‘Ordu, devletin savunma gücü’ değil de; ‘devlet, ordunun malı’ sayılırsa

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

TSK’nın Türkiyede siyasî iktidarı belirlemekte aslî güç olduğu şeklindeki kanaati, nice okur-yazar ve,  şeyhin kerameti kendinden menqul..’  tabirince, kendi kendilerini aydın diye niteleyen kimseler bile, bir tabiî olgu olarak kabul ve ifade etmekten utanmıyorlar..

Halbuki, gerçekten de utandırıcı bir köle mentalitesidir, bu..

Onlara göre, ordu, devletin savunma gücü değil, devlet ordunundur!.

Öyle olunca da, halk ordunun, ‘silahlı kuvvetler’in vesayeti ve hattâ velayeti altında olur..

Yani, vesâyet-i askeriyye’den de öteye, velâyet-i askeriye..

Asırlardır da böyle, bu..

Çünkü bütün sultanlıklar da, sulta’ kelimesinin de mânasına uygun olarak zor gücüyle, kılıç gücüyle kurulmuştur.

Şimdi, TSK da, kılıç gücünü devletin sahibi olmalarının temeli sanıyor..

Ancak, o sistemlerin adı saltanat idi; o görüşlerin o sistemin mantığına aykırı bir tarafı yok..

Bugün ise, sistemin adı saltanat değil, cumhuriyet!.

Amma, ordu, kendisini fiilen ve hâlâ da saltanat sahibi gibi sanır ve kitleye de öyle sunulur.

Yüksek tirajlı, kemalist-laik  gazetelerde, ordu ve rejimle ilgili konularda yayınlanan hemen her haberin sonuna, sıradan okuyucu görünümünde eklenen yorumlar da, özel merkezlerce yapılan vazifelendirmelerle eklenir..

Bu konuyu, özellikle, emekli olsalar bile TSK’nın bir üyesi oldukları telkıniyle, em. subaylara verilen sivil propaganda vazifesiyle birlikte düşünmek gerekir.. Ve o gibilerin hele de yüksek tirajlı gazetelerin internet sitelerindeki haberlerine yazdıkları yüzlerce yorumlarda, ‘ülkenin sahibinin ordu olduğu ve halkın herşeyini orduya ve resmî ideolojinin ikonlaştırılmış ismine borçlu olduğu’  şeklindeki lafları tekrarlamalarının komikliği buradan gelir..

Bu bile, pek çok şeyi yeteri kadar açıklamaya yetmekte değil midir?

*

Ama, geçmişte tasavvur bile edilemiyen iletişim imkanlarının müthiş gelişmesi ve internet haberciliği sâyesinde, en karanlık ve gizli ilişkilerin bile gizli olmaktan kısa zamanda çıkarıldığı bir zaman diliminde..

Bu gibi propagandalar artık iyice sırıtıyor..

Bu bakımdan, bu gibi güdümlü yayınların sürmesinin, sürdürülmesinin, düşünmek nimetine sahib insanları daha bir ürperttiği ve uyandırdığını da düşünebiliriz.. 

Ama, TSK’nın hâlâ, bir takım karanlık ilişkileri sürdürmeye çalışması, bu teknolojik gelişmeyi veya sosyal plandaki uyanışı kavrıyamadığının işareti olarak alınabilir.. 

Son gelişmeler içinde.. Hele de, şu ‘İrtica İle Mücadele Eylem Planı’  isimli darbe planlamasının geldiği nokta bu durumu daha bir ortaya koyuyor..

Sırf, hanımı İslamî  örtüye riayet eden bir kimsenin Cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için yapılan ağır tahrik ve tertibler sonunda, TSK tarafından bir gece yarısı, Genelkurmay’ın internet sitesine konularak yayınlanan  27 Nisan 2007 Muhtırası’nı kim tarafından kaleme alındığı tartışılırken; o dönemin Gen. Kur. Başkanı Büyükanıt’ın, bir kaç ay önce, tv.lardan, o muhtırayı bizzat kendisinin kaleme aldığını açıkladığına şahid olduk.. Yapılan bu ap-açık itirafa ve ortada açıkça bir kanunsuzluk olduğunun sırıtmasına rağmen, o kişi hakkında bir kanunî soruşturma bile açılamamış olması, vatandaşların kanunlar karşısında ne kadar eşit ve bazılarının da ne kadar ‘daha bir eşit’ olduklarını gösteren ilginç bir örnektir..

*

Ancaak, geçtiğimiz Haziran başında ‘İrtica İle Mücadele Eylem Planı’  adı altında ortaya çıkan ve kemalist/laik güç odaklarının ülkeyi karıştırmak için hangi entrikaları tezgahlamakta olduklarını gösteren ve Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nde hazırlandığı anlaşılan bir raporun medyaya yansımasından sonra ortaya çıkan durum, tam bir rezalet ve de bir fiyasko oldu..

