Son yazımda PKK'yla görüşmelerin yeniden başlayacağına dair çok işaret belirdiği bugünlerde, ilk Oslo sürecinde yapılan hataların yeniden yapılmaması için, iki noktada prensiplerin belirlenmesi gerektiğine işaret etmiştim.
Bunlardan birincisi, görüşmeyi kimin yürütmesi gerekir meselesi, ikincisi ise görüşmenin kapsamıydı.
Hafta boyunca basına yansıyan bilgilerden, gerek ABD'nin gerekse Talabani ve Barzani'nin sürece son derece aktif bir biçimde katıldıklarını; özellikle Talabani'nin hem Kandil'i hem de İmralı'yı ikna için yoğun çalışmalar sürdürdüğünü öğreniyoruz. Denebilir ki, biz daha "Hangi Akil Adamlar" diye tartışaduralım; 1 numaralı "Akil Adam" arabuluculuk için çoktan harekete geçmiş durumda...
Talabani'nin birtakım ön görüşmelerle zemin hazırlaması faydalı olabilir ama geçen yazımda da belirttiğim gibi, eğer görüşmeler yapılacaksa bu görüşmelerin siyasi iradenin doğrudan kontrolünde yürütülmesi; hesap verilebilir ve denetlenebilir görüşmeler olması gerekir.
Statü pazarlıkla kazanılamaz
Müzakerenin çerçevesine gelince... Bu konuda yakın geçmişte yaşadığımız ve aslında hâlâ süren MİT krizinden dersler çıkararak yürütülecek müzakerelerin çerçevesinin yeniden tartışılması ve belli ilkelerin netleştirilmesi gerekiyor. Bir başka deyişle silahlı örgüt temsilcileriyle neler görüşülebilir; neler görüşülemez konusunda net olmalıyız.
Ben bu konuyu birkaç kere yazdım; burada daha önce yazdıklarımı tekrar etmekten başka çarem yok:
Benim düşünceme göre, görüşen tarafların daha baştan Kürt sorunu ile terör sorununu birbirinden ayırması; "statü"nün belirleneceği yerin devletle yapılan gizli görüşmeler değil meşru zeminlerde cereyan eden açık tartışmalar olduğunu kabul etmesi gerekiyor.
PKK'yla gizli görüşmelerde statü tartışmasına girmek, her şeyden önce PKK'yı bütün Kürtler'in temsilcisi saymak olur ki bu gerçek değildir. İkinci olarak da, konu sadece Kürtler'in değil bir bütün olarak Türkiye'nin idari yapısına ilişkin anayasal bir meseledir. Anayasal bir tartışma iki küçük grubun kendi arasındaki pazarlıklarla belirlenebilir mi?
PKK-BDP çizgisi, MİT'in, askeri istihbaratın ya da herhangi bir devlet yetkilisinin kapalı kapılar ardında Kürtler'e özerklik ya da yerinden yönetim gibi konularda söz vermesinin bir anlam taşımayacağını; ne statü istiyorsa bunu ancak meşru siyasi zeminlerde ortaya koyarak, tek tek bütün siyasi partilerle tartışarak, kamuoyunu ikna etmeye çalışarak, siyasi ittifaklar kurarak, uzlaşmalar yaparak yani meşru zeminde sabırlı bir siyasi mücadele vererek alabileceğini anlamıyor.
İster federasyon istesin, ister özerk bölge, isterse anayasal vatandaşlıkla pekiştirilmiş eşit yurttaşlık hakkı; bu ilerlemelerin ancak halkın büyük çoğunluğunu ikna ederek yapabileceğini; atılacak bütün adımların ancak ihtiyaç duyulan toplumsal psikoloji oluşmuşsa atılabileceğini göremiyor. Toplumu "bypass" edip halktan gizli görüşmelerde devletle el sıkışarak statü kazanacağını umuyor.
Ne var ki görüşmelerden sızan bilgilerden, müzakerenin çerçevesi konusunda yetkisini aşanın sadece PKK olmadığını görüyoruz. Müzakerelerin sık sık statüye ilişkin konularda pazarlığa dönüşmesinden, devlet adına orada bulunanların da bu ayrımın pek farkında olmadıkları anlaşılıyor.
Silah bırakmanın yolu yordamı
O halde bir kez daha özetleyelim:
PKK'yla görüşen hiçbir devlet görevlisi, esas olarak anayasal bir konu olan statü konusunda terör örgütü ile tartışmaya girmek, pazarlık etmek ya da söz vermek yetkisine sahip olamaz. Bu görüşmelerin yoğunlaşması gereken alan, doğrudan doğruya şiddetin son bulması için yapılabileceklerdir. PKK'nın silahlı bir örgüt olarak tasfiye edilirken meşru siyaset yapma imkânlarına kavuşturulması için neler yapılabileceği, dağdakilerin nasıl indirilebileceği, topluma nasıl kazandırılabileceği, önder kadronun ne olacağı, gündeme gelebilecek bir affın kapsamı ve niteliği gibi konulardır.
Bu çerçevenin aşılması, hükümeti kamuoyu önünde savunamayacağı bir pozisyona sokar ki; bu da en fazla barış ihtimaline zarar verir.
BUGÜN