Ortadoğu’daki İntifada Bursa’da Tartışıldı

"Ortadoğu’daki Halk Ayaklanmaları" Özgür-Dersa Şubesi tarafından düzenlenen bir panelde tartışıldı.

Özgür-Der Bursa Şubesi 2011/2012 alternatif eğitim programlarının ilkine "Ortadoğu’daki Halk Ayaklanmaları" konulu panel ile başladı. Rıdvan KAYA, Osman ATALAY ve Turan KIŞLAKÇI’nın konuşmacı olarak katıldıkları panel; Yalova Özgür-Der Girişiminden Lütfi ÇİFTÇİ’nin moderatörlüğünde Ördekli Kültür Merkezi’nde yapıldı. Programda Şube Başkanı Aziz AVAR’ın alternatif eğitim seminerlerin "amacı" ve içeriği hakkında yaptığı giriş ve takdim konuşmasının ardından, intifadaların gelişim süreci göz önünde tutularak şu sorulara cevaplar arandı:

- Bölgede meydana gelen olayların çıkış sebepleri iç ve dış faktörler göz önünde bulundurularak nasıl okunmalıdır?

- Uluslararası dengelerin yürütücüsü olan emperyalist güçlerin, bölgede zayıflayan otoritelerini tekrardan elde etmek için izleyeceği politikalar nelerdir?

- Ortadoğu’daki gelişmeler, değerlendirmeye tabii tutulurken özel olarak gözetilmesi gereken ayrıştırıcı faktörler var mıdır? Varsa nelerdir?

- İslami hareketlerin bölgedeki konumları ve gelişmeler karşısında izledikleri politikalar nelerdir?

- İslamcılar dışında kalan sosyal ve siyasal örgütlenmelerin, isyan/devrim/intifada ile ilişkileri hangi düzeydedir?

- Yaşanan ve henüz durulmayan ayaklanmalar Müslüman halk için uzun zamandır özlenen bir değişim mi olacak, yoksa kontrolsüz bir dönüşüm ile mi sonuçlanacak? Hareket kabiliyetine kavuşmuş toplumsal dinamiklerin gereğince mecrasına akıtılması için gözetilmesi gereken temel ilkeler neler olmalıdır?

Ortadoğu intifadaları başladığı ilk günden buyana, ayaklanmaların kaynağı hakkında kamuoyunda iyi niyet ve gerçek bilgiden uzak birçok yorum ve yönlendirmelerin sebebini açıklamak, hareketlenmelerin esas nedenleri hakkında bilgi vermek üzere sözü alan Osman ATALAY şunları ifade etti:

Osman ATALAY:

Ortadoğu’daki Halk Ayaklanmaları "Müslüman kimlikli" bir toplumsal öfke isyanıdır!