Haberi kamuoyuna yansıtan, ‘Taraf’ oldu, 12 Haziran 09 günlü sayısında..

Genelkurmay’da hazırlandığı iddia olunan ve fotokopisi yayınlanan resmî belgedeki plana göre, bir yandan AK Parti’nin bölünmesi için çalışmalar yürütülecek,  öte yandan, Gülen Cemaati’nin  evlerinde silah bulunduğuna dair komplolar düzenlenecek ve aynı zamanda (Aralık -1978’deki Maraş Faciası ve benzerlerinde olduğu gibi)  Alevîler kışkırtılıp, ülke çapında bir ‘Alevî-Sunnî’  çatışması tahrik edilerek, ülke istikrarsız kılınacak ve böylece, bir darbe ortamı oluşturulacak ve Erdoğan Hükûmetinin devrilmesine giden yol açılacak idi.
Genelkurmay’da hazırlandığı bildirilen ve esasen başka bir yerde, öyle bir askerî mantık içinde hazırlanması pek mümkün olmayan bu planın altında Kur. Alb. Dursun Çiçek’in imzası vardı.
Ancak, orijinal belge ortada yoktu. Tutuklanan mezkur albay da, iki gün sonra, serbest bırakıldı..

Ve, kendi halkına karşı entrikalar kurmak için ne zâlim ve alçakça tertibler hazırlandığını ortaya koyan o belgenin, altındaki imzanın Kur. Alb Dursun Çiçek’e aid olup olmadığı günlerce tartışıldı ve Gen. Kur. Başk. Org. Başbuğ,  -tabiatiyle komutanların verdiği emre uygun kararlar veren- askerî savcılığın verdiği takibsizlik kararına dayanarak, bu planı ‘kâğıt parçası’ olarak niteledi ve yapılan yayınları da ‘TSK’yı yıpratmaya dönük bir çaba’ olarak niteledi.

O entrika böylece geçiştirildi sanılırken..

Geçen hafta, belgenin aslının Ergenekon adıyla anılan yargılamayı yürüten İstanbul Başsavcılığı’na postayla bir subay tarafından gönderildiği ve bunun orijinal belge’  olduğu ve belgenin altındaki ‘ıslak imza’nın da Kur. Alb. Dursun Çiçek’e aidiyetinin, Adlî Tıb Kurumu’nda yapılan incelemeyle de gerçek olduğunun kesinlik kazandığı açıklanınca..

Ortaya çıkan durum, sadece müthiş bir fiyasko değil, ülke güvenliği açısından korkunç bir tehlikeyle karşı karşıya bulunulduğu gerçeği de olmuştu..  

Çünkü, ya Genelkurmay Başkanı Başbuğ, belgenin gerçek olduğunu bile bile, sahte diye niteleyip yalan söylemiş ve devletin diğer üst makamlarını makamlarını ve bütün bir milleti kandırmıştı; ya da, emri altındaki TSK’da dönen dolapları bilemiyecek bir konuma düşürülüp, kandırılmıştı..

Her ikisi de birbirinden vahîm gelişmeler..

*

Bu gelişmeler üzerine Gen. Kur. Başk.lığınca yapılan açıklamada, ‘O belge ilk çıktığında ‘kağıt parçası’ demiştik. Gerçek olduğu anlaşılırsa, elbette gereğini yaparız. Bir Albay için TSK zan altında bırakılacak değil..’ dedikten sonra, ‘Niye şimdiye kadar beklendi, niye Ankara Savcılığı’na değil de, İstanbul Savcılığı’na gönderildi, niye medya’yla paylaşıldı.. Bunu yapanlar kim?’ gibi, konunun aslıyla ilgisi olmayan soruları sıralanıyor ve sonunda da, ‘Belgenin gerçekliğiyle ilgili şüphemiz var. Hukuk ve akıl dışı bu belgenin, sınıflarını birincilikle bitirmiş bir Kurmay Albay’ın hazırlamış olmasını mantığımız almıyor.’ deniliyor, dikkatler başka taraflara çekilmeye ve konu sulandırılmaya çalışılıyordu, özetle.. Sanki, geçmişte nice ihtilalleri, nice entrikaları da sanki nice generaller ve diğer kurmay subaylar hazırlamamış gibi.. (Kaldı ki, o belgede dile getirilen görüşler ve tehdidler, Org. Başbuğ’un 14 Nisan 09 günü yaptığı açıklamada da özü itibariyle dillendirilmemiş miydi?)

Ama, ilginç olan, bu orijinal belgenin ortaya çıkması üzerine, yazar-çizer kafilesinin, medya bülbüllerinin, neredeyse, tam bir kadro halinde, ‘özgürlükçü ve de darbe karşıtı’ gibi bir poza bürünüvermeleri..

