Osmanlı’dan Cumhuriyet’e medrese ile üniversite arasında yüksek din eğitimi

Osman Atasoy, Türkiye'deki modernleşmenin serencamını anlamak için fazlasıyla veri sunan eğitim reformu ve üniversitelerin kuruluş süreçlerini kapsamlı makalesinde analiz ediyor.

Osman Atasoy / Derin Tarih

Dârülfünûn İlahiyat Fakültesi’nin Hikâyesi – 1

Tanzimat dönemi, birçok sahada olduğu gibi modern eğitimin yaygınlaştırılmasında da bir milat teşkil eder. Tanzimat’ın ilânından yaklaşık 30 yıl sonra yükseköğretim kurumu olarak teşekkül eden Dârülfünûn ise eğitim alanındaki yeniliklerin en önemlilerindendir. 1863-1881 arasındaki üç teşebbüs akim kalsa da Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yıldönümü olan 19 Ağustos 1900’de Dârülfünûn nihayet kapılarını açabilmiştir. Burada İslâmî ilimler eğitiminin de verilmeye başlanması, Türkiye’de yüksek din eğitimi alanında, etkileri bugüne uzanan yeni bir tecrübenin yeşermesini sağlayacaktır.

Osmanlı’nın “merkeziyetçi modern devlet” ekseninde kabuk değiştirdiği uzun 19. yüzyılda, eğitim meselesi devletin en önemli gündemlerinden biriydi. Merkezîleşme ve bürokratikleşme temayülü daha da artan devletin yeni oluşturulan kurumlarına memur yetiştirme ihtiyacı ve artık tebaa yerine “eşit vatandaş” olan imparatorluk sakinlerinde nizam, disiplin ve devlete bağlılık temini yönündeki doğal arzu ise bu sürecin önemli amillerinden oldu. Misyoner okullarının yaygınlaşması da devletin bu yöndeki çabalarını tetiklemekteydi.

Osmanlı Devleti’nde modern eğitimin yaygınlaştırılması yönün- de atılan adımları 1700’lerin son çeyreğine kadar götürmek mümkün. Ancak pek çok alanda olduğu gibi Tanzimat’ın ilân edildiği 1839 yılı bu alanda da bir milat olarak kabul edilmelidir. Nitekim bu tarih- ten 1869’da ilân edilecek Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi’ne kadar mektepleşmede ağırlık ortaöğretim ve meslek okullarına verilmiş, ilköğretim ise geleneksel mahalle (sıbyan) mektepleri uhdesinde bırakılmıştır.

Sistematik olarak eğitimin bugünkü durumuna benzer bir biçimde ibtidâî (ilköğretim), rüşdiye ve idâdî (ortaöğretim) mektepleri ile dârül- fünûn (yükseköğretim/üniversite) şeklinde düzenlenmesinde Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi’nin ilânı önemli bir köşe taşıdır. Sultan II. Abdülhamid döneminde ise yukarıda zikrettiğimiz üç kademeli eğitimin ilk iki kademesi ve meslek okulları imparatorluğun büyük bir bölümüne yayılacaktır.

Dârülfünûn fikri ve kuruluş denemeleri

Avrupa’da geç Ortaçağ’da kurulup modern dönemde yaygınlaşan yük- sek okullar için kullanılan Latince “universitas” ifadesini karşılamak üzere Osmanlı’da “dârülfünûn” ter cih edilmiştir. Dârülfünûn, pozitif bilimleri tanımlayan “fen” kelime- sinin çoğulu olan “fünûn” ile ev anlamındaki Arapça kökenli “dâr” kelimesinin terkibidir. “Fenler evi” şeklinde ifade edilebilecek olan ve eski/modası geçmiş olanı değil de yeni/ileri olanı çağrıştıran bu bilinçli isim tercihiyle birlikte, yeni kurulan bu kurumun devletin bir diğer yüksek eğitim kurumu olan ve “ulûm” (ilimler) tahsili yapılan medreselerden farkı ortaya konulmuş, bir nevi devlet idaresi ve imkânlarıyla verilecek olan yükseköğretimin rotası çizilmişti.