“Öncelikli olarak şunu çok net söylemeliyim ki Arap coğrafyasında meydana gelen ayaklanmalar, bölge halkının kendi tarihsel birikim ve dinamikleri ile yerel mücadele örneklerinden yola çıkarak başlattıkları Müslüman kimlik temelli bir ayaklanmadır. Hepinizin bildiği üzere hiç bir siyasi veyahut sosyal vakıa tek bir neden üzerinden anlatılamaz. Bölgede cereyan eden hadiseler de bundan bağımsız değildir. Fakat bu nedenlerin doğru okunabilmesi için bölgenin geçmişi iyi bilinmelidir. Ortadoğu halkları yetmiş yıldır diktatör, zalim, küresel batılı emperyalist güçlerin kukla idarecileri tarafından zulme uğramaktadırlar. Ortadoğu intifadasının çıkış kaynağının sadece Facebook ve Twitter gibi iletişim araçlarına veyahut batılı güçlerin isteğine bağlamak, yetmiş yılı aşkın bir zamandır vukuu bulan katliamları, hapislerde çürütülmüş insanları, halkın yoksulluğunu ve hepsinden öte de onların adalet ve özgürlük arayışlarını inkar etmek ve yok saymak demektir. Dünden bugüne yaşananlar bize çok açık şekilde göstermiştir ki başkaldırılar tamamı ile yerel dinamiklerin şekillendirdiği bir harekettir. Ayrıca tetikleyici faktörler düşünüldüğünde sadece kendilerinin uğradığı baskılar değil, diğer İslam coğrafyalarında meydana gelen olaylarda etkili olmuştur. Kardeş coğrafyalarda işlenen cinayetler otuz-kırk yıl boyunca dünya medyasının gündeminde oldu ve bu durum Ortadoğu ve Arap gençliği üzerinde psikolojik, siyasi etkiler meydana getirdi. Ve daha bunlar gibi çokça bölgeye dair nedenler sıralanabilirken, bunlar arasında hiç bir zaman küresel düzeyde pazarlanan sebepler yer al-a-maz. Ayaklanmalar hala Batılı-Oryantalist Ortadoğulu yazarların çeviri makaleleri ile yorumlanmaktadır. Bundan dolayı büyük bir kafa karışıklığı meydana getirilmektedir. Derin ve yerel bilgi kaynaklarımız özgün olmadığı için bugün Ortadoğu’daki ayaklanmaları bir iki ülke istihbarat kanallarının dezenformasyonları ile gazetelere servis edilen bilgilerle okumaya çalışıyoruz. Bence bu önemli bir neden. Diğer taraftan dış faktör olarak çokça dillendirilen emperyalist güçler, gelişen olaylar karşısında şaşkınlık içindedirler. Şu an emperyalistlerin yapmaya çalıştıkları şey tam olarak nedir diye sorulduğunda, diyebilirim ki isyan sonrası diktatörlerin yerine gelecek yönetimleri tanıma, onlarla işbirliği yapma çabası ve arzusu içerisinde olduklarıdır. Biz Müslümanların tüm bu olan bitenleri çok dikkatli izleyerek kardeşleri ile aralarındaki hukuka halel gelecek yorumlama ve ilişkilerden kaçınması gerekir. Yine biz Müslümanlar olarak Ortadoğu’da yaşanan bugün ki "Müslüman kimlikli toplumsal öfke isyanını" bir Müslüman Arap uyanışının işareti olarak görmeliyiz. Bu başkaldırılar yine bu toprakların çocukları tarafından gerçekleşmektedir ve tamamı ile yerli bir isyan, yani özgürlüğün ve adaletin talebidir.”

Turan KIŞLAKÇI:

Arapları Yeşilçam filmlerinden tanımak!

“İslami hareketlerin konumları ve bölgenin ayrıştırıcı özelliklerine geçmeden önce Müslüman kardeşlerimizin başlatmış oldukları haklı isyanın her geçen gün Allah’ın izni ile onların lehinde gelişme gösterdiğini bilmenizi isterim. Buna bir örnek olsun diye bir-iki ay önce Kaddafi’nin halka hitaben; “bunlar sıçan, bunlar köstebektir” dediğini ve daha birkaç gün önce de zelil bir şekilde lağım çukurunda yakalandığını hatırlamanızı isterim. Bunlar oldukça düşündürücü şeyler… Bizler Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da ve diğer İslam coğrafyalarında Müslümanlara neler yapıldığını çok iyi biliyoruz. Hepimiz “Zindan Hatıraları” kitabı ile Müslüman hanımlara, “İşkence Günlüğü” kitabı ile de Müslüman erkeklerin maruz kaldıkları insanlık dışı muameleyi hangi düzeyde olduğunu çok iyi biliyor ve halkın tepkisinin nedenlerini anlayabiliyoruz. Şöyle geriye dönüp bir baktığımızda altmışlı yılların sonlarından bugüne yüz binden fazla Müslüman âlim-aydın ve entelektüel öldürüldü. Bunların içinde Müslümanlara yeni bir ufuk açma çabası için kitap yazanların sayısı on bin dolaylarındadır. Öldürülen halktan insanların sayısı da iki milyon civarındadır. Hiçbir gerekçe olmaksızın, keyfi uygulamalarla otuz-kırk yıldır hapislerde bulunanların sayısını ise henüz bilen yok. Devrimlerle beraber cezaevlerindeki Müslümanlar özgürlüklerine kavuşma fırsatı buldular. Devrimler hiçbir açıdan faydalı olarak okunma becerisi gösterilmese bile; bu, tek başına yeterli bir sebep olabilir. Diğer taraftan bugüne kadar sindirilerek mahrum kalınan birçok hak tekrar geri alınmaya başlandı. Örgütlü olmakla birlikte baskılardan ötürü kitle ile buluşma şansı olmayan İslami hareketler, devrimlerin ardında doğrudan halkın sahipdarlığı ile karşılaştı. Mesela Tunus’taki başörtü yasağı öncesinde minimum düzeyde olan başörtülü sayısı, devrim sonrası yüzde iki yüz düzeyinde artarak kitlesel tepkinin asıl nedeni ortaya kondu.

