15 Temmuz, bir “darbe kabusu”ndan öte bir durum.
Bir yandan Gülencilerin devleti ve sistemi nasıl işgal ettiğini ortaya çıkardı. Bu işgalin ve geldiği aşamanın ağır devlet krizine yol açmasına neden oldu. Öte yandan krize yönelik tedbir, devlete yönelik restorasyon gereği yanında zaman zaman ölçüyü kaçıran büyük bir tasfiyeyi, olağanüstü tedbirleri ve güvensizlik ruh halini doğurdu. Ve tüm bunlar, besledikleri soru ve sorunlarla yeni bir evreyi başlattı.
Silahlı Kuvvetler'in sorumluluk mekanizmasında yapılan değişiklikler, bu yeni sayfanın önemli unsurlarından birisi.
Reformun, darbe girişimine tepki ve önlem çerçevesinde ortaya çıktığına şüphe yok. Ancak ifade ettikleri ve etkileri bakımından yeni düzenlemenin 15 Temmuz'dan bağımsız değerlendirilmesinde fayda var. Zira askeri kurum ve eylemin işleyiş düzeyinde denetimi, Türkiye'nin sonunda ulaşabildiği en önemli sivilleşme merhalesidir.
Reform, aşırı merkezi askeri kurumu ve gücü, işleyiş, sorumluluk ve denetim açısından parçalara ayırmış, diğer ifadeyle askeri gücü tek elde toplayan ve hiçbir demokratik düzende benzeri olmayan modeli yürürlükten kaldırmıştır.
Bu adım hiç tartışmasız yerinde olmak bir yana, geç kalmış bir adımdır. Kim ne itirazda bulunursa bulunsun, açıktır ki, Türkiye sivil-asker ilişkileri bakımından çağdaş ve demokratik dünyaya ilk gerçek adımı atmış bulunmaktadır.
Demokratik dünya bu “ilişkiler”, sadece askeri otoritenin siyasi iktidara mutlak bağımlılığı ilkesiyle ve bunu sağlayan denetim mekanizmalarıyla şekillenmiyor. Aynı zamanda askeri kurumun elinde aşırı güç toplanmasını “sistemin askerileşmesi” riski olarak görüyor. “Askeri gücün demokratik denetimi”, bugün, bu çerçevede, esas olarak askeri bünyede aşırı merkezileşme ya da güç yoğunlaşmasına karşı alınan tedbirlerle gerçekleştiriliyor.
Türkiye'nin yaptığı da budur.
Ne var ki, düzenlemenin mantığı bakımından eski vesayetçi modelle 15 Temmuz olayının ilişkisi de görmezden gelinemez.
Gülenciler, orduda diğer devlet kurumlarını aşan güçleri aşan bir çapa, vesayetçi-merkeziyetçi modelin içe ve denetime kapalı yapısına dayanarak ulaşmışlardır. Aynı özerklik ve denetimsizliğe dayanarak ve tayin-terfiler mekanizmasında Opus Dei'nin tekelini kurarak cumhurbaşkanından genelkurmay başkanının kurmaylarına kadar tüm kritik yerleri kuşatmışlardır. Başbakanın sözlü ve acil talimatı karşısında bir generalin yazılı emir veya genelkurmay onayını istemesi de, özerk askeri yapıyı ve bunun kullanılma biçimine işaret etmesi bakımından son askeri darbe girişimine damga vurmuştur.
Bu durumda, yapılan düzenlemenin şu veya bu şekilde, şu veya bu düzeyde yeniden siyasallaşmaya başlamış, iktidar karşısında silaha el atmış ve tekrar el atabilecek asker grupları ve ordu karşısında siyasi ve demokratik bir tedbir olduğunu görmek gerekir.
Reforma iki tür eleştiri getiriliyor.
Birincisi, reform “emir-komuta birliğini bozmuştur, ordunun askeri işlevinde zaaf yaratır” eleştirisi...
İkincisi, reformun siyasi iktidara terfi ve tayinler konusunda verdiği geniş yetkiler, “askeri kurumu bu kez başka bir düzeyde siyasallaştırır, orduya partizan siyaseti sokar, iktidarın kendi ordusunu üretmesine yol açar” eleştirisi...
İlk eleştiriye bakalım:
Şüphe yok, her yeni düzenleme gibi, özellikle köklü bir geleneği ve kurumlarını ortadan kaldırdığı oranda bu düzenleme de, işleyiş ve uyum sorunları üretecektir. Bunlar (örneğin savaşan bir ordunun birlik tabibi ihtiyacı yakında görülecek olması gibi) muhtemelen ihtiyaç karşısında ve zaman içinde giderilecektir..
Buna karşın emir-komuta birliğinin bozulduğu gibi kimi eleştiriler ölçüsüz ve ideolojiktir.
Ordunun denetime açılması, askeri makamların elindeki atama ve terfi yetkilerinin sivil makama aktarılması ne ordunun emir-komuta birliğini bozar, ne de kendi başına askeri zaaf oluşturur. Nitekim şu anda iç güvenlik harekatlarında yoğun olarak ve askerle işbirliği içinde kullanılan polis gücü Genelkurmay'a bağlı değildir. İç güvenlik bölgelerinde, askerin devreye girmesini gerektiren durumlarda emir-komutayı en yüksek askeri makama veren yasalar yürürlüktedir.
Ayrıca bu reformla askerin elinden alınan hiçbir operasyonel güç olmadığı gibi, Anayasa'nın 117. maddesine göre TSK'nın komutanı yine genelkurmay başkanıdır. Askeri güç, tek tek kuvvetlerin bütünlüğünü bozmayacak şekilde dağıtılmıştır. Kaldı ki, 117. maddenin değiştirilmesiyle koordinatör genelkurmay başkanlığı modeline geçilse bile, pek çok uygulamada, bu makam savaş ve sefer halinde ya da farklı kuvvetlerin bir arada kullanılmasını gerektiren durumlarda ordu komutasını alabilmektedir.
Makul eleştirilere gelince...
Yeni düzenlemenin en ciddi sorunlarından birisi, kimisi 150 yıllık askeri eğitim kurumları ortadan kaldırırken, askeri konsept, strateji ve eğitim ilişkisinin boşlukta bırakmasıdır.
Harp okullarının müfredatı nasıl ve kimler tarafından oluşturulacaktır?
Ordunun üreteceği askeri konsept ve stratejilerle askeri eğitim arasındaki organik bağlar nasıl kurulacaktır? Bu açıdan harp okulları ve kuvvet komutanlıkları arasındaki ilişkinin kopması yanlış değil midir?
En önemlisi “asker” nasıl ve kim tarafından tanımlanacak ve yetiştirilecektir? Asker tanımı, sosyalizasyonunda, ordu siyasi kültüründe bir uçtan diğer uca gidilmesi nasıl engellenecektir?
Muhtemelen zaman içinde bunların her biri tartışılacak ve gözden geçirilecektir.
Son soru, “ordu siyaset ilişkilerindeki iki uç meselesi”, bizi ikinci eleştiri öbeğine götürüyor.
Önemli, çok önemli bir konudur bu.
Yarına...
Yeni Şafak