Örgütün lağvedilmesinin önündeki en büyük engel: Sürecin uzaması

YUNUS ÇOLAKOĞLU

İdlib’de başlayan ve Şam’daki ceberut yönetimin devrilmesi ile sonuçlanan süreç, Suriye’de ve bölgede farklı bir fiili durumun ortaya çıkmasına neden oldu. Aslında dışarıdan müdahale ile bölge sosyolojisine ve saha gerçeklerine aykırı düzen kurma ve sürdürme çabalarının iflasına şahitlik ediyoruz. Rusya ve İran’ın askeri desteği ve kitlesel katliamlarına rağmen Baas rejimi devrildi. PKK/PYD’nin muhalefet cephesine aslında hiç dahil olmadan Suriye topraklarının üçte birinde devasa bir askeri destekle tahkim edilmesi, gelinen noktada sürdürülebilir olmaktan çıktı. Baas rejiminin çöküşüne İran’dan ve siyasal mezhepçilerden sonra en fazla üzülenler ve demoralize olanlar PKK/PYD cenahı ile müzahir legal yapıları, PKK/PYD’nin Avrupa ve ABD’deki diasporası oldu diyebiliriz. 2013’ten sonra IŞİD’in alan kazanması bahanesi ile devasa bir ABD desteğiyle palazlanan örgüt, aslında sahada yeterli tabanı olmadığı halde birçok belde ve şehirde, ABD, Rusya ve İran’ın dolaylı desteği ile sahayı kontrol etti. İlginç olan ise otuza yakın koalisyon ülkesi IŞİD’e karşı örgütün desteğine ihtiyaç duyuyordu. İlk önce PKK/PYD ile çalışmayı reddeden, itaat etmeyen parti ve dernek temsilcileri katledildi, tutuklandı, şanslı olanlar Türkiye’ye ve Irak Kürdistan bölgesine kaçtı. Avrupa ülkelerine dahi kaçmak zorunda kalanlar oldu. Rojava olarak adlandırılan bölgelerden Türkiye’ye sığınan 400-450 bin Suriyeli Kürtün, sözde özerk bölgeye ısrarla dönmek istememesi tesis edilen yönetim tarzının niteliği hakkında net bir fikir veriyor. Oysa Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu kontrollündeki Afrin, Azez, Tel Abyad’da ciddi bir rehabilitasyon ve inşa faaliyeti ile ciddi bir dönüş başlamıştı. PYD/PKK kontrolündeki defakto yapıyı etnik ve ideolojik sakilerle savunanların yaşanan baskı ve zulümler hakkında bilgi sahibi olmamaları düşünülemez. Demokrasi, özgürlük, hukuk, insan hakları konusunda mangalda kül bırakmayan kesimler bu konularda asla konuşmaz ve eleştirilere de tahammül etmezler. Baas döneminde beş yüz bin Kürt nüfus vatandaş olarak kabul edilmedi, tapu ve kimlik sahibi olamadı. PYD’nin Esed’le kurduğu zımni ittifak da bu insanlık dışı uygulamalar da sorun teşkil etmedi. Rojava olarak adlandırılan bölgeye dönmek isteyen Kürtleri bekleyen ilk uygulama on üç-on dört yaşındaki kız ve erkek çocukların “zorunlu askerlik” adı altında zorla silah altına alınması oldu. Rakka ve Deyrizor gibi nüfusunun yüzde doksanı Arap olan şehirler ile buralardaki petrol sahaları da yine ABD tarafından, IŞİD sonrası bölgenin asıl sahiplerine verilmedi. PKK/PYD ile birlikte işletildi. Türkiye’nin güney sınırları boyunca, nüfusunun yüzde 55 -60’ı Kürtlerden oluşmamasına rağmen, ki Kürtlerin ezici çoğunluğu PYD’ye muhalif olduğu halde, liberal/kapitalist ABD ve Avrupa desteği ile bir tür PKK/PYD komünü tesis edildi. Yaklaşık on yıllık bu komünal sözde özerk yapının sahadaki yeni gerçeklikten sonra varlığını devam ettirmesi çok zor. Suriye yeni hükümetinin on üç yıl süren bir milyona yakın can kaybı, yaklaşık iki milyon yaralı ve on milyona yakın mülteci ile ulaştığı bu zafer sonrası kuzeydoğudaki bu yapının devam etmesine razı olmayacağı açık. Kaldı ki yerle bir edilmiş bir Suriye’nin nefes alabilmesi ve geleceğe umutla bakabilmesi için tarım arazileri ve petrol sahalarının olduğu şehirlerini bırakmayacağı malum. Bu meyanda  on üç yıl boyunca iktisadi ve sosyal olarak en büyük bedeli ödeyen ve Suriye muhalefetinin en büyük destekçisi Türkiye’nin tavrı da net olarak biliniyor.