Dârülfünûn’un kuruluş kararı 1845’te içlerinde asker, memur ve ulemâdan kişilerin yer aldığı çeşitli kademeler- de bürokratlardan oluşan Meclis-i Muvakkat’ta alındı. 1846 yılında Mimar Gaspare Fossati tarafından inşasına başlanan Sultanahmet’teki meşhur Dârülfünûn binası 1863’te tamamlandı ve okul aynı yıl açılmış oldu. Fakat derslerin konferanslar şeklinde tertip edildiği bu ilk girişim 1865’te akim kaldı. İkinci deneme ise 1870’te yapıldı ancak derslerin 1873’e kadar kesintisiz sürdüğü bu teşebbüs de kısa sürede başarısız oldu. Dârül- fünûn’un bu döneminde Cemaleddin Afgânî’nin verdiği ve bir yerinde “nü büvvet san’attır” ifadesini kullandığı iddia edilen konferansı, ortaya çıkan tepkilerle hafızalara kazınmıştı.

Üçüncü deneme de 1874’te Mekteb-i Sultânî içerisinde bir Dârülfünûn-i Sultânî kurulmasıyla gerçekleşti. Bu çaba önceki denemelerden daha ter- tipli olsa da 1881 yılına kadar ancak sürdürülebildi.

Tanzimat dönemindeki üç girişimin başarısız olmasının sebepleri araştırmacılara göre; bu okulların kalıcı bir mekâna sahip olmayışı yani savaş, yangın gibi sebeplerle sık sık yer değiştirmesi, yükseköğretimin temelleneceği iyi bir ortaöğretimin olmayışı ve nitelikli öğretim elemanı yetiştirme hususundaki eksiklik olarak sıralanmaktadır. Sürekliliğin sağlanabildiği bir Dârülfünûn tesisi için ise Sultan II. Abdülhamid’in cülusunun 25. yıldönümünü beklemek gerekecektir.

Bu girişimlerin tamamında yükseköğretimde medreselere alternatif olabilecek bir din eğitiminin gün- deme gelmemiş olması da dikkat çekicidir. Bugünkü anlamda ilahiyat fakültesini karşılayacak bir birim kurulmadığı gibi İslâmî ilimler de diğer fakültelerin müfredatına dahi dahil edilmemiştir. Bu durum, medreselerin yüksek din eğitimi alanındaki otoritesinin sarsılmamasına dikkat edildiği yönünde açıklanabilir. O dönemde ulemânın medreselerin ıslahına yönelik talepleri olsa da medrese dışı yüksek din eğitimine sıcak bakmadığı anlaşılmaktadır. Sultan Abdülhamid’in saltanatında gerçekleşen dördüncü ve nihai girişimde ise bu kaide de sarsılacaktır.

Ulûm-i dîniye şubesi açılıyor

Tanzimat dönemindeki toplam okullaşmayı yaklaşık iki buçuk katı kadar arttıran Sultan II. Abdülhamid, o döneme dek icraatta bulunmadığı yükseköğretim alanına da Dârülfünûn-i Şâhâne ile imzasını atar. Tahta çıkışının 25. yıldönümü olan 19 Ağustos 1900 tarihinde Dârülfünûn dördüncü defa açılır.

Önceki tecrübelerden farklı olarak bu sefer Dârülfünûn’da ilk defa olarak yüksek din eğitimi de verilecektir. Ulûm-i Âliye-i Dîniye Şubesi (Fakül tesi) bu vesileyle kurulmuştur. Her yıl 30 öğrencinin alınacağı ve tahsil süresinin dört yıl olacağı ilân edilir. Şubede verilecek dersler ise tefsîr-i şerîf, hadîs-i şerîf, usûl-i hadîs, fıkıh, usûl-i fıkıh, ilm-i kelâm ve târîh-i dîn-i İslâm olarak belirlenmiştir.

Dârülfünûn’a girişin genel şartları arasında “18 yaşını bitirmiş olmak, iyi ahlâk sahibi olmak, bulaşıcı hastalık ve mahkûmiyeti bulunmamak” maddeleri vardır. Mekteb-i Sultânî, Mekteb-i Ticaret, Dârüşşafaka veya idadi diplomasına sahip olmak ya da bu okulların mezunu olacak seviyede  bulunduğunu sınav ile kanıtlamak da şartlardandır. Eğer başvuru sayısı belirlenen kontenjanın üzerinde olursa öğrenciler kendi aralarında müsabaka sınavına tabi tutulacaklardır. Ulûm-i Âliye-i Dîniye şubesine girmek isteyen talebe-i ulûm yani medrese öğrencilerine ise sınav mecburiyeti getirilmiştir. Mülkiye, hukuk, mülkî tıbbiye ve dârülmuallimîn mekteplerinden mezun olanlar  ise istedikleri şubeye sınavsız kabul edilecektir.