Arap coğrafyasının geçmişini Fransız devriminden itibaren başlayarak incelediğimizde, batılı emperyalist güçlerin ihata savaşına karşı oldukça dirençli bir duruş sergilediklerini görmekteyiz. Örneğin Cezayir’de; Abdulkadir Cezayiri – Libya’da; Ömer Muhtar – Sudan’da; Mehdi hareketi – Mısır’da entelektüel düzeyde olmakla birlikte Muhammed Abduh ve Reşid Rıza vb. direniş hareketlerini sayabiliriz. Bu direnişler birinci dünya savaşı galiplerinin işgali ile sonuçlandığında, galipler olan Fransız ve İngiltere ellerine cetvel alarak bölgeyi kendi aralarında paylaştırmışlardır. Bu cetvel örneği bir ironi değil tam olarak yaşanmış bir gerçektir. Churchill komutasında, kırk haramiler olarak bilinen bir ekiple bugünkü Arap coğrafyasını bölüştürüp yeniden isimlendirilmiştir. Mesela Suriye-Irak-Lübnan-Ürdün-Libya ve İsrail bizzat bu ekip tarafından verilmiş isimlerdir. Yerli halk her ne kadar bu isimlere karşı mücadele etmeyi tercih etmişse de ikinci dünya harbinden sonra kanıksama yolunu tercih etmişlerdir. İkinci dünya savaşı sonrası emperyalist dengeler değişmiş fakat bölgenin kaderi ayn-i ile kalmıştır. Altmış ve yetmişli yıllarda baş gösteren milliyetçi darbeler ve totaliter yönetimler altında Arap halkları bugüne kadar korku ve sindirme yöntemi ile getirilmişlerdir.

Arap dünyası denildiğinde insanların kafalarında şekillenen şeyler maalesef herhangi bir gerçekliğe dayanmayan, alakasız güdük şeylerden ibarettir. Bugün Türkiye’de Arap denilince ya Kemal Sunal’ın filmlerinde akıllarda kalan eğreti figüranlar veyahut bir resmi tarih saptırması olan Araplar bizi arkadan vurdu gibi verili şartlanmışlıklar hatırlanmaktadır. Bir olguyu ele alacaksak eğer önce onun kendi varlığı hakkında gerçek bilgilere sahip olmak zorundayız. Arap dünyası veyahut baharı derken önce Arap dünyasının sosyal-siyasal-kültürel ve fiziki yapısı hakkında az da olsa bir şeyler bilmemiz gerekir. Çok derinlemesine detaya girmeden bölge ve halkları hakkında bir değerlendirme yapmamız gerekirse şunları söylemek mümkündür. Arap coğrafyasını dörde ayırabiliriz:

