Parti çok ama zihniyet tek
Talepleri ister kültürel olsun, ister siyasi, ister idari olsun ister dinsel olsun, devletten tek tip tepki gören, bu tepki de baskı, zulüm, yıldırma, silah, bomba, hatta zehirli gaz gibi sert yöntemler olan Kürtler, 1946’da ‘Çok Partili’ yaşama geçildiğinde sindirilmiş durumdaydılar. 14 Mayıs 1950’de yapılan tarihî seçimlerde bazı Kürt toplum liderleri Demokrat Parti (DP) listelerinden aday olurken, Kürtlerin büyük bir bölümü oylarını ilk kez CHP’ye değil, DP’ye verdiler. Bunun altında yatan en önemli neden CHP’nin 1945’te uygulamaya çalıştığı ancak başarısız olduğu Toprak Reformu idi. Ancak CHP ile Kürt feodalleri arasındaki ittifak 1957’ye kadar sürdü.
DİCLE ÖĞRENCİ YURDU • Türkiye’nin modernleşmesiyle uyumlu olarak Kürt eşrafının da giderek burjuvalaşması sürecinde, bu ailelerin çocukları eğitim için İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlere gelmeye başladılar. Bu gençler için Doğu ve Güneydoğu illerinin özel idare ve belediyelerinin yardımlarıyla kurulan Dicle Talebe Yurdu, ‘Kürtlük bilinci’nin yeniden tanımlanmasında önemli rol oynadı. 15 günde bir çıkan Dicle Kaynağı adlı yayında ‘Doğu Sorunu’ terimi kullanıp, jandarma ve vergi toplayan tahsildarlardan şikâyet ediliyor, baskılar ve yasa dışı uygulamalara karşı çıkılıyordu ama eski isyankârlık yoktu. Nitekim dergi uzun süre yaşayamadı. Buna karşılık Suriye, Lübnan ve Irak Kürtleri arasında solcu ve Kürt milliyetçisi şairlerin şiirleri ki bunların başında Cigerxwin geliyordu, sınırları aşıp Türkiye Kürtlerinden aydın ve din hocaları arasında elden ele dolaşıyordu. Kürt tarihi, uygarlığı ve edebiyatı dünyaya, komşu halklara ve Kürtlerin daha çok kentli kitlelerine ulaştırıldı. Özetle ‘etnik kimlik bilinci’ artık bir avuç Kürt milliyetçisinin özel alanı olmaktan çıkmıştı.
BARZANİ’NİN DÖNÜŞÜ • Bu dönemde yaşanan ve Kürt milliyetçiliğini radikalleştiren iki önemli olayı, 13 Temmuz 2007 tarihli ‘Kımıl olayından 49’lar davasına’ başlıklı yazımda uzunca anlatmıştım ancak okumayanlar için kısaca özetlemek istiyorum. 14 Temmuz 1958’de Irak Kralı Faysal, General Abdülkerim Kasım tarafından kanlı bir darbeyle tahttan indirildikten sonra cumhuriyet ilan eden generalin ilk işi, İran’da kurulan Mahabad Cumhuriyeti’nin önderlerinden olup 1947’den beri sürgünde olan Molla Mustafa Barzani’yi Bağdat’a davet etmek ve Kürtlere Kerkük’ün de içinde olduğu bir otonom bölge sözü vermek olmuştu. 1961’da Molla Mustafa Barzani’nin Irak yönetimiyle savaşa girmesi ve Irak ordusunun yenilgisi İran, Irak, Suriye ve Türkiye Kürtlerinde yeni umutların yeşermesine neden oldu.
49’LAR OLAYI • Bu durum Menderes Hükümeti’ni tedirgin etmişti. 14 Temmuz 1959’da Kerkük’te bir grup Türkmen’in Irak ordusunca katledilmesine misillime olarak, MİT’in (o zaman MAH) önerisiyle bin ila iki bin 500 kişilik bir Kürt grubunun ‘tenkil’ edilmesi fikriyle başlayan ‘beyin fırtınası’ sonucu 49 Kürt aydın idam cezası ile mahkemeye verildi. 49’ların davası sürerken 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşti. Sanıklar demokratikleşme vaadiyle iktidara gelen darbecilerin kendilerini salıvereceğini umarken yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Gerçi tutuklulukları bir süre sonra kaldırıldı ama, 49’lar ancak 1965’te zaman aşımından paçayı kurtarabildiler.
