Daha önce başka Zararlılar vardı.
Şimdi de var. Ama zımni bir alt sınıfı temsil eden onların muhayyilelerinde, Türbanlılar ve Onların Arzu Edilmeyen Modellerde Tıraşlı/Tıraşsız Eşleri kadar hiç kimse onları müsteki
etmedi. Edemedi. Evine uşak diye bile almaz Rahmi Koç Müzesi.
Zira başlarındaki ‘sembol’, ne kadar palazlanmış olurlarsa olsunlar, onların Kemalistler’in (emri) altında bi yerde durmalarını icap ettiriyor.
Kemalistler bizatihi Kemalist oldukları için üst sınıflar: kültürel/pedagojik/konjonktürel/psikolojik/sosyolojik olarak. Zenginlemiş dahi olsalar Türbanlı Sınıfı beğenmeme/itip kakma/sınırlarını bildirme/hudutlarını çizme hakkına sahipler. Sahiplerdi.
Boşuna Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı ‘makamına’ başı bağlı eşiyle çıkmasını desteklemedik. Orası işte, Çankaya’ya Türbanlı Tırmanış, Kemalist Zurna’nın ‘zırt’ dediği yerdi. Ki, peşrev (zurnada peşrev olmaz!) Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davası şeklinde zuhur etti.
Ama ‘orduculuk’ esasında, daha doğru bir kullanımla ‘darbecilik’ bu memleketin hiç geçmesi istenmeyen veremi. Düşünsenize varlık nedenini bu ilk gençlik hastalığına bağlamış ‘doktorlar’: generaller ve onların sivil yaverleri- Akıllarına dokunuyor, çıkıp sonunda “Kardeşim bunun adı veremdir ve buna dünyanın herrr yerinde hastalık denir. Yeter kan kusturduğun millete” denilecek diye. Açık seçik.
Bütün varoluş ‘şemalarını’ bu hastalık/hastalıklılık üstüne inşa etmişler. Lahika lahika.
Tutuklananlar götürülürken “Evet! suçumuz bu vatanı, Atatürk’ü, cumhuriyeti sevmek” diye dayılanıyorlar. Bayrak kan kırmızı dişörtünün içinde Sinan Aygün’ün ‘tehis yanlış olsun: canımı yesin’ haykırışları bu minval üstüneydi. Mesela.
Sonra evinden çıkan bazı kaynaklara göre, iki buçuk, bazılarına kalırsa üç milyon yuro üstüne, “Hani beyim paracıklarının üstünde Atatürk’ünün resimleri?” fevkâlâde doğru bir sorudur.
Zira onların tutulmuş (ay yıldız tutulması) kafalarına kalır ise: hem ‘anti-emperyalist’ler, hem ‘solcu’lar, hem ‘bağımsız’cılar, hem ‘sendikacılar’ (memleketimizdeki ‘sarı’ sendikaların düzeyi ile, bu hakikat sayılabilir) hem de öylesine saldırganca seviyorlar ki ‘vatanlarını’ (onların vatanı!) mutat aralıklarla darbe tezgâhlamadan hayatta kalmaları mümkün değil. Darbe Müptelaları!
Deniz Gezmiş ve Arkadaşları orducu muydu, değil miydi- boşuna Bu Dönem’de tartışılmadı! Gezmiş’ler hem popüler televizyon dizilerinde peynirleştirildi, hem onları sırtlanlar gibi savunmak Reha Muhtar gibi tiplere kaldı (beş-on kez dönmüşlerdir mezarlarında). En son Mutat Yoksul Edebiyatçısı ve Şam Kayısısı, pardon Şam Uzmanı dahi darağacında 3 fidana o içli içinin nasıl cızzz ettiğini, Ergenekon’a inanmadığını saçıklayan yazısında ilan ya da ilam etti.
Deniz Gezmiş’in bir silah arkadaşıyla iki yıl kadar olmuştur, Cerrahpaşa Tıp’ta katıldığım bir nevi korsan oturumda, O Arkadaş “Asılmasaydı, Deniz’i Gençlik ve Spor Bakanı yapacaklardı” deme basiretsizliğini gösterdi. İftiharla. Hâlâ inanıyordu.
Yani İyi Darbeciler kazansaydı Gençlik ve Spor Bakanı’ydı Deniz Gezmiş. Heyhat!
Kötü Darbeciler kazandı, onlar da idam edildi. Yaaaa.
‘Sol’ umutlarını, ‘radikal’ umutlarını, ‘devrimci’ umutlarını İyi Darbeciler’in iyi darbeleme ihtimaline dayamış herhangi bir hareketin patetikliğinden söz etmek istemiyorum.
Ama: “İyi Paşa Muhsin Batur bizi doğru darbeleyecekti de, iş maalesef Kötü Paşa Bilmemkim Bilmemkim’e kaldı da kötü darbelendik” kafası sakat bir kafadır. Hastalıklı bir kafadır.
Sürekli bu ‘Ordudan İyi Unsurlar’a bel bağlama hastalığı’ özellikle ordumuzun içinde tez elden ARTIK! EN NİHAYET! tedavi edilmesi şart, on yıllardır içimize etmiş, bizi mahvetmiş, Müslümanlığın dahi böyle bir deva/kimlik olarak kitlelerce can simitlenmesine neden olmuş, çok feci/çok can alıcı/geri bıraktırıcı (Hakiki Demokrasi yolunda geri bıraktırıcı) bir hastalıktır.
Ve: Hastalar sanatoryuma! diye bitiriyorum. Rızalarıyla. Ya da hakiki adaletin gücüyle. Bize kan tükürtmelerinden- şuramıza geldi.
Üstelik işkenceden geçirterek ‘Kızılcık şerbeti! Atamın gözleri!’ dedirte dedirte.
Radikal Gazetesi