1 – ARAP YARIMADASI: Körfez bölgesi olarak ta anılan, sınırları içinde; Bahreyn – Katar – Dubai – Abudai - Birleşik Arap Emirlikleri – Umman – Kuveyt – Katar - Suudi Arabistan gibi ülkeleri barındıran bölgedir. En dikkat çekici özelliği halkının yüzde yetmişinin Müslüman olmayışıdır. Çoğu Filipin – Hindistan - Bangladeş ve Pakistan’dan getirilen insanlardan oluşmaktadır. Mesela Bahreyn’in nüfusu dokuz yüz bindir. Ancak bunun sadece dört yüz bini Araplardan oluşmaktadır. Başka bir körfez ülkesi olan Katarın nüfusu bir buçuk milyonu aşkınken bunun sadece dört yüz bini Araplardan oluşmaktadır ve bunlarda zaten çoğunlukla akrabadırlar. Geçim kaynakları Arapların tümü ile özdeş olan ama aslında sadece Körfez ülkelerinin beslendikleri petrol ve doğalgazdır.

2 – MEŞRİK’UL ARAB: Bereketli hilal veyahut Bilad’u-ş Şam olarak ta anılan bu bölgede Irak – Suriye – Ürdün – Filistin - Lübnan ve bugün Filistin toprakları üzerine işgal halde bulunan İsrail yer almaktadır. Bu bölgenin insanları körfez bölgesinin aksine beyaz tenlidirler. Ekonomi doğalgaz ve petrol ile değil ticaret ve kendi çalışmalarına endekslidir. Yine körfez bölgesinin aksine halkının çok büyük bir çoğunluğu yerlidir.

3 – MAĞRİB’UL ARAB: Arap batısı anlamına gelen bu bölge sınırları içinde Libya – Tunus - Cezayir ve Fas bulunmaktadır. Bölgenin en belirgin özelliği sonradan müslümanlaşmış ve Araplaşmış bir nüfusa sahip olmasıdır. Berberiler oldukça ağırlıktadırlar.

4 – AFRO – ARAB: Bu bölgede ise siyahi ama Arapça konuşan topluluklar vardır. Sınırları Sudan – Somali – Cibuti – Moritanya’yı kapsamaktadır.

Bölge ülkeleri ve halkların kategorizasyonunda adı anılmayan ülke olarak Mısır ise coğrafi konumu ve sosyal yapısı itibari ile denilebilir ki bu dört bölgenin orta yerinde bir yere aittir. Görüldüğü üzere Araplar veyahut Arap dünyası derken dört ayrı ve birbirinden oldukça farklı koskoca bir coğrafyadan bahsediyoruz. Her birinin devlet yapıları diğerinden ayrıdır. Bölgenin bir tarafında krallıklar varken diğer tarafta parlamento vardır. Krallıklar aile iktidarları şeklinde bir siyasi yapı arz ederken, cumhuriyetler ise daha parti etrafında kurulmuş katı totaliter bir siyasi yapıya sahiptirler. Bölgenin siyasi yapısı dikkatlice okumaya tabi tutulduğunda görülecektir ki, çatışmaların devam ettiği ülkeler aile iktidarlarının olduğu yerlerdir. Ailenin iktidarın tümüne sahip olduğu ülkelerde ordu zayıf bir konumda olmakta bunun yanında ise istihbarat örgütleri oldukça kuvvetlidirler. İstihbarat örgütlerinin güçlü olduğu ülkeler başında Suriye ve Libya gelirken, ordunun güçlü olduğu ve parti çatısı altında iktidarın ele geçirildiği ülkelere de Mısır ve Tunus örnek verilebilir.

Suriye’de on iki tane oldukça güçlü istihbarat örgütü bulunmakta ve bunların hemen hepsi tek merkezden kontrol edilmektedir. Yine Yemen’de de yedi tane istihbarat örgütü bulunmakta ve çoğu Salih-i ailesinin kontrolündedir. Ve yine hatırlarsanız Libya da bu istihbarat örgütlerinin ateşi altında yanan ülkelerden biri idi. Ordunun avcı tüfekleri ile donatılacak kadar güçlü bırakıldığı Libya’da, Kaddafi’nin her oğlundan birinin başında bulunduğu, adına "ketaip" denilen istihbarat örgütleri ise son teknolojik araçlarla donatılmışlardı. Ayrıca Kaddafi’nin on dokuz – yirmi dört yaş arası bekâr kızlardan oluşturduğu birliğini de hatırlamalıyız. Diğer yandan Cezayir’de ordu daha güçlüdür ve iktidarı elinde tutanlar politikalarını ordu eli ile yapmaktadırlar.