SİVAS KAMPI • 27 Mayısçıların Kürt meselesine buldukları çare ise 1 Haziran 1960’ta bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerinden ve Kürt milliyetçisi olduğundan şüphelenilen 485 kişinin Sivas-Kabakyazı’da açık arazide kurulan bir kampa kapatılmasıydı. Aralık ayında Sivas Kampı sakinlerinden 55 kişi, Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli’de zorunlu ikamete tabi tutuldular.
İddialara göre bu 55 kişinin babaları 1919’da Erzurum ve Sivas kongrelerine davet edildikleri halde katılmayı ‘nazikçe’ (!) reddeden kişilerdi. Yine iddiaya göre, bu kişilerin cezalandırılmasını ihtilalin kudretli albayı Alparslan Türkeş istemiş, Kürt asıllı Cemal Gürsel ise daha yüksek olabilecek sayıyı 55’te tutmuştu. Ekim 1963’te çıkarılan genel afla olay kapanmıştı ama, devletle Kürtlerin arası bir kez daha açılmıştı. (Bu dönemde coğrafi ve yerleşim yeri isimlerinin Türkçeleştirilmesi de tüy dikmişti.)
23’LER DAVASI • 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde Talat Aydemir ve arkadaşlarının başarısız darbe girişimlerinden sonra ülkedeki tüm ‘aşırı uçların törpülenmesi’ politikası uyarınca, 1963 yılında, Kürt milliyetçileriyle kişisel ilişkisi olan Hamewendi adlı Arap emlakçinin üzerinde adı bulunan Musa Anter’le ilişkide olan 23 Kürt, ‘Müstakil bir Kürdistan Devleti’ kurma yolunda faaliyette bulunmak suçuyla tutuklanmışlardı. Tutuklular 1964’te salındı, dava çok sonra sonuçlandı ancak ağır cezalandırma olmadı. Bu 23 kişi, Talat Aydemir ve ekibiyle aynı hapishaneye konulmuştu. İddialara göre darbeci subayların çoğu iyi eğitimli olduğu halde Kürt sorunu ile ilgili bilgili değillerdi, ancak Talat Aydemir, Kürtlerin ‘Ey Raqip’ adlı milli marşlarını söylerken koğuşa girmiş, marşı duyunca hazır ola geçmişti.
SOL VE KÜRTLER • Musa Anter, Yaşar Kaya, Medet Serhat, Naci Kutlay, Kemal Burkay, Methi Zena, Tarık Ziya Ekinci ve Canip Yıldırım’ın başını çektiği bir grup Kürt aydını ise 13 Şubat 1961 tarihinde 12 sendikacı tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katıldılar. Bu grubun oluşturduğu ‘Doğulular’ kanadının etkisiyle, TİP literatüründeki adıyla ‘Doğu Meselesi’ Türkiye’nin gündemine taşındı. İlk kez Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’ın, 1963’te Gaziantep’te yapılan Genel Yönetim Kurulu’ndaki açış konuşması ile getirilen ‘Doğu Meselesi’ 1966’da Malatya Kongresi’nde parti kararlarına girdi.
Buna paralel olarak yayın hayatında da Kürtlerin sesi duyulmaya başlamıştı. Ancak Medet Serhat’ın 1963’te çıkardığı Deng dergisi ancak üç sayı yayımlanabildi. 1966’da yayımlanan Roja Newe (Yeni Akış) ve Dicle-Fırat gibi dergiler de çok dayanamadı. Halbuki bunlar Kürtçe şiirlere ve radikal olmayan fikir yazılarına yer veriyorlardı. TİP çizgisine yakın Sosyal Adalet ve Ant, Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisindeki Türk Solu gibi dergilerde Kürt aydınları seslerini duyurmaya başlamışlardı. Mısır’daki Cemal Abdülnassır hareketinden esinlenen devrimci çizgideki Yön dergisinde Kürt Meselesi ‘Doğu Sorunu’ olarak dile getiriliyordu ama bu sorunun hallini ‘devrimin arkasına’ koyuyordu. Atatürk dönemi aydınlarından Ahmet Hamdi Başar’ın liberal eğilimli Barış Dünyası’nda da Kürtlerin kültürel haklarına yer veriliyordu. Yön’de yazan Dr. Sait Kırmızıtoprak’la Barış Dünyası’nda yazan Musa Anter arasındaki polemikler Kürtleri çok heyecanlandırıyordu. Kürt edebiyatının baş eseri Mem û Zin’in Mehmet Emin Bozarslan tarafından Latin alfabesiyle yeniden yayımlanması da bu dönemde oldu.
