Asım Öz/Haksözhaber
Bağlılarınca ve sevenlerince İslam'ın ahlak ve maneviyat boyutu olarak anılan tasavvuf, Müslümanların kültürel tarihinde farklı tartışmalara sebep olmuş bir konudur. Sadece kültürel tarihte değil Müslümanlaşma süreçlerinde de baskın bir yeri vardır. Sibirya'dan Yemen'e, Cezayir'den Hindistan'a kadar değişik coğrafyalarda etkili olan tasavvufi akımların, anlayışların kendi aralarında önemli farklılıklar taşıdıkları da bir başka gerçektir. Bundan dolayı tasavvufu sadece bir bağlılık biçimi yahut bilimsel bir disiplin olarak değil sosyolojik ve siyasi değişmeleri de kapsayacak biçimde ele almak gerekliliği vardır.
Kitapta ele alınıp tanıtılan eserler iki bölüme ayrılmış, birinci bölümde tasavvufî doktrin, öğreti, düşünce ve adap ikinci bölümde tasavvufî biyografi eserleri yani menâkıbnâmeler aynı zamanda birer tarih kaynağı olmaları sebebiyle incelenmiştir. Menkıbeler bahsinde Zeki Velidi Togan'ın Tarihte Usûl adlı eserinden yaptığı alıntı dikkat çekicidir: "Hıristiyan aleminde bu gibi menkıbeler Acta Sanctorum (Azizlere ait vesikalar) unvanı altında toplanarak neşredilmişlerdir. Bunlardan mesela 5-8 asırlarda hüküm süren Merowing kralları devrine ait hristiyan azizlerin menkıbeleri Monumenta Germanie (Alman târihi âbideleri) külliyatının ayrı bir şubesi sıfatıyla Scriptorum Rerum Merovingricarum unvanıyle müteaddit ciltler halinde neşredilmiştir. Bizde ise bu gibi menkıbelerin târih menbaı sıfatiyle kıymeti daha lâyıkıyle anlaşılmadığı için toplanmamışlardır."
Yazarın hayal gücünü katarak abartılı anlatımların da yer aldığı oldukça fazla eser yazılmış olmasının sebebini ortaya koymak noktasında Buhara'da Bahaeddin Nakşbend'er mürid olup bir süre tasavvufi eğitim alan Ya 'kûb Çerhî'nin Buhara'dan ayrılışı üzerine Nakşbend'in söylediği şu sözde bulmak mümkün: "Bizden aldıklarını, Allah Teâlâ'nın kullarına ulaştır, yanındaki insanları hitap ile, uzaktakileri kitap ile irşâd et." Bu yönüyle hem genel olarak tasavvuf hem de ilk dönemlerden bu yana Orta Asya'daki tasavvufi düşünceyi, kaynaklarını ve anlatımlarını derli toplu olarak sunan bir eserdir söz konusu çalışma.
Halin Hayali
Tasavvufun mahiyetine odaklanan ahlak ve adaba ağırlıklı yer veren eserlerin bir kısmı manzum bazıları mensurdur. Ahmet Yesevî, şeyhliği döneminde İslam ahlakının esaslarını Türkçe tasavvufi şiirler söyleyerek halka anlatmaya çalışmıştır. Biyografik olarak kaleme alınan ve zanni, abartılı rivayetlerin yoğun olduğu eserler Orta Asya'nın Müslümanlaşması sürecinde sufilerin rolü hakkında da ipuçları vermektedir. Yesevi'nin şiirlerinde bir zihniyet hali olarak tasavvufun şeriattan sonra gelmesi yönündeki vurgular yazılan şiirlerde dikkat çeker: "Her kim kılsa tarîkatını da'vasını,/ Evvel kadem şerîatga koymak kerek/ Şerîatnıng işlerini edâ kılıp/Andın songra bu da'vaânı kılmak kerek" Yani Tarikat yolunda olduğunu iddia eden kişinin önce şeriat yoluna girmesi, dini kurallara uyup ondan sonra sufilik iddiasında bulunması gerekir.
Mir 'âtü'l –kulûb yazarı Sufî Muhammed Dânişmend tasavvufun adap ve erkanına odaklansa da menkıbeler zikreder. O yüzden tasavvufi öğreti ile menkıbeler çoğu zaman içe içe geçer. Burada belki günümüze de ışık tutacak bir anlatım var: Halka dost olup halk ne isterse onu yapan şeyhler hakkında.