Ortadoğu’daki İslami Hareketler

İslam coğrafyasındaki İslami hareketleri değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda onları iki grup içinde ayırmak mümkündür. Bunlardan biri İhvan merkezli diğeri de Selef kaynaklı hareketlerdir. İhvan kendi içinde siyasi-davetçi ve selefi kanatlar olarak ayrılırken, Selefi düşünce ise içinde devletçi, ant-i politik/a'cılar ve cihadçı kanatlardır. Cihadçı kanatlarda kendi içinde el-Kaide tarafı ve kendi ülkelerinde mücadele süren bağımsızlar olarak alt kollara ayrılmaktadırlar.

İhvan genel anlamı ile bölgenin en etkin ve aktif İslami hareket çatısıdır. Örneğin Yemen – Ürdün – Mısır – Yemen – Tunus gibi ülkelerdeki en güçlü muhalefeti temsil ederler. İhvanın ardından muhalefette, ülkelere göre farklılık arz etmekle birlikte selefiler ve tasavvufçular gelmektedir. Mesela Suriye’de selefiler nerdeyse yok gibidirler. Ama Körfez ülkelerin neredeyse tamamında Selefiler hakimdir. Körfez ülkelerde ki muhalefeti temsil eden Selefiler ikiye ayrılmaktadırlar. Bunlardan ilki devletçi olarak bilinen ve ekonomik güçleri iyi olup propaganda araçlarına hâkim olan, fakat sayıca az olan gruptur. Diğer muhalif Selefiler ise sayıca oldukça fazla olup ekonomik güçleri zayıf olan, devletin politikalarını beğenmeyen, İhvana yakın ama Selefi düşüncenin hakim olduğu gruptur. Meşrik’ul Arap bölgesi dediğimiz Irak – Suriye – Ürdün - Filistin bölgelerinde de ihvan en güçlü muhalefeti temsil etmektedir. Genel anlamı ile muhalefetteki liberaller – laikler – demokratların hepsini toplasanız bile kıyasa gelmeyecek bir azınlığa tekabül ederler.”

Rıdvan KAYA:

Emperyalist güçler kâğıttan kaplan değillerse bile Kadir-i Mutlak HİÇ değillerdir!