DOĞU MİTİNGLERİ • ‘Doğu meselesi’ni kamuoyuna mal etmek için, T-KDP’li muhafazakârlarla ve TİP’li solcular elbirliği yaptılar ve 1967’de çeşitli il ve ilçelerde ‘Doğu Mitingleri’ düzenlendiler. Mitinglerde, Doğu’nun ihmal edilmişliği, jandarma ve polis baskısı, fırsat eşitliğinin olmayışı gibi konular işleniyordu. TİP’i pasif bularak ayrılan Kürt gençlerinin kurduğu Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO), ile Dev-Genç ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) gibi Marksist örgütlerde sol söylemlerle Kürt milliyetçisi söylemler el ele gidiyordu. Bu oluşumlara, Kürt feodallerinin, ağalarının, Cumhuriyet döneminin sürgünlerinin çocukları da katılınca rejimin muhafızlarında alarm zilleri çalmaya başladı.
TÜRKİYE KDP’Sİ • DP ve 27 Mayısçıların dışlayıcı politikalarının yarattığı hayal kırıklığı içinde yeni arayışlara giren dinsel-muhafazakâr eğilimli Kürtler ve küçük bir aydın grubu ise 1965’te Barzani’nin etkisiyle illegal olarak Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni (T-KDP) kurdular. Partiyi kuranlar 1925’te Şeyh Said’in yardımcısı olan Liceli Fehmiye Bilal’ın etkisindeki kişilerdi. İlk başkan Faik Bucak’ın Urfa’da bir eşkıya tarafından öldürülmesi üzerine yerini Sait Elçi aldı. (Kürtler bu olayın arkasında Türk istihbaratının olduğunu düşündüler.) Partinin Kürt kimliğinin kabullenmesi ve kültürel haklarla yetinen ılımlı yapısı bazı Kürt aşiret reislerini etkilemişti. T-KDP legal siyasette, Kürt asıllı Yusuf Azizoğlu’nun içinde bulunduğu Yeni Türkiye Partisi’ni (YTP) destekliyordu.
‘BALYOZ HAREKATI’ • 12 Mart 1971’de askerlerimizin adet olduğu üzere siyasete müdahalesi gerçekleştiğinde T-KDP illegal olduğu için sadece üyelerinin yargılanması ile cezalandırıldı ama ‘Doğu Meselesi’ TİP’in sonunu getirdi. Mahkemenin TİP’i ‘oybirliği’ ile kapatan 20 Temmuz 1971 tarihli gerekçeli kararında, “okuryazar olan belki de olmayan fakat çevresinde geçen olaylar üzerinde ortalama bilgisi bulunan kişilerce, anayasal vatandaşlık haklarından anlayacağı, anayasada Kürt vatandaşlara tanınan hakların dışında kalan konulara ilişkin bir takım özlem ve istekler olabileceği” gibi ilginç bir endişe yer alıyordu. Kapatma kararından sonra TİP liderleri 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Bir kez daha anlaşılmıştı ki, devletin en mutedil biçime de olsa Kürt meselesinin dile getirilmesine tahammülü yoktu!
KÜRTLER RADİKALLEŞİYOR • TİP’in ve ardından DDKO’nun kapatılmasıyla siyasi taleplerini dile getirecek platformları kalmayan solcu Kürtler, ister istemez, muhafazakârlar gibi gözlerini Kuzey Irak’a çevirdiler. Zaten iki taraf arasındaki ilişkiler, kaçakçılık ve akraba ziyareti gibi nedenlerle aralıksız sürmüştü. Türkiyeli Kürtler 1971-1972’de Mustafa Barzani önderliğindeki Kürtlere şeker, lastik ayakkabı, çay ve elbise gibi eşya yardımında bulunuyorlar, karşılığında da ‘ideolojik takviye’ alıyorlardı. Bu durum devletin gözünden kaçmadı ve Şırnak ve Silopi yöresindeki DDKO’lu gençler Diyarbakır ve Siirt İlleri Sıkı Yönetim Mahkemelerinde, ‘Irak KDP’sinin (I-KDP) uzantısı T-KDP sanıkları’ olarak ağır cezalara çarptırıldılar. (Şerafettin Elçi de bunlardan biriydi.)