Ahmet Yesevi, müritlerine yol göstermekten aciz, dış görünüşlerini süsleyip müridden çok hırsa sahibi olan bu isimlerin içlerinin harap bir vaziyette olduğunu, küfür ve imanı farklı görmeyeceklerini belirtir. Uydurma rivayetler de doludur burada. Ruhların bedenlerden 4000 yıl önce yaratıldığını belirten rivayet bunlardan biridir. Yine Mollâ Muhammed Niyâzi'nin Hallac-ı Mansur'u anlatan Dâstân-ı Mansûr eserinde Hallac'ın idam edilip yakıldığı, küllerinin Şeyh Zünnûn tarafından nehre atıldığı, o küllerin köpük olarak su üzerinde dolaştığı, padişahın cariye ve kızlarından oluşan kırk kişilik bir grubun bu köpüklü sudan içerek hamile kaldığı ve bu kırk kızdan dünyaya gelen çocukların sonraları Kırgız diye adlandırıldığı, bu sebeple Kırgızlara hakaretin velilere hakaret olacağı ve velileri kızdıracağı anlatılır. Kitabın ikinci bölümü bu tarz rivayetler antolojisi olarak da okunabilir.
Dıştan ziyade içe odaklanan ve Batıni bir dile ağırlık veren tasavvufun anlaşılması noktasında Hoca İshâk b. İsmâil Ata'nın Hadîkatü'l ârifîn kitabında Bayezıd-i Bistami'den aktardığı şu rivayette önemli bir açılım sunar: "Kabe'ye ilk gidişimde sadece Beytullah'ı yani Allah'ın evini gördüm. İkinci gidişimde hem evi, hem de ev sahibini gördüm. Üçüncü ziyaretimde ise sadece ev sahibini gördüm evi göremedim."
Çöküş devrini andıran rivayetler de oldukça yoğundur. Eski dervişlerin işinin dua ve mücahede olduğu ana zamanındaki dervişlerin ihlas ve gayretten uzak olduklarını ifade eden Hoca İshâk müridin şeyhine hiç itiraz etmemesi gerektiğinin altını çizer. O adı anılan eserinde tasavvufun tanımını yaparak kendi zamanın kötülüğünü şöyle resmeder:" Tasavvuf nefsi öldürmek ve riyazettir. Tasavvuf eskiden hal idi şimdi hayal oldu.
Kitapta ele alınan çalışmaların birkaç önemli özelliği bulunmaktadır: İlki bu eserler doğrudan veya kısmen tasavvufla ilgilidir. İkinci olarak çoğu el yazması halindedir, bir kısmı ise bir asır önce taş baskı olarak yayınlanmıştır. Üçüncü olarak bu eserler Orta Asya Türkçesi ile yazılmıştır.
Ahmet Yesevî'den Rızaeddin Fahreddin gibi yakın zamanlı müelliflere kadar uzanan eserler yazılış tarihine göre eskiden yeniye doğru sıralanmaya çalışılmıştır. Eserlerin özellikle eski tarihli olanlarının ne kadarının bahsedilen müellife ait olduğu konusu bir sorun olarak varlığını korumaktadır. Örneğin Ahmet Yesevî'nin hikmet adı verilen şiirlerinin sonradan müritleri tarafından derlenerek Divân-ı Hikmet adıyla yazıldığını biliyoruz. Taşkent'te yer alan Özbekistan Fenleri Akademisi Biruni Şarkiyat Enstitüsü'nde Divân-ı Hikmet'in 175 adet el yazması vardır. Kazan 1836 baskısında 149 hikmet ve bir münacat olmak üzere 150 şiir, Kazan 1904 baskısında 151 hikmet ve bir münacat vardır. Hâkim Ata'ya nisbet edilen aslen bir derleme olan Bakırgan Kitabı'ndaki şiirlerin bir kısmı ona ait değildir.
Tarikatların kendi aralarındaki farklılıkları ve ayrışmaları delillendirme noktasındaki çabaları da dikkat çekici. On sekizinci asrın başlarında doğan ve bir asır kadar yaşayan Şeyh Hudâydâd tasavvufa ilişkin yazdığı eserlerde cehri zikir, raks ve semâ gibi Yesevîler'e ait ritüelleri savunma ve delillendirmeye çabalamıştır. Onun yaşadığı yıllarda Orta Asya'da Buhara merkezli Mangıt hanlarından Daniyal Atalık ve oğlu zamanında Nakşbendiyye-Müceddidiyye mensupları, siyasi otoriteden de destek alarak bu ritüellere karşı çok sert bir muhalefet göstermişlerdir. Hatta bu ritüeller siyasi otorite tarafından yasaklanmıştır. Şeyh Hudâydâd bu dönemde Yesevilerin uygulamalarının meşru olduğunu ispatlamak için fıkıh kitaplarından da yararlanarak ciddi bir polemik edebiyatı oluşturmuştur.