Batılı güçlerin bilindik bir taktik olarak yaydıkları yalan haberler ile önce zihinleri kirletip sonra kalplere nasıl hakim olduklarına örnek olarak; 11 Eylül sonrası bir grup akademisyenin Ortadoğu’da olacaklar ve olması gerekenler hakkında sundukları "hayali bir rapordan" alıntı yaparak sözlerine başlayan Rıdvan KAYA; kurgulanmış zulmün karşısında Müslümanlar olarak nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini "ilkelerimiz bağlamında" şu sözler ile ifade etti: “Ortadoğu’da gerçekleşen ayaklanmalarda batının rolünden önce, vakıa hakkında bize sunulan bilginin nasıllığı üzerinde durmakta yarar var. Bugün kamuoyunda seslendirilen yorumların büyük bir çoğunluğu kafa karışıklığını artırmaktan ve olacaklara bütünü ile kuşkucu yaklaşmayı sağlamanın ötesine geçmemektedir. Çokça gördüğümüz üzere halk iradesini ilgilendiren herhangi bir olay cereyan ettiğinde konu hakkında insanları bilgilendirmeyi kendine iş edinmiş akademisyen, teorisyen ve yazarlar, ilk olarak o iradeyi görmezden gelerek, hangi ustalıkla yaptıklarını anlamanın bir hayli güç olduğu bir teslimiyetçilikle, olan biteni mutlak güç konumuna yükselttikleri emperyalistlerle ilişkilendirmektedirler. Buna göre dün olan ve bugün olacak olanın hepsini emperyalist güçler planlıyor, düzenliyor ve zaman içinde sekteye uğramaksızın işleme sokmaktadırlar. Süper güçlerin dışında kalan her ne varsa birer figüran oluşunu değişmez bir amentü gibi okumaktadırlar. Bu yolla seslerini duyurdukları insanların düşüncelerini zehirledikleri gibi olası bir tavır veyahut tepki verişin önüne de "süper güç-lü" şüphe tohumları ekmektedirler. Böylesi bir yaklaşımı kabullenmek biz Müslümanların itikadına aykırıdır. Aynı zamanda gaybın bilinebilirliğini de muktedirlerin yetkisine vermek anlamına gelir. Biz Müslüman’ız ve Kadir-i Mutlak olanın emperyalist güçler değil ALLAH olduğunu hiç bir zaman unutmamalıyız. Dolayısı ile hayali senaryolarla, komplo teorileri ile kafalarımızın karışması ve yapmamız gerekenlerden beri durmamızın bir anlamı yok. Halklarında bir iradesi olduğuna inanmamız lazım. Geçmiş tarihlerde halkların, kendi iradeleri ile birçok şeyler değiştirdiğini hepimiz biliyoruz. Bugünde olamayacağını kimse söyleyemez. Kaldı ki bunu bu şekilde düşünmemek halkların iradesini görmezden gelmekten ziyade, insan teki olarak kendi irademizi yok saymak anlamına gelir.

Müslümanlar olarak değerlendirdiğimiz olayları soğukkanlı ve karamsarlıktan uzak bir şekilde yapmak zorundayız. Rabbimizin izni ile bir şeylerin değişebileceğine olan imanımızın her an farkında olmalıyız.

Bugün Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler bizim uzun zamandır beklediğimiz şey değil miydi? Biz değil miydik iki yüz yılı aşkın süredir devam eden sömürgenin ortadan kalkmasını önceleyen? Bugün istediğimiz atalet ortadan kalkmış ve halklar dinamizme kavuşmuşlardır.

Bölge halkının birbiri ardınca ayağa kalkışının arkasında ısrarla dış sebepler aramanın bir anlamı yoktur. Eğer illaki bir neden aranacaksa bu şimdiye değin varlığı zaten bilinen ama mevcut iktidarlar tarafından sürekli olarak bastırılan örgütlü muhalefete, halkın da katılmış olmasıdır. Halkın korku duvarını aşması sonucunda çabucak yaygınlaşan bir hareketlenme demek, en doğrusudur. Bunun yanında tepkileri sadece yoksulluk-işsizlik-vd. gibi sosyo-ekonomik nedenlere bağlamak ta çok gerçekçi değildir. İşin temelinde belirleyici olarak zalim işbirlikçi diktatörlere karşı Müslüman halkın “artık yeter” demesi yatmaktadır. Kaldı ki yaşananları sadece sosyo-ekonomik düzlemde ele alırsak Suriye-Tunus-Libya gibi ülkeleri nasıl izah edebiliriz ki? Başkaldırının asıl nedeni olarak, çürümüş-kokuşmuş zalim siyasi erke karşı vurulmuş bir tokat olarak görmeliyiz.

Statüko Değişimi Kimin Lehinedir?

