Ordusunu kontrol edemiyen bir halk, onun esiri olur..

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

*Önce, -ne demekse- bir ‘manevî kız’ın ölümü ve ona Kılıçdaroğlu’nun 15 bin lira maaş peşkeşine değinelim..

M. Kemal’in ‘manevî kızı’ diye anılan bir hanım, geçen hafta, Adapazarı yakınlarında geçirdiği bir trafik kazasında ölmüş.. Haberlere bakılırsa, bindiği araba çok lüks ve güvenlik sistemi de çok gelişmiş olduğu için emniyet kemeri  takmaya gerek duymamış ve kontrolden çıkan araba, bir yere çarpınca, ön camdan dışarı fırlayarak hayatını kaybetmiş..

Sözkonusu kadın, ömrü boyunca birçok evlilikler yapmıştı.. Birisi, 50 yıl öncelerin zengin iş adamlarından birisi olarak bilinen F. Doğançay’la yaptığı evlilik idi.. Daha sonra, İstanbullu bir yahudiyle evlenmiş ve bunun üzerine, o yılların ünlü bir hiciv şairi, bir dörtlüğünde, ‘Yahudi ülküsü oldu, artık, ülküsü atanın..’ mısraına yer vermişti..

Daha sonra başka evlilikler de yapmıştı, her ne ise..

Bu kadının yıllardır, geçinemediğine dair bir takıntısının olduğu anlaşılıyordu..  -Kendi deyimiyle-atatürkçüğü’nün emaneti’ olduğuna göre, kendisine dolğun maaş bağlanmalıydı ve bağlanmıştı da.. Ayda 5 bin lira civarında olan emekli maaşının azlığından yakındığı için, 5 yıl öncelerde de yine gündeme gelmiş ve mecburen, o konuda bir yazı yazmıştım..

Anlaşılıyor ki, müteveffâ, bu taleblerini son zamanlara kadar da sürdürmüş imiş.. Ve Kılıçdaroğlu, bir kamu bankası olan CHP’nin İş Bankası’nın yönetimindeki yüksek payı ve karar mekanizmasındaki gücünden istifadeyle, maaşının 10 bin liradan 15 bin liraya çıkarılmasını sağladığını belirterek, "Yaklaşık bir ay önce Ülkü Hanım ile bir görüşme yaptık. Kendisi çok mütevazı bir insandı. İçinde bulunduğu sıkıntıyı anlatmaktan bile çekindi..’ demekte.. Ne kadar mütevâzî’ olduğu da ortada..

Hatırlayalım ki, Anadolu’daki Yunan işgaline karşı verilen savaş yıllarında, Hind müslümanlarının gönderdiği maddî yardımlardan bir kısmını, M. Kemal, 1924’de İttihad- Terakkî Cemiyeti’nin İzmir Şubesi eski başkanı ve Ankara rejiminin İktisad Vekili Mahmûd Celal (Bayar) Bey’e vererek, İş Bankası’nı kurdurtmuştu.. İş Bankası’nın kuruluş sermayesinin yüzde 38’i o paralardan oluşuyordu ve bunlar M. Kemal’in kendi parası gibi gösterilmişti..Ve M. Kemal, bu hisseyi vasiyetnâmesinde yüzde 10 ve yüzde 10’luk bölümlerinin gelirlerinin de Türk Tarih Kurum ve Türk Dil Kurumu’na verilmesi şartıyle  CHP’ye bırakmıştı. Bu yüzden CHP, hâlen de, İş Bankası’nın en büyük ortağı olarak, alınan kararlarda engüçlü sözsahibi durumunda..

Şimdi, sözkonusu‚ ’manevî kız’ın bir ömür boyu beslendiği paranın nereden nereye hangi kanallardan geldiğini düşünmek bile insana acı vermez mi?

Ilginç olan, mevcud hukuk sisteminde ’manevî kız’ diye bir şeyin bulunmaması.. Bir diğer nokta da, bu kızın, tek özelliği, 2 ilâ 6 yaş arasında iken M. Kemal’in yanında kalmış olması... İnsan,  6 yaşından önceki hayatından neleri hatırlayabilir?

Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta ise, hangi yolla kazandıklarına bakmaksızın, başkalarının serveti üzerine yığınla laflar eden Kılıçdaroğlu’nun, filanın manevî kızı’ diye boy göstermekten başka hiçbir özelliği olmayan bir kimsenin aylığını,bir kamu bankasından, 10 bin liradan 15 bin liraya çıkarırken, vicdanı titrememiş midir?

M. Kemal’in, ya bir de öz çocuğu olmuş olsaydı, durum,  saltanat döneminden de beter bir ’cumhuriyet saltanatı’na dönüşecekmiş,  demek ki..

*

Son ’YAŞ’ toplantısının hayırlar getirmesi temennisiyle..

Son yapılan ve terfi veya emekliye sevkedilişlerin görüşülmesi açısından,  yıl içindeki  en önemli  toplantılardan sayılan YAŞ (Yüksek Askerî Şûrâ) toplantısı birçok yönlerden ilginçti.. Bunun için de, herkes kendi bakış açısını yansıtacak değerlendirmeler yaptı..

Bazı laik gazeteler, tabiatiyle, ilk olarak bir YAŞ toplantısında, masalarda su sürahilerinin ve sair içeceklerin bulunmamasının arzettiği ’tehlike’ye dikkati çekti.. Evet, Ramazan münasebetiyle, YAŞ’dakiler de, oruç tutsun veya tutmasınlar,  eşitlendiler, hepsi de susuz kaldılar..

Tabiatiyle, kimi çevreler de heyecanlandı, ’milletin görmek istediği tablo, işte bu!..’ diye..

Ama, asıl önemlisi, bu toplantıda, Ergenekon,Balyoz, vs.  isimler altında hâlen görülmekte olan davalarda tutuklu olan yüzlerce emekli ve muvazzaf subaylardan, 76’sının general/ amiral rütbesinde muvazzaf (vazifede) subaylardan oluşmasıydı.. Onların yargılamaları devam ederken, terfi alamıyorlardı, bu da geriden gelen ve terfi bekleyenlerin de yolunu kesiyordu..

Bu kez, bu generallerden 40 tanesinin birden TSK’yla ilişkilerinin kesilmesi, son derece büyük bir gelişme..

Elbette, bu 40 generalin hemen herbirisi, bir yıldan fazla zamandır tutuklu bulunuyorlardı ve çoğunun terfi sırası geldiği halde, geçen yılki YAŞ toplantısında kanun gereği terfi edememişler ve 1’er yıl uzatma almışlardı..

Bu yıl tekrar uzatma verilecek olsa, geriden gelenlerin yolu daha bir tıkanmış olacaktı..

Ayrıca, bir yıl boyunca yapılan yargılamalar sırasında, bunlardan hiç birisi, zayıf şübhe veya delil yetersizliği veya gerekçelerle tahliye olunmamışlardı..

Bu durumda, anlaşılıyordu ki, mahkeme, bu sanık generallerin suçluluk ihtimaline ağırlık veriyordu..

Esasen, Temmuz’un son haftasında, Deniz Kuv. K. olan oramiral’in bir toplantıda yaptığı ileri sürülen bir konuşma, sonradan yalanlansa da, bir gerçeği yansıtıyor olması açısından , doğru gibi gözüküyordu..  Çünkü, Dz. Kuv. Kom.  olan oramiral’in, bir toplantıda, emrindeki subaylara hitaben  TSK içindeki darbeci odakların mutlaka temizlenmesi gerektiği ve artık tedaviye cevab vermiyecek derecede bir gangrene dönüştüğünü ve gangrenli kolun kesilip atılmasından başka çaresinin kalmadığını söylediği iddia ediliyordu..

Evet, bu sözler, yalanlansa bile, kamuoyunda büyük çapta, doğru gibi algılandı..

Ve arkasından da, YAŞ’ta, 10 kadarı korgeneral rütbesinde om-olmak üzere, 40 general ve amiral emekliye sevkediliyordu.. Daha da ilginç olanı, bu 40 general/ amiralden 14’ünün Deniz Kuvvetleri’ne mensub olmasıydı.. Bütün asker gücü herhalde 30 bini geçmeyen Deniz Kuvvetkleri’nde  14 tane amiralin emekliye sevkedilmesi şaşırtıcı.. Çünkü, geride de amiraller var.. O zaman, o kadar küçük bir gücün komuta kademesinde ne kadar amiral varmış diye insan sormaktan kendisini alamaz.. Adetâ, her bin kişiye bir amiral düşüyor neredeyse..

Evet, gangrenli kolun tedavi ihtimali kalmayınca, kesilmesi gerekli görülmüştür..

Kendi ordusunu kontrol altına alamıyan bir halk, kondi orsudunun işgaline uğramış ve esir düşmüş demektir..

Bu bakımdan, bu gelişmeler, inşaallah, hayırlara vesile olur..

*

’Ergenekon -Balyoz’ vs. yargılamalarında yeni bir merhale..

Bir yılan hikayesine dönüşen ve 4 yıldır bir sonuç alınamıyan ‘Ergenekon Dâvâsı'nda 2 Ağustos günü, Genelkurmay eski Başkanı em. Org. Hilmi Özkök tanık olarak ifade vermekle, yeni bir merhaleye geçildi gibi..

’Ergenekon Dâvâsı’ndaki iddialar, daha önce, Deniz Kuv. eski Komutanı Özden Örnek’in ’günlük’lerinin yayınlanmasıyla ortaya çıkmıştı.. O ’günlük’lerde,  AK Parti’nin iktidara gelmesine yol açan 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra, TSK’nın en üst derece komutanları arasında darbe çalışmaları yapıldığına dair ilginç anekdotlar vardı..

O dönemde Genelkurmay Başkanlığı yapan Hilmi Özkök ise, o ’günlük’lerden de, mahkeme huzurunda yaptığı son tanıklık ifadelerinden de anlaşılıyor ki, bir askerî darbeyi yapan kişi konumunda.. Nitekim, o dâvâyı başlatmasıyla ün kazanan savcı Zekeriya Öz, 6 Ağustos günü Akşam’da yer alan bir sohbette,  'Çok dirayetli biriymiş. O dönemde bize anlatmıştı. Tek başına mücadele etmiş birisi. O karargahta tek başınaydı. Ama karşısındakiler blok olarak hareket ediyordu. Darbeyi tek başına önlemiş birisidir.. Bence, o bir kahraman.. ' diyordu.

H. Özkök’ün en çarpıcı ifadesi, 2003 yılında kuvvet komutanlarıyla yaptıkları bir toplantıda, henüz iktidara yeni gelmiş olan AK Parti Hükûmeti’ne karşı bir 'muhtıra'  verilmesinin gündeme geldiğini söylemesi idi. Ve bu sözü ilk kez kullananın, dönemin KKK. Org. A. Aytaç Yalman olduğunu da açıklıyordu Özkök, mahkeme heyetinin bir sorusu üzerine.. Bunları söylerken, Özkök, sadece öteki komutanların değil, kendisinin de, 'AK Parti’nin iktidar olmasından sonra kendisinin de kısa bir süre, diğer komutanlar gibi tedirgin olduğunu’ ifade ediyor ve amma, takınılması gereken tavır konusunda, ’Kimi zaman benim görüşlerimle astlarımın görüşleri arasında farklılıklar oldu..’ diyordu..

İfadesinde Kuvvet komutanları ile Genelkurmay Başkanı'nın konumlarının farklı olduğunu söyleyen Özkök, "Genelkurmay Başkanı yapılan her şeyin politik, uluslararası ve diğer etkilerini hesaplamak zorundadır. Zaman zaman kuvvet komutanlarının belirli konularda ısrarcı olmasından sıkıntı duydum.."  derken,  Savcı Pekgüzel " sizi sıkıştırdılar mı?" diye soruyor ve  Özkök de, "Zaman zaman sıkıştırmalar oluyordu. Normaldir. Ben sıkılsam da dinlerdim" cevabını veriyordu..

Özkök, ’Yakamoz ve Ayışığı’  (diye anılan darbe) planlarını incelediğimde bir askerin elinden çıktığını bana gösterdi" diyor ve mahkeme heyeti, Özden Örnek’e aid olduğu iddia edilen ’günlük’teki bazı notlar okuyarak, (dönemin Jand. Gen. Kom. Org.) ’Şener Eruygur'un bir ihtilal özlemi içerisinde olduğunu tanık oldunuz mu?" diye sorması üzerine ise, "Bu şekilde bir konuşma bana söylenmiş değildir. Karargahta böyle bir kelimenin kullanılmasına izin vermediğimden, zaten böyle bir şeyi söylemezler. Belki kendi aralarında konuşmuslardir bilemem" şeklinde karşılık veriyordu.. Yani, bir şeylerin olduğunu zımnen itiraf etmekle birlikte, açık bir suçlama yerine, bu ihtimallerin delillendirilmesi işini mahkemeye havale etmiş oluyordu..

Hilmi Özkök, Balyoz Dosyası için ise, ''Balyoz Plan semineri icra edilmiş, fakat en tehlikeli senaryo, amacını biraz aşkın şekilde oynanmış. Siyasî kişiler ve siyasî olaylar, gerçekmiş gibi oynanmış. Ben de Kara Kuvvetleri Komutanı'na incelettim'' diyor ve sınırların aşıldığını söylüyordu.. Hani, şu, dönemin 1. Ordu Kom. Çetin Doğan’ın komutasında yapılan Plan Semineri’nde öngörülen korkunç eylemlerin sözgelimi diye düşünülmesinin bile dehşet verici olduğu‚ ’Fatih ve benzeri büyük câmilerin bombalanması, İstanbul’un dindar bölgelerinin 24 saat içinde ezilip geçilmesi ve daha nice entrikaların farazî olarak düşünülmesinin bile korkunç olduğu  Savaş Oyunu ve Plan Semineri’..  Hilmi Özkök, o konuda sınırın aşıldığını açıkça beyan ediyordu..

Özkök’ün Silivri'ye gitmesi yaklaşık 4 yıllık bir süreç sonunda gerçekleşti.. Çok gecikmeli.. Geciken adâlet, idâmdan sonraki affa benzer.. Ama, 30 bin sahifeyi geçen bir iddianamenin üstesinden gelmenin zorluğu da ortada..

Özkök'ün ifade vermesi gündeme geldiğinde, ilk açıklamayı Temmuz-2008'de yapmış ve  “Darbe günlükleri ile ilgili ifade vermeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna, ’Ben kasaptaki ete soğan doğramam. Büyüklerimden öyle duydum. Günü gelir, konu olursa o zaman bakılır.’ karşılığını vermişti..

Özkök’ün, Yalman tarafından dile getirilen muhtıra sözünü ifade ederken bile, ''Ordu komutanlarının katıldığı toplantıda, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman tarafından bir teklif olarak değil, bir hareket tarzı olarak ifade edildi'' diye, son derece dikkatli ve temkinli bir dil kullandığı dikkatlerden kaçmıyordu..

*Aytaç Yalman 'muhtıra'yı hatırlamadı!

Özkök’ün bu sözleri üzerine Ergenekon Davası'ndan tanık olarak verdiği ifadeler üzerine telaşa kapılan Aytaç Yalman "muhtıra" kelimesini kullanıp kullanmadığını hatırlamadığını söyleüyordu,   4 Ağustos günü, Hürriyet’te yayınlanan açıklamasında..  

Yalman, şunları söylüyordu, özetle:  "3 Ağustos günü Ergenekon davasında tanıklık yapan Sn. Hilmi Özkök'ün verdiği ifadeye bazı konularda açıklık getirmek ihtiyacını duyuyorum. İfade edildiği gibi söz konusu toplantı 3 Aralık 2003 tarihinde Genelkurmay Karargahı'nda yapıldı. Şûra öncesinde yapılan bu toplantıda bulunan komutan arkadaşlar, kendi bakış açılarından sorumlu oldukları komutanlıkların görüş ve hassasiyetlerini dile getirdiler. 9 yıl önce vuku bulan bu toplantıda ne konuşulduğunu kelime kelime hatırlamam mümkün değildir. Ancak o gün içinde bulunulan durumdan duydukları endişelerini ifade ettiklerini söyleyebilirim. Birçok yerde ifade edildiği gibi toplantıda darbe, darbe planı gibi kelimelerin telaffuz edilmediğini kesinlikle ifade edebilirim. İfade edilen Ayışığı ve Yakamoz isimli planlar Nisan veya Mayıs ayında Hilmi Paşa tarafından bana gösterildi. Bilgimin olup olmadığı soruldu. Ben de bilgimin olmadığını kendisine ilettim. Kendisi de 'Ben de öyle tahmin etmiştim' dedi..

Toplantıda kıdem sırasına göre en son ben konuştum. (…) ’Muhtıra’ kelimesini söylediğimi hatırlamıyorum. Böyle bir teklif yapmam zaten sözkonusu değil. (…) Bu nedenle adımın darbe ile özdeşleşmiş bir kelimeyle anılmasından duyduğum rahatsızlığı belirtmeliyim. Hayatımın her safhasında yasal sınırlar içerisinde kalmış biri olarak böyle bir açıklama yapmak ihtiyacını hissetmiş bulunuyorum.’

*

Büyükanıt ve Yalman’a dokunulmazsa, bunun mânâsı..

Yalman’ın komutanlık yaptığı dönemdeki öteki üst dereceli komutanların hemen herbirisi tutuklanmış iken, Yalman’ın tutuklanmaması da bir ayrı konu.. Hele de Özkök’ün bu açıklamalarından sonra Yalman yine de tutuklanmazsa, üzerindeki soru işareti daha bir büyüyecektir.. Gerçi, Yalman’ın, geçmişte, Kuvvet Komutanları arasındaki paslaşmada, diğer bazı komutanların kendisine  mesafe koyduklarını ve üzerini çizdiklerini hissettiğini bir açıklamasında bizzat ifade etmişti.. Demek oluyor ki, o oluşumlar içinde saf değiştirmeler geçmişte olduğu yine olmuştu.. Hatırlayalım; 12 Mart 1971 Darbesi öncesinde, 9 Mart’ta yapılacak olan TSK’nın emir-komuta zinciri dışında oluşturulmuş bir Cemal Madanoğlu ve Celil Gürkan  gibi darbeciler grubundan, KKK. Faruk Gürler ve Hv. K. K. Muhsin Batur son anda kopup, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın yanında yer alıp, emir -komuta zinciri içinde yapılacak bir darbede yer alarak, ülkeyi ’kurtarmışlar’, terkettikleri arkadaşları ise, kendilerinden ayrılanların emrindeki askerî mahkemelerde hesab vermişlerdi..  

Şimdi de,  özellikle  Büyükanıt ve Yalman’ın, kendilerini kurtarmak için, öteki arkadaşlarını, ’eleverdikleri’ iddiası o çevrelerde ciddî olarak değerlendiriliyor..

Yoksa, o günleri hatırlayanlar, KKK. Yalman’ın  yeni kurulmuş olan AK Parti Hükûmeti’ni ürkütebileceği hayaliyle, ne kadar ihtiraslı davrandığı, üniversitelerde ve ATO gibi bazı kurululuşların öncülüğünde konferanslar tertiblettirdiği, üniversite rektörlerini toplayıp desturlar verdiği, Rauf Denktaş’ı kullanarak üniversiteleri tahrik etmleye kalkıştığı  unutulacak tavırlar değildi..

Şimdi ise, o günlerdeki hareketlerini veya o günlerdeki sözlerini hatırlamıyor bile..

*

Özkök'ten Yalman'a: ’Bazı şeyler unutulmaz!’

Hilmi Özkök ise, Aytaç Yalman'ın, "Muhtıra dediğimi hatırlamıyorum" sözü üzerine, "Öyle şeyler vardır ki unutulmaz" diye cevap veriyordu, 5 Ağustos günü.. ’Doğrudur. O toplantının üzerinden 9 sene geçmiş. Doğaldır, insan çoğu şeyi unutabilir. Yaşlanıyoruz da. Yani artık herşeyi hatırlamayabiliriz. Ancak, öyle şeyler vardır ki, insan unutamaz ve hatırlamak zorundadır. Mesela ben bunları gayet net hatırlıyorum. Zâten emin olmasam bunları söylemezdim. Tanıklık görevi önemlidir. Tanık objektif olmalı. Ne gördüyse duyduysa onu söylemeli. Ben zâten daha önce de benzer açıklamalarda bulunmuştum.’

Özkök, ’Mahkemede bana sorulabilecek sorulara eksiksiz, objektif ve doğru cevap vermek adaletin yerini bulması, TSK'nın hak ettiği konum ve yere gelmesi, itibarının korunması, vicdanların rahatlaması açısından çok hayatidir. Ben de öyle yaptım.  Kimseyi itham altında bırakmamak, kimsenin hakkını yememek için doğruyu, duyduklarımı aktardım.’ diyordu..

*

Özkök: ’1 Mart Tezkeresi’  geçseydi 5 tugayla Irak'a girecektik!’

Bu arada, Radikal'den Murat Yetkin'e konuşan Genelkurmay eski Başkanları'ndan Hilmi Özkök, 1 Mart 2003 Tezkeresi sürecinin detaylarını ilk kez anlattı. Tezkerenin TBMM'de geçmiş olması halinde Türk Ordusu'nun 5 tugayla Irak'a gireceğini anlatan Özkök, 'Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık'  şeklinde konuştu..

İşte 6 Ağustos günü yyayınlanan o satırlardan bir kesit:

-Peki, tezkere geçseydi ne olacaktı? Kürt sorunu bugün hangi durumda olabilirdi?

"Çok farklı olurdu. ABD ile çok güzel bir 'Mutabakat Muhtırası' hazırlamıştık. Pürüzler küçük ayrıntılardaydı. Herkes işin parasal boyutuna bakıyordu, ama para o kadar önem taşımıyordu; güvenlik ve idare boyutunda çok avantajlı olacaktık. Tezkere geçseydi Irak'a çok miktarda, yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak  topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekâtı oradan sürdürecektik. Kürt Meselesi ayrı bir konudur, ancak PKK konusunda bugünden çok daha avantajlı konumda olacağımızı söyleyebilirim. Tezkere geçmeyince, anlaşma da imzalanamadı.’

*

Evet, aradan 9 sene geçince yapılan bu açıklamaya bakılınca.. Niceleri, bugünün şartları açısından bakınca, belki de, geçmişteki tavırlarını yeniden gözden geçireceklerdir..

Bu gibi sosyal hadiselerde, geçmişe, sonradan ortaya çıkan neticelere göre bakmak ve değerlendirme yapmak gibi bir neticeci yaklaşım, genellikle  kolaycı ve tutarsız bir durumdur.. Önemli olan, temel ilkelerini sağlıklı olarak belirleyenlerin, o yolda, gerektiğinde bedel ödeyerek de olsa,  o tutarlılıklarını fedâ etmemeleridir.. Ama, günümüz dünyasında, iç siyasette de, diplomaside de, maslahat ve menfaatlere göre değil, hakk ve âdil olduğuna inandığı tavırları belirleyip onun yolda ilerlemek noktasında ısrarlı olmak, neredeyse çılgınlık olarak nitelenecek bir durum..