Halbuki, bu kafileden niceleri, sözkonusu eylem planı uygulamaya konulabilseydi, geçmiş bütün askerî darbelerde utandırıcı şekilde sergiledikleri, postalyalama işine yeniden başlıyacaklar, ‘Paşam, ana haber bültenindeki asıl haberin veya gazetenin yarınki manşetinin nasıl olmasını emredersiniz?’ diyeceklerdi..

Şimdi ise, bu -sözde- ‘aydın’ kafilesinden niceleri, bazı subayların böyle bir çılgınlığa nasıl girişebildiklerini elbette ki sahte bir hayretle anlatıyorlar..

Bir örnek, diğerlerinin yaklaşımını da yansıtabilir.. Onun için, onu aktarmakla yetinelim..  

Son 50 yıldaki bütün ihtilallerin, darbelerin, entrikaların başsavunucularından  Hürr. Gen. Yy. Md. E. Özkök bile, 27 Ekim 09 tarihli yazısında şöyle diyordu: 

’İmzayı atan kişi, kendisine verilen bu emri, acaba “normal görevi” mi kabul ediyor?

Yaptığı işi “ulvi” bir misyon görüp, yerine mi getiriyor?

Bir subay, böylesine aleni bir suçu, normal görevi kabul ediyorsa, o zaman ordunun genetik yapısında sorun var demektir. (...) Acaba bütün bunlar “Nasılsa kimse bize bir şey yapamaz” duygusunun verdiği pervasızlık ve cüretle mi gerçekleştiriliyor? (...)

Art arda gelen şu hatalara bakın.
Cezalandırmak istediği erin eline, pimi çekilmiş el bombası verip 4 kişinin ölümüne yol açan subay kamuoyundan saklanmak isteniyor.

Ve saklanamıyor.

Bir kız çocuğu tarlada ölüyor, suçlamalar yapılıyor.

Bunun açıklaması günlerce sonra geliyor.

Bir albayın hazırladığı darbe belgesi için komutan kendini angaje edip “Kâğıt parçası” diyor veya dedirtiliyor.

Sonra belgenin aslı ortaya çıkıyor.

Hangi ordu bu kadar üst üste vahim hatayı kaldırabilir?

Tabii ki bu olaylara bakıp, koskoca Türk Ordusu’nu baştan sonra yerin dibine batırmaya hiçbirimizin hakkı yok.

(…)

Komutanlarımız bu konuda eleştiri yapan bazı kişileri önyargılı görebilirler.

Ama emin olsunlar ki, benim gibi bütün hayatı boyunca ordusuna gözbebeği gibi bakmış insanların kafasında da sorular uyandı.

Asıl onlar büyük düş kırıklığı yaşıyor.

Vazo belki kırılmadı.

Ama bu çatlakla yaşamak da kolay değil.

Evet, günah çıkarma ameliyesi gibi bir satırlar..

*

Başbuğ, ya kendisini yanıltan komutanları temizlemeli, ya da istifa etmeli!.

Orijinali ortaya çıkan ve bir kişinin değil, bir ekip çalışmasının eseri olduğu anlaşılan o belgenin asker ve hattâ  kurmay subay olmayan birilerince hazırlanması mümkün gözükmemektedir. Çünkü, konuya yabancı ve dışardan birisinin onları yazması, o teferruatlı ve gizli askerî-teknik bilgileri bilmesi imkansız gibidir.. Kaldı ki, orijinal belgeyi Ergenekon Savcılığı’na gönderdiği bildirilen ve gerektiğinde ifade vermeye de hazır olduğunu söyleyen ve kendisinin de bir subay olduğunu ve o belgeyi, Genelkurmay’daki belgeler yokedilirken sakladığını belirten ‘muhbir’, o planın Dursun Çiçek tarafından kendiliğinden değil, o zamanki Gen. Kur. 2. Başkanı  (şimdiki I. Ordu Kom.) Org . Hasan Iğsız’ın emriyle yazıldığını’ da belirtiyor ve bu, pek âlâ mümkündür.. Esasen, Hasan Iğsız’ın daha önce medyaya yansıyan nice beyanları, o planda dile getirilenlerden hiç de farklı değildir..  