Şunu tekrar edelim ki her olayın arkasında harici bir neden aramak bizleri çok sağlıklı bir yere vardırmaz. Bu durumlarda öncelikle şöyle bir soru sormalıyız; statükonun değişmesi, mevcut rejimin ortadan kalkması kimin lehinedir? Şimdi herkes bir takım yorumlardan, hayali senaryolardan yola çıkarak, Amerika, İsrail ve diğer batılı ülkelerin bu durumdan karlı çıktığını ve yönlendirmelerde bulunduğunu iddia etmektedirler. Bu doğru değil. Yani Fransa’nın Tunus tutumundan yola çıkarak şöyle bir zihin tazeleyelim: Fransa Tunus’taki rejim yıkılmasın diye son ana kadar elinden gelen her şeyi yaptı. Fakat başarılı olamadığını fark ettiği andan itibaren taktik değiştirerek geriden izlemeye başladı. Yine başka bir örnek olarak Amerika’yı hatırlayalım: Mübarek’in devrilmesinin ardından Obama ve Clinton başta olmak üzere yapılan halk yanlısı değerlendirmeleri hareketlenme ile ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Oysa bunun doğru olmadığını ABD’nin Mısır’ı beslediği on yıllardan, açtığı sınırsız kredi ve destekten çok iyi biliyoruz. Fakat bugün gelişmeler karşısında artık eskisi gibi koruma ve kollamanın kendisine bir yarar sağlayamayacağını fark ettiğinde politik manevranın göstergesi olarak bizde zaten rejim değişikliğini istiyorduk gibi yalan açıklamalarda yapmaya başladılar. Şimdi biz ABD’nin güya halkın yanındaymış gibi görünen açıklamalarından yola çıkarak onun rejim değişikliği istediği anlamını mı çıkarmalıyız? Elbette ki hayır. Ayrıca bütün dünya, emperyalistlerin demokrasi derken neyi kast ettiklerini çok iyi bilmektedir. Mesela Gazze’nin 2006’da Hamas’ın eline geçmesinin ardından başına gelenler, batılı güçlerin demokrasi derken kast ettikleri şeyi anlamak için çok iyi bir örnektir. Bunun gibi ve daha çokça verebileceğimiz örneklerden yola çıkarak diyebiliriz ki Ortadoğu’nun Müslüman halkının söz sahibi olması asla statükonun istediği bir şey değildir. Batılı emperyalistlerin halkın iradesini kabul edebilecekleri tek şekil varsa o da kendi çıkarlarına uygun bir düzeyde olmalarıdır. Ama yine şunu da çok iyi biliyoruz ki Müslüman halklar hiçbir zaman batılı güçlerin istedikleri politikaları benimsemediler ve talep de etmediler. Emperyalist güçler de bunu çok iyi bildikleri için yoğun bir dezenformasyon ve saptırma çalışması içine girmişlerdir. Bundan dolayıdır ki batılı güçler ve onların yeni politikaları söz konusu olduğunda söylediklerine değil yaptıklarına bakmamız gereklidir. Bu bakış gereğince yapıldığında şunu da rahatlıkla görebiliriz ki; Ortadoğu intifadaları sadece ve sadece bizim lehimize olan bir gelişmedir ve bunun herhangi bir müdahale ve komplekse kurban gitmesine kati suretle izin vermemeliyiz.

Peki statüko değişince ne olacak? Acaba her şey bir iyi niyet temennisi ile idealize ettiğimiz çerçevede mi gelişecek yoksa eskinin bir devamı olarak daha modern bir zalimlikle mi devam edecek? Şunu söylemeliyim ki özgürleşme dediğimiz şey bir süreçtir. Şu an gerçekleşen başkaldırılar bu sürecin bir gereğidir. Eğer aynı kararlılık ve kompleks ve korkulardan arındırılmış bir farkındalık ile devam ettirilirse o zaman bizim özlem duyduğumuz boyuta kavuşabilir. Şimdi yaşananlar korku duvarının yıkılabildiğini ispat etmektir. İnşallah bunun öteki merhaleleri olarak ta adalet ve özgürlük taleplerinin öncelendiği ve belirleyici olduğu bir süreçle devam edecektir. Bu noktada bizim hiçbir yönlendirmeye takılmaksızın kardeşlerimize desteğimizi sunmalı ve dualarımızı kuşanarak her zaman yanlarında olduğumuzu bütün yönleri ile ortaya koymamız icap etmektedir.”

Haber: Abdurrahman YILDIRIM

Fotoğraflar: Fatih ÖZÇETİN

HAKSÖZ-HABER

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Suriye devrimi ve Gazze konuşuldu
"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi