aşamalarını bir başka zaman ele almak üzere sözü burada noktalayalım...
Temel Kaynakça: İbrahim Şirin, Osmanlı İmgeleminde Avrupa, Lotus, 2006.
TARAF