Ortadoğuda Yeni Haritalar... -2

Ayşe Hür

20'nci yüzyılın başlarında Filistin'de, Hayfa, Akka, Taberiye illerini kapsayan kuzey bölgesi dışındaki 22 bin kilometrekarelik alan Kudüs-i Şerif adıyla bağımsız bir eyaletti. Sınırları Şeria Irmağı'ndan Lut Gölü'ne, Akdeniz' den El-Ariş'in doğusu ve Akabe Körfezi'ne kadar uzanan bölge, siyasi açıdan Osmanlı idaresindeydi.
Osmanlıların 1878'deki sayımlarına göre bölgede 462 bin 465 Müslüman Türk, 403 bin 795 Müslüman Arap ve Dürzi, 43 bin 659 Hıristiyan ve 15 bin 11 Yahudi yaşıyordu. Ülkeye Avrupa'dan henüz göç eden 10 bin Yahudi de yabancı ülke vatandaşı olarak kaydedilmişti. Bedevi Araplardan söz edilmiyordu.
Siyonizm Araplar
I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı'nın durumu, Siyonistlerle Arap milliyetçilerine büyük cesaret vermişti. Siyonistler, Avrupalı büyük devletlerden Yahudi göçüne destek istiyor ve Filistin'de egemen bir devlet kurmayı umuyor; Arap milliyetçilerinin herbiri kendi bağımsız devletlerini kurmayı arzuluyordu.
Nüfus dağılımına göre 1914'te durum Siyonist argümanlara uygun değildi. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, özellikle Doğu Avrupa'dan başlayan göçle Filistin'deki Yahudi nüfusu 1914'te 80 bine çıktı. Arap nüfusu 650 bin civarındaydı. Nüfusun yüzde 12'sini oluşturan Yahudileri devlet çatısı altında toplamak çok uzak bir hayal gibiydi.
'Yahudilerin anavatanı Filistin'e dönüş' fikri ilk olarak Theodor Herzl'in 1896 tarihli 'İsrail Devleti: Musevi Sorununa Çözüm İçin Girişim' kitabında
işlenmiş, ilk Siyonist Kongresi de 1897'de İsviçre'de toplanmıştı. Kongrede geliştirilen kimi fikirler, örneğin Kıbrıs'ın veya Sina Yarımadası'nın Yahudi yerleşimine açılmasını İngilizler benimsemedi. Siyonist lider E. Weizman, Ortaoğu haritasının bölge halklarının değil, büyük devletlerce çizilebileceğini en erken fark eden isimdi. Yahudi kuruluşlarının stratejik yaklaşımıyla İngilizlerin politik becerileri bir araya geldiğinde Ortadoğu'da 'Büyük Oyun'un ilk perdesi açılacaktı.
Balfour Deklarasyonu
İngiltere, 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu ile Siyonist politikalara angaje oldu. Dönemin Dışişleri Bakanı Balfour'un dahil olduğu liberal Asquith hükümeti, Yahudilerin Ortadoğu'daki varlıklarını kendi çıkarları için hayati sayıyordu. Muhalefetteki Lloyd George ve muhafazakârlar da İngilizlerin Filistin'de kontrolü Fransızlarla paylaşmasına karşıydı. Filistin, Süveyş Kanalı'na yakınlığıyla son derece stratejikti. Lloyd George iktidara geçince, Mart 1917'de Sykes-Picot Antlaşması'nı feshetti.
Siyonistlere, bölgede İngilizlerin en önemli müttefiki gözüyle bakılıyordu.
İngilizler, Yahudi lobilerinin etkisiyle ABD'nin İtilaf Devletlerinin yanında savaşa girmesini sağlamayı da umuyordu. Parlamentoda, 'İngilizler Yahudileri desteklemezse, bu işi Almanların seve seve yapacağı' kulaklara fısıldanıyordu.
Rothschild mektubu
Görüşmeleri, Balfour ve medyayla çok sıcak ilişkileri olan E. Weizman yürüttü. Balfour'un, Yahudi parlamenter Lord Rothschild'e yazdığı 2 Kasım 1917 tarihli mektup:
"Majestelerinin hükümeti, Filistin'in Yahudilerin vatanı olarak benimsenmesini hoşnutla karşıladığını ve bu amaç uğruna elinden gelen çabayı göstereceğini ifade eder. Şu anlaşılmıştır ki, Filistin'de yaşayan Yahudi olmayan halkın ve diğer ülkelerde yaşayan Yahudi nüfusunun sivil ve dinsel haklarıyla siyasi statülerini haksızlığa uğratacak hiçbir davranışta bulunulmayacaktır."
Balfour Deklarasyonu'ndan beş hafta sonra General Sir Edmund Allenby komutasındaki İngiliz birlikleri Kudüs'ü Osmanlılardan aldı. Osmanlılar için büyük prestij kaybı söz konusuydu. Bunu Osmanlı birliklerinin Suriye cephelerindeki yenilgisi izledi. Artık sonun başlangıcı gelmişti. 31 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'yle tüm Filistin, İngiliz kontrolüne bırakıldı. Böylece 100 yıl sürecek bir sorunun ilk işareti de verilmişti.


 

İsrail'in kuruluşuna doğru
İngiltere'nin Filistin'de manda yönetimi kurmasını takip eden ilk yıllarda Filistin nispeten sakin bir dönem geçirdi. 1923-1929 arasında Musevi göçünde önemli bir düşüş görüldü, ancak Almanya'da 1930'lardan itibaren Nazizmin gelişmesine paralel olarak Filistin'e yerleşen göçmen sayısı 1930 yılında 4 bin, 1933'te 30 bin, 1935'te ise 62 bine, ulaştı. 2. Dünya Savaşı'nın sonunda ABD Başkanı Henry Truman, İngiltere'ye başvurarak 100 bin Yahudi'nin 'derhal' Filistin'e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etmiş, konu 1947'de İngiltere tarafından Birleşmiş Milletler'e götürülmüştü.
ABD'nin ve Yahudi lobilerinin baskısı altındaki Birleşmiş Milletler, Kasım 1947'de Filistin'in Arap ve İsrail devleti olarak bölünmesini ve Kudüs'e uluslararası statü verilmesini kabul etti. 14 Mayıs 1948 tarihinde İngiliz Yüksek Komiseri'nin Filistin'den ayrılarak manda yönetiminin resmen sona ermesini takiben israil Devleti'nin kuruluşu açıklandı. Filistin topraklarında bu tarihte yaklaşık 1 milyon 269 Arap ve 608 bin Yahudi yaşamaktaydı. Yeni kurulan İsrail Devleti ilk savaşını Ürdün, Suriye, Irak ve Mısır ile yaptı. Mayıs 1948 tarihinde başlayan ve Ocak 1949 tarihinde sona eren savaşın bitiminde Gazze Şeridi hariç tüm Necef, Galile Gölü ile Kudüs şehrinin batı kesimi, İsrail'in hâkimiyetine geçmişti. Belirtilen kesimlerde yaşayan yaklaşık 750 bin Filistinli Arap, Şeria (Ürdün) Nehri'nin batısındaki ve Gazze Şeridi'ndeki bölgelere göç etmek zorunda kalarak günümüze kadar sürecek bir trajedinin kurbanı oldular.


 

Ürdün Emirliği yaratılıyor
İngilizler, Emir Abdullah'ın hâkim olduğu topraklarda çıkarlarına uygun bir devlet yaratma projesini adım adım uyguladı. Ürdün, 1939'da İngiliz mandasından çıktı. Devlet son şeklini 1950'de alacaktı.
Osmanlı'nın Suriye eyaletine bağlı Filistin bölgesinde, 16. yüzyıldan Napolyon'un 1798-1801 arasındaki seferine dek ciddi bir sorun yaşanmamıştı.
Osmanlı, bu tarihten itibaren büyük devletlerin ilgi alanına giren bölgenin Mavera-yı Ürdün (Trans-Ürdün) denilen kesimine başta Çerkesler olmak üzere Kafkas kökenli bir nüfusu iskân etme yoluna gitti. Ardından bölge ciddi bir Yahudi göçü aldı.
Yahudilere ülke yaratma projesinin zirvesini oluşturan Balfour Deklarasyonu
ve 1920'da İtalya'da toplanan San Remo Konferansı sonunda Filistin'in,
'Yahudiler için bir yurt haline getirilmesi' projesine karşı çıkan Emir Abdullah, Ürdün bölgesini işgal etmiş ve Fransız egemenliğindeki Suriye'ye saldırmaya kalkmıştı. İngiltere araya girdi ve Abdullah, Mavera-yı Ürdün'ün başına geldi. İngiltere, yeni Yahudi oluşumunun kefaretini ödüyordu.
1921'de Ürdün Emirliği'nde yaşayan 400 bin kişinin yüzde 20'si, nüfusları en fazla 30 bin kişilik dört kentte meskûndü. Ülkede tam bir Bedevi hâkimiyeti yaşanıyordu. Buradan modern bir devlet yaratma gayretine giren
İngilizler savunma, finans ve dış politikayı, Emir Abdullah ise içişlerini yönetiyordu.
Bedevi güçlere karşı denge kurmak için Arapların 'Peake Paşa' diye andığı F. G. Peake adlı bir İngiliz memurun gözetiminde polis gücü kurulmuştu. 1923'te İngiltere ülkeyi bağımsızlığa hazırlanan bir milli devlet olarak kabul etti.
1926'da Vadi Musa ile Petra arasındaki bölgede kabile gerginlikleri çıkınca
İngiltere, Abdullah'a, 'sınır kuvvetleri' kurma iznini verdi. Bağımsızlık yolu belirginleşmişti.
1927'de bölge Filistin mandasından ayrı bir yapı olarak tanındı, 1939'da ise İngiliz Manda Konseyi yerini temsili nitelikte bir hükümete bıraktı. Böylece İngiltere bölgede kendisine sadık bir ülke imal etme projesinin son adımını atmıştı.
Bağımsızlık
2. Dünya Savaşı'na girilirken İngilizlerle Ürdün arasında ilişkiler çok sıkıydı. Ancak savaş yıllarında Kral Abdullah'ın 'Büyük Suriye' düşünden vazgeçmediği görülecek ve Abdullah 1945'te oluşturulan Arap Ligi'nde yer alacaktı. 1946'da BM üyeliği önce Rusya'nın vetosu ile engellendi. Rusya, ülkenin İngiltere'den tam kopamadığı fikrindeydi. 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı sırasında Ürdün kuvvetlerince ele geçirilen Batı Şeria, 1950'de resmen Ürdün'e bağlandıktan sonra devlet son şeklini almış oldu.
Irak kralı Faysal'ın 'beceriksiz' denilen kardeşi, Haşimi ailesinin büyük düşünü gerçekleştirmişti.

RADİKAL