SURİYE KÜRTLERİ AZINLIK DEĞİL ASLİ UNSUR

Suriye Kürtleri Suriye’nin azınlık bir topluluğu değil, Araplar, Türkmenler gibi önemli bir unsuru. Yeni yönetimin de bu doğrultuda bir tavır alacağı net olarak görülüyor. Ülkenin asli unsurlarından biri olarak yeni Suriye’de yer almak, yeni yönetim ile Türkiye arasındaki ilişki düşünüldüğünde geniş ve muazzam bir hinterlandda da yer almak varken, en zor olanı tercih etmenin Kürtlere bir faydası yok. Hatta PKK/PYD açısından dahi, Aynel Arap/Kobani, Amude, Malikiye ve Kamışlıdan müteşekkil birkaç bin kilometre karelik, muhtemelen silahsız bir sahada, izin verilirse bile, yerin üstünde ve altında, komüncülük oynamanın sürdürülebilir olması imkansız. Suriye Kürtlerinin ekseriyetle bu tarz bir idari yapılanmayı istemediği bölgeyi tanıyanlar açısından malum. Türkiye, Suriye yönetimi, Irak Kürdistan yönetimi ile kavgalı ve gözünü ABD, Avrupa ve Siyonist İsrail yöneticilerinin ağzına dikerek çıkış aramak sürdürülebilir değil... Yeni Suriye’de, Kürtlerin ana dillerinde eğitim ve Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerde Kürtçenin kamusal kullanımın Arapça ile birlikte var olmasına üniter yapı olması şartı ile yeni Şam yönetiminin karşı olmadığı ve bu konuda bir sorun çıkarmayacağı görülüyor.