Tasavvufun pratik düzlemdeki yansımalarından biri olarak Salahaddin Sakıb'ın Doğu Türkistan'da bulunduğu yıllarda Fergana Vadisinin Ruslar tarafından işgaline direnen Basmacılık hareketine katılmış olmasıdır. Salahaddin Sakıb 1907 yılında dedesinin babası olan Hüveydâ'nın yazdığı Divân'ın Taşkent'teki masraflarını karşılar ve bu yıllarda muhtemelen hac yolculuğu için uğradığı İstanbul'da Süleyman Hilmi Tunahan'a icazet verir.
İbn Arabi ve Mevlana Yok
Orta Asya'da tasavvufun nasıl anlaşıldığını, nelerin tartışıldığını, hangi konuların daha çok öne çıktığını ortaya koyan eserde dikkat çekici noktalardan biri İbn Arabî'nin bu coğrafyada etkili olmamasıdır. Onun ünlü eseri Fusûsu'l-hikem üzerine Arapça, Osmanlıca ve Farsça birçok şerh yazılmış olmasına karşın Orta Asya Türkçesi ile tam bir tercümesinin veya şerhinin yapılmamış olması önemli bir konudur. Bu eserin ele alınması modern zamanlarda olmuştur. İşân-Can Muhammed Hocaoğlu'nun 1947'de yaptığı eksik bir tercüme ve Rızâeddin Fahreddin tarafından 1912 yılında kaleme alınan İbn-i Arabî adlı biyografik eser dışında İbn Arabî tasavvufunun Orta Asya'da herhangi bir etkisinin olmadığı belirtilebilir. Bir havas/seçkinci telakkisi olarak İbn Arabi tarzı tasavvufun bunda etkili olduğunu belirten yazar bu konuda şunları ifade ediyor: "(..) bu durum İbn'ül Arabî'nin Orta Asya'da etkili olmadığı şeklinde algılanmamalıdır. Çünkü Orta Asyalı sûfîler onun Fusûsu'l-hikem isimli eserine Farsça olarak şerh yazmışlar ya da Arapça-Farsça eserlerinde İbn'ül Arabî'nin görüşlerini terennüm etmişlerdir. Bu görüşleri Türkçe eserlerde pek dile getirmemeleri, Orta Asya Türkçesi'nin yüksek irfâni konuları ifade etmede yetersiz kalacağı konusunda endişe duymaları olabileceği gibi, eğitim seviyesi düşük halk arasında okunup yanlış anlaşılması kaygısından da kaynaklanmış olabilir."
Öte yandan Mevlana'ın Mesnevi'sinin de tıpkı Fusûsu'l-hikem gibi Orta Asya Türkçesi ile tam bir tercümesinin veya şerhinin yapılmamış olması da önemli bir noktadır. Mesnevi tesiriyle yazılan Mebde-i Nûr ve Mesnevî-yi Harabâtî gibi eserler hariç tutulursa Mesnevi'nin ilk tam tercümesinin ikibinli yıllarda gerçekleşmiştir. Buna karşın İmam-ı Rabbani adıyla bilinen Şeyh Ahmed Sirhindi'nin Mektûbât'ı çevrilmiştir.
Ondokuzuncu yüzyılda Hîve hanlarından özellikle II Muhammed Rahim Han'ın (1864-1910) yılları arasında tasavvufi eserleri Türkçeye çevirme konusuna özel bir önem vermesi de çeviri ve patronaj konusu bakımından üzerinde durması gereken bir veridir. Onun zamanında Kimyâ-ı Saâdet, Nefahâtü'l-üns, Dürrü'l-mecâlis ve Hazinetü'l-asfiyâ gibi eserler çevrilmiştir.
Ele aldığı konular ve muhtevasıyla bu çalışma, Orta Asya'nın dil, edebiyat, tarih ve kültürüne ilgi duyanlar için faydalı bir kaynak olacak, ayrıca Orta Asya tasavvuf tarihi araştırmalarına yeni bir pencere açacaktır.
Kuşkusuz gönül âleminin dili olarak kusurları çok olan tasavvufun bulanıklıklarının da fark edilmesini sağlayacaktır.
Necdet Tosun, Türkistan Dervişlerinden Yadigâr: Orta Asya Türkçesiyle Yazılmış Tasavvufî Eserler, İstanbul: İnsan Yayınları, 2011, 198 sayfa.