1973’te iktidara gelen CHP’li Bülent Ecevit seçim kampanyasında ‘Doğu’nun sorunlarını çözme’ sözü vermişti ama bir süre sonra bundan vazgeçti. Hem legal siyasi partilerden, hem ‘Türk solundan umudunu kesen Kürtler, 1974’te I-KDP’nin ve Barzani’nin Irak’taki ayrıcalıklı konumunu kaybetmesi üzerine sol ile milliyetçiliğin karışımı radikal bir söyleme kaydılar. Cezaevinden çıkan Mümtaz Kotan ve arkadaşları Rızgari dergisini Kemal Burkay ve arkadaşları Özgürlük Yolu dergisini çıkardılar. Ayrıca DDKD, KAWA, KIP, KUK gibi ona yakın örgüt ortaya çıktı. İleride ülkeye büyük bir fatura çıkaracak olan Partiya Karkerên Kürdistan (PKK) ise 1978 yılında kuruldu.
Bu kesimler, 11 Eylül 1980 askeri darbesinde ilk tutuklananlar arasındaydı. Bir bölümü çok ağır cezalara çarptırıldı, bir bölümü çatışmalarda, faili meçhullerde öldürüldü. Diyarbakır Cezaevi’nde en ağır işkencelerle geçen yıllardan sonra artık, solculuk, sağcılık gibi siyasi kavramlar değil, ‘Kürtlük’ gibi etnik kavram ağırlık kazanmaya başlamıştı. Bunun ne anlama geldiğini 1984’ten itibaren ülkece anlayacaktık...
Ek Kaynakça: Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Peri Yayınları, 2002; Tarık Ziya Ekinci, Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu Ve Bir Çözüm Önerisi, Kuyerel Yayınları, 1997; Kemal Kirişçi&Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997.
DOĞU GRUBU’NUN ‘YAPILACAKLAR’ LİSTESİ • Rıdvan Akar ve Can Dündar, ‘Karaoğlan’ belgeselini hazırlarken, Bülent Ecevit’in kişisel arşivinde 27 Mayısçıların Kürt raporunu bulmuştu. DPT bünyesinde kurulan ‘Doğu Grubu’nun MAH (MİT) Genelkurmay, Emniyet gibi kurumlardan, bölgede çalışmış ve çalışmakta olan idareci ve siyasetçilerden elde ettiği bilgilerden oluşan bir raporda, ‘bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus yapısını Türk lehine çevirmek için’ ‘kendini Kürt sananların’ Türklerin yoğun olduğu bölgelere iskanı, bölgede ‘kız ve erkek misyonerlerin yetiştirilmesi’, mahalli radyolarda Türkçe güfteli mahalli havaların çalınması ve propaganda uzmanlarının hazırladığı bölgesel programların yayınlanması, ‘kendini Kürt sananlara ırk bakımından, Türk siyasi düzeninin kendi menfaatleri bakımından en elverişli, en emin ve en çok imkân sağlayan düzen olduğunun telkin edilmesi’, ‘dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması’, ‘bir Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması’, ‘İslam Ansiklopedisi ile Rus alim ve politikacısı Minorski’nin kendini Kürt sananların İran kökenli olduğu yazısı ile Lozan’da delegelere kabul ettirilen, ‘kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olup, Turan kökenli oldukları tezlerinin derhal tashih’ edilmesi’ gibi her biri bir ‘fars’ konusu olacak öneriler vardı. (Ayrıntılı bilgi için: Can Dündar, ‘Tarihi bir arşivin kapıları ilk kez açılıyor”, http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=5968)
KÜRT CEMAL NASIL KEŞANLI ALİ OLDU • Yazımızı edebiyattaki ‘atraksiyonlarla’ bitirelim. Dersim Kürt isyanlarını anlatan Memo ve Cemo‘nun yazarı Kemal Bilbaşar bu romanlarda olan biteni bir güzel anlatır ama şöyle rahatça Kürt diyemez. Fakat edebiyattaki gizli sansürün en ilginç örneği 1960’lı yılların kült tiyatro eseri Keşanlı Ali Destanı‘dır. Hem yazarı Haldun Taner tiyatro yazarlığında hem de Türk epik tiyatrosunda çok önemli bir yere sahip olan bu eser, mekânı, konusu, karakterleri ve diliyle tam bir Kürt hikâyesi olduğu halde, gizli bir Türkleştirme operasyonuna uğramış ve seyircilerin karşısına Trakya’nın güzel kasabası Keşan’ın destanı olarak çıkmıştır.
Gazeteci Mehmed Kemal (Kurşunlu), Mayıs 1982’de Cumhuriyet‘te yayımlanan “Türkiye’nin Kalbi Ankara” konulu yazı dizisinin bir bölümünde Kürt bağlantısını şöyle anlatır: “Kürt Cemali, Altındağ ve Atıfbey’de çok sevildiğinden tutuluyor, ağıtlar yakılıyor. O günlerin akşam gazeteleri Cemali’nin öldürülüşünü ballandıra ballandıra yazıyorlar. Öyle ki Haldun Taner’in dikkatini çekiyor. Bir gün Haldun Taner bana çıkageldi. Şu Kürt Cemali nerelerde geçti, aslı ne öğrenmek istiyorum’ dedi. Haldun’u Altındağ ve Atıfbey’in çocuğu Avukat Şefik Günder ve Atıfbeyli Tahsin Yaman’la tanıştırdık. Öğrendi, inceledi, bu olaydan Keşanlı Ali Destanı doğdu.” Mehmed Kemal’in açıklamalarından sonra gerçeği açıklamak zorunda kalan Haldun Taner ise 1984’te eserinin 4. basımına yazdığı Önsöz’de hikâyenin Altındağ kısmını doğruladıktan sonra şöyle diyor: “Konu ne kadar bizdense, oyunu üslubu da o kadar bizden olsun istiyordum.”
Böylece Türkleştirme operasyonunun nedeni öğreniyoruz: Yazar hikâyenin bizden olmasını istemiştir. Bizden olması için de kırk yıllık Altındağlı Kürt Cemali’nin Keşanlı Ali’ye döndürülmesi gerekmiştir!
KÜRT ÇEVRELERİNİ YAKLAŞIK 40 YILDIR MEŞGUL EDEN ‘İKİ SAİT OLAYI’ NEDİR • 3-10 Eylül 1962 tarihinde, CHP’nin Türkçü kanadından Avni Doğan, Dünya Gazetesi‘nde “Barzanlı Olayının Altındaki Büyük Tehlike” adlı yazı dizisinde dikkatleri Kürtlere çekiyor, “Irak, İran, Türkiye toprakları üzerinde Kürt hükümeti kurmak artık bir düşünce olmaktan çıkmış, tehlike halini almış” diyordu. Avni Doğan’ın bu yazılarına Dersim-Nazimiyeli Dr. Sait Kırmızıtoprak 14 Eylül 1962’de Yön dergisinde “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?” başlıklı yazıyla cevap verdi. 49’lar Davası sanıklarından olan ve tıbbiyeyi tutuklu iken bitiren Dr. Sait yazıda, Kürt-Türk kardeşliğinin asimilasyon yoluyla değil, ulusların eşitliği temelinde gerçekleşmesini savunuyordu.
O yıllarda CHP’yi ‘Atatürkçü-ilerici’, DP’yi ‘gerici-işbirlikçi’ olarak niteleyen Dr Sait, daha sonra TİP’in içinde, Milli Demokratik Devrimci (MDD) muhalefeti örgütlemiş ancak bir süre sonra, bir grup gençle birlikte Kürt (Kurmanci) dilini yerinde öğrenmek (Dersimli olduğu için Zazaca konuşuyordu) ve ‘mücadeleye katılmak’ için Ekim 1969’da Irak’a geçmişti. Altı ay kadar sonra Kürtler otonomiye kavuştular, bölgenin lideri Molla Mustafa Barzani Dr. Sait’in ‘solcu‘ olduğunu öğrenince soğuk davrandı, ama kendisine Zaho bölgesinde bir kamp yeri verdi. Oradaki bir barakayı hastaneye çevirerek kısa sürede halkın sevgisini kazanan Sait Kırmızıtoprak, Dr. Şivan adını ve doktor olarak popülaritesinin verdiği cesaretle Tde-KDP adıyla kendi partisini kurdu. Dr. Şivan’ın ana tezi, Kürt milliyetçiliğinin esas enerjisini ABD emperyalizmine değil, Türk milliyetçiliğine mücadeleye hasretmesi gerekliliğiydi. Yani sol söylemden radikal bir kopuş ve pragmatik bir yöneliş söz konusuydu. Parti bir süre sonra I-KDP tabanına yöneldi. Aynı zamanda Barzani’nin adını kullanarak Türkiye’de de örgütlenme çalışmasına başladı. Bu cüretkâr tutum, hem T-KDP’yi hem de Barzani’yi rahatsız etti.
SAİT ELÇİ IRAK’A GİDİYOR • Hal böyleyken, Türkiye’de 12 Mart 1971 darbesi oldu, kovuşturmadan kaçan T-KDP lideri Sait Elçi, Irak’a gitti. Bir süre sonra Elçi’nin cesedi bulundu. Öldürenin Dr. Şivan olduğu söylendi. Olaydan iki ay sonra, T-KDP’nin isteğiyle Molla Barzani‘nin adamları Dr. Şivan’ı ve iki adamını tutukladılar ve zindana koydular. İddialara göre burada zincire bağlı şekilde dört ay tutulan Dr. Şivan’ın, yargılanma, Barzani’yle görüşme ve ailesiyle görüşme talepleri reddedildi ve 26 Kasım 1971’de iki adamıyla kurşuna dizilerek öldürüldü.
O günden beri, ‘İki Sait Olayı’ ya da ‘Saitler Olayı’ adıyla anılan bu olay Kürt çevrelerini çok meşgul etti. Herkesin bir fikri vardı ama olayın üstündeki sır perdesi hâlâ kalkmadı. Bazı kişiler Sait Elçi’yi Türk istihbaratının öldürdüğünü söylediler. Çünkü Sait Elçi önemli bir Kürt lideriydi ve Elçi’nin öldürülmesinin T-KDP ve Barzani tarafından Dr. Şivan’a yıkılması sonucu her iki Sait’ten de kurtulmak mümkün olmuştu. Bunun bir versiyonu da, Kerkük meselesi yüzünden birbirine ihtiyacı olan Irak istihbaratı (başında İlyas Barzani vardı) ile Türk istihbaratının karşılıklı olarak birbirine ‘jest’ yaptığıydı. Saitlerin öldürülmesi Türkiye’yi, bunun karşılığında Kerkük olaylarında elinin serbest bırakılması Barzani’nin işine gelmişti. Bazı kişilere göre, olay tamamen Barzani’nin siyasi komplosuydu, çünkü iki Sait de ilerde Barzani’nin rakibi olabilirdi.
Bazı çevrelere göre ise cinayeti hırslı ve pragmatik bir kişiliği olan Dr. Şivan işlemişti. Çünkü Barzani Mardin, Hakkari, Siirt’te örgütlenme işini Elçi’nin T-KDP’sine bırakmıştı. Bu da Dr. Şivan’ı kızdırmıştı. Siyasi idam hükmü anlamına gelen bu karara boyun eğmek yerine Sait Elçi’yi öldürmüştü (veya bu işi yapması için Barzani tarafından kışkırtılmıştı), sonunda da hak ettiğini bulmuştu.
Görüldüğü gibi, senaryoların sonu yok. Ancak hepsinde Barzani’nin olumsuz bir rolle yer aldığı görülüyor. Bu durum, bize bugün de Barzani-Talabani ilişkisinde olduğu gibi ideolojik olmaktan ziyade, yapısal sorunların Kürt siyasetini hegemonyası altına aldığını düşündürüyor. Barzani’nin ‘aşiret reisi’ diye küçümsenmesi ile Talabani’nin ‘modern’ kimliğinin öne çıkarılması bunun bir tezahürü olsa gerek.
(Farklı yorumlara örnek olarak: Hüseyin Akar, Dr. Şivan ve Barzani Kürt Liderliği, Ankara 2006 ve Sait Aydoğmuş, ‘Yakın Tarihimizde İki Sait Olayı’, www.kurdinfo.com/portre/s_aydogmus_Saitler_olayi.pdf)
TARAF