Tüm bu yeni gerçeklik içinde Türkiye devlet aklının attığı yeni adım ve çağrısı riskler, fırsatlar, çözüm istemeyenler için tedirginlik barındırıyor. Silahların bırakılıp örgütün bizzat en tepesi tarafından lağvedilmesi amaçlanan girişim, 2012’de yapılan açılımlardan ders alınılarak yapılmaz ise yeni sorunlarla karşılaşılabilir. 2012’de, kim ne derse desin, samimiyet ile devletin uzattığı el riyakarca icra edilen bir oyalama sürecinde boşa çıkarıldı. Bugün dahi bu amaçla heyette görev alan kimi isimler, o gün, başbakan ile yapılacak görüşmeleri, gider kaçak çayımızı içer geliriz, diyerek sembolik ve göstermelik bir şova, zaman kazanma seremonisine dönüştürdüler. O dönem Suriye’de emperyalist güçlerce ikram edilen sanal kazanımlar, örgütün tepesindeki şahsın yeterince net olmayan çağrısına rağmen kabul görmedi. Aslında o dönem örgüt lideri silahlı yapılanmanın miadının sonlandığını söylese de bir tür ateşkes önerdi. Örgütü lağvettiğini söylemedi ya da uygulama imkanı olmadığından söyleyemedi. Göstermelik olarak kameralar karşısında Türkiye sınırları dışına yürüyen birkaç yüz kişilik silahlı unsurlar olsa da ülke dışına çıkılmadı. Ve geçici bir ‘ateşkes’ hali yaşandı. Diğer bir sorunlu konu ise örgüt liderinin kendisine itimat eden belirli bir tabanı olsa da kendisini ısrarla bir halkın topyekûn liderliğine layık görmesi ve kendisine gereğinden fazla güç atfetmesi. Örgüt lideri kendisini Türkiye’yi demokratikleştiren ve hatta Ortadoğu’ya yeni bir siyasi ve toplumsal düzen getiren bir figür olarak konumlandırmak istiyor. 2012’de de bugün de yaklaşımı, vermeye çalıştığı imaj değişmiş değil. Bu da aslında çözümü kolaylaştıran bir ayrıntı değil, reel gerçeklikle bağdaşmayan bir durum. 2012’deki süreçte somut adım atılması gereken safhada örgütün üst düzeyindeki kişilerin, silahsızlanma kararını biz veririz, şeklindeki sözleri ve pratik uygulamaları unutulmamalı. Ayrıca İstanbul seçimlerinde bir öğretim üyesinin getirdiği mektupla seçimlerde tarafsız kalınması için yapılan çağrıyla ilgili seçmen nezdinde yüzde 80 oranında reddedildi ve bu seçim sonucunu net olarak değiştirdi. Yine 2012’deki geçici “ateşkes” halinde bölgede bir nevi tek parti diktatörlüğü ile baskı hali yaşandı. Devletin bu süreçte operasyon yapmaması kırsal alandan şehirlere çekilen terör ve şiddet sarmalı ciddi güvenlik zaafiyetine neden oldu. Bu süreyi örgüt ve legal müzahir yapıları Suriye’deki kazanımlarını tahkim etmek için çukurlar kazarak ve şehirlerde kanlı olaylar (6-8 Ekim) tertiplemek için bir fırsat olarak değerlendirdi. Suriye sahasındaki gelişmeler ile son sekiz – on yılda Türkiye’de icra edilen operasyonlarla yeni bir gerçeklik oluştuğu doğru. Bu yeni gerçeklik halinin oluşmasında Suriye halkı ve Türkiye ağır bedeller ödedi. Dün mevcut olan riskler bugün de farklı kaygıları beraberinde getiriyor. Bu süreçteki en büyük risk silah bırakma ve örgütün lağvedildiği ilanının aylara yayılması ve müteaddit görüşmeler ile ertelenmesi ve birtakım koşullara bağlanması. Tabiri caizse heyetlerin İmralı’yı su yoluna çevirdiği halde bir türlü örgütün lağvedilme çağrısının ilan edilmediği bir süreci Türkiye toplumunun uzun sure anlayışla karşılaması zor. Zira bu meselede kurulmayan cümle kalmadı. Suriye’yi içermeyen bir lağv çağrısı, bir anlam ifade etmez. Nitekim SDG/ PYD yöneticilerinin son bir ayda söylemleri ve stratejileri, akut şoku atlattıktan sonra, birtakım manipülasyonlar yaparak (yeni Suriye bayrağının idari binalara asılması, sınırların güvenliğinin Şam’a devredilmesi, Aynel Arab’ın silahsızlandırılması önerisi, İsrail ile direkt irtibat kurulması, Avrupa başkentlerine mektuplar yazılması, heyetler gönderilmesi vb.) zaman kazanmaya çalıştığı görülüyor. Türkiye içinde halihazırda DHKP/C tarzı bir terör kliğine dönüşmek zorunda kalmış bu silahlı yapı kendini tamamen lağvetmedikçe alınan risk bir anlam ifade etmez. Ülkedeki tüm etnik unsurların en tabii hakları nasıl ki siyasi zeminde konuşuluyorsa, bu mesele de kendi bağlamında, Kürtlerin tabii hakları pazarlık konusu edilmeden ele alınmalı. Sorunlar siyasi ve meşru alanda konuşulmalı. Sorunları sadece eli silahlı kesimler, onların irtibatlı olduğu siyasi figürlerle konuşmak doğru değil. ABD, İsrail, İran, Kandil, PYD içindeki bazı yapılar, örgüt diasporası, Türkiye’deki kimi legal unsurların örgütün lağvedilmesi hususunda hiç de istekli olmadıkları biliniyor. Bizzat heyette bulunun kişiler “ikinci üçüncü görüşmede lağv çağrısı gelebilir” dediği halde, birkaç hafta içinde lağv edilecek bir örgütün kurduğu sözde özerk yapı için, aynı siyasi yapıya mensup kimi yöneticilerin organizasyonu ile Suruç’ta, Hatay’da sözde özerk yönetimi koruma ve destek nöbeti ile birtakım eylemler yapmaları bir isteksizlik ve samimiyetsizlik örneği değil mi?

Aynı zamanda bir samimiyet testine şahitlik ediyoruz. HDP eş başkanının “İmralı kapıları açılmazsa her yer Gazze olur’’ ifadesi, aslında bölgemizde olan bitene, umut edilenin aksine, Filistin penceresinden bakmayan tehdit ve şantaj cümlesidir. Samimiyetle uzatılan bu elin zaafiyet olarak algılanması Kürtlere ve bölgeye değil emperyalizme hizmet eden bir yaklaşımdır.

Hassas ve zor bir merhaledeyiz.

Dileriz maksat hasıl olur…