Yeni Dârülfünûn hamlesiyle müfredat bakımından yakın olsa da öğretim müddeti ve usulü, idaresi ve eğitim ortamı açısından medreseden farklı bir yüksek din eğitimi kurumu doğuyordu. Bu hamleyle günümüzde üniversite bünyesinde faaliyet gösteren ilahiyat ve İslâmî ilimler fakültelerine giden yolda ilk adım atılmıştı. Yüksek din eğitiminin, kökenini Avrupa’dan alan ancak Osmanlı tecrübesinde kendine has bir kıvam bulan Dârülfünûn’da tedris ve tahsili şüphesiz bugüne uzanan mühim neticeler vermiştir.

II. Meşrutiyet’in ilânının ardından birçok kurumda olduğu gibi Dârülfünûn’da da değişiklikler olur. İlk olarak ismindeki padişaha, hususan kurucusu olan Sultan II. Abdülhamid’e işaret eden “Şâhâne” ifadesinin yerini “Osmânî” alır. Kuruma kabul edilecek öğrenci sayısındaki sınır ise kaldırılır. Mekteb-i hukuk bir şube olarak, tıp eğitimi veren kurumlar da Tıp Fakültesi adıyla Dârülfünûn’a bağlanır; 1912 yılında yapılan bir düzenlemeyle İslâmî ilimlerin okutulduğu fakültenin adı Ulûm-i Şer’iyye Şubesi olarak değiştirilmiştir.

Bu dönemde Emrullah Efendi (1858- 1914) kısa Maârif Nâzırlığı süresinde Tuba Ağacı Nazariyesi olarak ifade edilen, eğitimin ıslahının ilköğretimden değil yükseköğretimden başlanarak yapılması gerektiği düşüncesi ışığında Dârülfünûn’a büyük önem vermiş, mühim yapısal değişikliklere  öncü olmuştur.

İlahiyattan dârülhilâfe medreselerine geçiş

Modern eğitim alanındaki gelişmelerin yanı sıra devletin köklü eğitim kurumu olan medreselerin bir nizama kavuşturulması yahut ıslah edilmesi fikri hem medrese dışında kalan Tanzimat bürokratlarının hem de medreselilerin yani talebe-i ulûm ve ulemânın gündemine 19. yüzyılın

ortalarından itibaren girmişti. Ancak   medreselerin düzenlenmesiyle alakalı  tespitler II. Meşrutiyet’in ilânına kadar fikir sahasında kaldı.

1909 Medâris-i İlmiye Nizamnâmesi bu alanda atılan ilk somut adım oldu. Medrese tahsilinin 12 yıl olarak belirlenmesi ve müfredata matematik, coğrafya, tarih, fizik ve kimya gibi derslerin eklenmesi en belirgin farklardandı. Fakat bu ilk ıslah teşebbüsü ile arzu edilen başarıya ulaşılamadı.

İkinci somut ve birincisine nazaran  daha köklü teşebbüs Mustafa Hayri Efendi’nin şeyhülislâmlığı döneminde gerçekleşti. İstanbul medreseleri merkeze alınarak yapılan ayrıntılı çalışmalarda medreseler bir heyet tarafından tek tek incelendi ve fizikî şartları raporlandı. Rapor neticesinde eğitime uygun görülen medreseler 1914 yılında “Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi” adıyla birleştirildi.

1 Ekim 1914’te çıkarılan Islâh-ı Medâris Nizamnâmesi’ne göre “tâlî” ve “âlî” sınıf olarak ikiye ayrılan medrese tahsilinde tâlî sınıfı kısm-ı evvel ve kısm-ı sânî olmak üzere 8, âlî   ise 4 yıl olarak belirlendi ve mevcut medreseler belirli bir sınıfa tahsis edildi. Bu teşebbüste 1909’dan ayrı olarak müfredata Türkçe ve Farsça dersleri de eklendi. Aynı yıl patlak veren Cihan Harbi, henüz filizlenme aşamasındaki bu girişimi hayli olumsuz etkiledi. Talebe ve hocalardan cepheye gidenler olduğu gibi harp şartlarındaki mali sıkıntılar medreselere de tesir etti.

Bu dönemde bir yandan yüksek din eğitimi için Dârülfünûn bünyesinde çalışmalara girişilirken, bir yandan da medreselerin ıslahı yönünde radikal adımların atılması dikkat çekicidir. Bugün hâlen gündemde olan din eğitiminde ilahiyat fakültesi müf redatının yeterliliği ve buna alternatif kurumların gerekliliği noktasındaki tartışmaların bir benzeri 20. yüzyılın ilk çeyreğinde de takip edilebilir. Bu tarihlerde dönem ulemâsından bazı çevrelerin nezdinde, klasik medrese usulünün meyve vermediği ve köklü bir ıslahın zaruri olduğu görüşü hâkimdir (Bu konuda, 27 Şubat 1913 tarihinde Sebîlürreşâd’da yayınlanan ve Bayezid dersiâm müderrislerinden bir grubun imzasını taşıyan “İtiraf ve İşhad” başlıklı bildiri oldukça dikkat çekicidir, ki ayrı bir yazı olarak ele alınacaktır). Şüphesiz Dârülfünûn da medreseler için güçlü bir alternatif olarak görülmektedir.

Girişilen ıslah çalışmaları neticesinde Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ile medrese mezunlarının da bir üst kademede tahsil alabilmesi için Medresetü’l-Mütehassısîn kurulması, Dâ rülfünûn Ulûm-i Şer’iyye Şubesi’nin sonu oldu. 14 Ekim 1915 tarihinde Dârülfünûn Şer’iyye şubesi kapatıldı ve öğrencileri yeni kurulan medreselere aktarıldı. Bu fakültenin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk üniversitesi olan İstanbul Dârülfünûnu’nda yeniden hayat bulması ise 1924 yılında olacaktı.

15 yıllık tecrübeye genel bir bakış

1847’de kuruluş kararı alınan ve 1863’te açılan ilk Dârülfünûn 1865’te    kapanmış ve 1870-73 ile 1871-84 arasında iki defa daha denense de bu teşebbüs başarısız olmuştu. Son ve kalıcı girişim ise 1900’deydi. İlk üç girişimde Dârülfünûn bünyesinde din eğitimi verilmesi düşünülmemişti. Bu durum Sultan II. Abdülhamid’in himayesinde 1900’de kurulan Dârülfünûn-i Şâhâne ile değişti ve fakültelerden biri Ulûm-i Âliye-i Dîniye şubesi oldu.

1900-1909 arası Ulûm-i Âliye-i Dîniye şubesi olarak faaliyet gösteren fakültenin hocaları medrese çıkışlı ulemâdan, öğrencilerinin ekserisi ise medrese talebelerindendi. Bu süreçte toplam 270 öğrencinin eğitim gördüğü fakülte 100 mezun vermişti. İskilipli Atıf ve Kâmil (Miras) Efendiler akla ilk gelen meşhur mezunlardandı. II. Meşrutiyet sonrası ismi Ulûm-i   Şer’iyye şubesi olarak değiştirilen fakültede 1909-1915 arasına tekabül eden dönemde yaklaşık 750 öğrenci eğitim görmüş ve bunların 150’si mezun olmuştu.

Öğrenci sayısı, müfredat ve hoca kadrosuna bakıldığında fakültenin 1909 sonrası dönemi şüphesiz daha tertiplidir. Bu dönem Babanzâde Ahmed Naim, Manastırlı İsmail Hakkı ve Mustafa Asım Efendiler gibi dönemin meşhur ulemâsının fakülte- de ders verdiği görülür. Temel İslâmî ilimler tedrisinin yanında felsefe, dinler tarihi ve seçmeli yabancı diller (İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça) gibi dersler de okutulmuştur.

Kurulduğu günden itibaren öğren cilerin fakülteye yüksek teveccühü, kabul sınavı müracaatlarından anlaşılmaktadır. İlk mezunların 24 Ağustos 1905’ten itibaren verilmesiyle mezunların istihdamı meselesi gündeme gelmiş, bunların bir kısmı idadi ve âliye statüsündeki mekteplerde dinî ilimler ve Arapça muallimi olmuştur. Bir kısmı da medâris-i ilmiye müfettişi olarak istihdam edilmiştir. İstihdam sorununun yaşandığı, yapılan çalışmalardan görülse de buna rağmen fakülteye talep artarak devam etmiştir.

Medreseler için uzun süredir gündemde olan ıslahatın hayata geçirilmesiyle Dârülfünûn Şer’iyye şubesine gerek kalmadığı düşünülmüş ve kurumun hayatiyeti noktalanmıştır. 15 yıllık bu kısa tecrübe, öncelikle 1924’te kurulan İstanbul Dârülfünûn’ndaki İlahiyat Fakültesi’ne uzandığı için, Türkiye’de medrese dışı yüksek din eğitiminde bugüne kadar gelen sürekliliğin ilk aşamasını temsil etmektedir.

Not: Yazının ikinci kısmında 1924-1933 arasındaki tecrübe üzerinde durulacaktır.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!