Savcıya yazdığı mektubunda ‘belgelerin nasıl yok edildiğini, bilgisayarların nasıl temizlendiğini, nice belgelerin nasıl yakıldığını ve belge karartmaları tamamlandıktan sonra, asıl belgenin ortada olmadığına ikna edilerek, Başbuğ’un öyle bir açıklama yapmaya sevkedildiğini’ belirten ‘ihbarcı subay’, ’İrticayla Mücadele Eylem Planı'nın basında yer almasını müteakip, belgenin hazırlanmasında kullanılan tüm bilgisayarlar temizlenmiş ve ilgili evraklar imha edilerek kamuoyuna Genelkurmay tarafından böyle bir çalışmanın olmadığı yönünde bir açıklama yapılmıştır. İmha süreci bizzat Org. Ergin Saygun'un Özel Sekr. Kur. Alb.Uğur Berksun tarafından takip edilmiş, kendisi Bilgi Sistemleri İşletme Şubesi'ne giderek söz konusu eylem planının hazırlanmasında kullanılan 30709, 33746, 40077, 27238, 27229 ve 16693 BİM numaralı bilgisayarların hard disklerinin geri getirilemeyecek şekilde silinmesine nezaret etmiştir.’ diye, inceden inceye teferruat bilgilerini de aktarmaktadır..

Ama, hele şu satırlar oldukça düşündürücüdür:  TSK'nın tarihinde hiç olmadığı kadar itibar kaydına uğraması, beni ve benim gibi vatanını ve milletini seven bir çok silah arkadaşımı son derece rahatsız etmiştir. Dosta güven, düşmana korku vermiş ordumuzun kendi milleti nazarında güven kaybediyor olması çok acı bir durumdur. (…) Kendi milletine karşı psikolojik harekat yapan, toplumu bölen ve toplumun değerlerini karşısına alan bir TSK (…) nasıl bir gerçekse, TSK'nın tamamının böyle olmadığı da bir gerçektir.  (…) Maalesef, önceleri doğru ve gerekli olduğuna inandığım ancak şu an içinde bulunmaktan büyük pişmanlık duyduğum, sadece 3'üncü dünya ülkelerine özgü bir şekilde kendi vatandaşına ‘psikolojik harekat’ uygulayan ve bunun adına da ‘bilgilendirme faaliyeti’ şeklinde masum ve haklı görünen bir maske uyduran bir cunta oluşumunda birçok arkadaşımla birlikte görev aldım. Bu oluşum ilk başta gayet haklı gerekçelerle kurulan ve gerçek görevi düşmana karşı psikolojik harekat uygulamak olan Psikolojik Harekat Daire Başkanlığı'nı kendine maşa olarak kullanıyordu. Bu güzide kurumun imkan ve kabiliyetlerinden yararlanılarak devletin vali, kaymakam, savcı, hakim gibi önemli kadrolarında görevli personeli de dahil olmak üzere insanlarımız haklarında oluşturulan 'Bilgi Fişi' adı verilen belgelerle tek tek fişlendi. Cunta yapılanmasının organize ettiği yasal dayanağı bulunmayan faaliyetlerin kamuoyuna yansıması sonucu kurumumuz yıprandı, adı ‘Bilgi Destek Daire Başkanlığı’   olarak değiştirilmek zorunda kalındı ve görev alanı daraltıldı. Hali hazırda devam eden, cunta faaliyetleri neticesinde, son olarak toplam sayısı 4 olan ve muharebede Ege Ordu Komutanlığı dahil tüm Ordu Komutanlıklarını destekleyecek olan Bilgi Destek Taburlarının sayısı 1'e düşürülerek asli görevini yapamayacak hale getirildi. Geriye kalan son taburda görevi bazı personel halen asli görevlerine yönelik çalışmaları bir kenara bırakarak cunta örgütlenmesinden aldıkları örtülü ve yasadışı görevleri yürütmeye devam etmektedir.

Yukarıda ifade ettiğim TSK içerisindeki ‘ülke yönetime el koyma heveslileri, yani darbe taraftarlar’  başka bir ifadeyle ‘Cunta örgütlenmesi’  yıllardır işgal ettiği makamlarla, kilit pozisyonlar ve sivil uzantılarıyla ülkenin gündemini elinde tutmuş ve faaliyetlerini kamuoyuna ‘tüm TSK'nın ortak görüşü’  gibi göstermiş ve göstermeye devam etmektedir.

(...) "Biz silah arkadaşıyız", "Ortak düşmanlar", "Biz bir aileyiz", "TSK'yı yıpratmak istiyorlar" gibi temaları kullanarak sözde "Korumacı bir yaklaşımla" hedef saptırmaya çalışıyorlar. Bu "sözde korumacı yaklaşım"la birlikte, gerçekleri bilen ve duyurmak isteyen personel de "Korkutma ve sindirme" faaliyetleri ile susturulmaktadır. Bu şekilde birçok olay karşısında "kol kırılır yen içinde kalır" mantığı yürütülmektedir. Cuntanın pisliklerini içeride gizlemek durumunda kalan TSK'nın itibarı ise sürekli zedelenmeye devam etmektedir. Toplumun genelinde bilinen ve dedikodu şeklinde kulaktan kulağa yayılan TSK ile ilgili birçok konuyu (PKK'ya yardım, uyuşturucu, fişleme, suikast, örtülü operasyonlar vb) olayların olduğu bölgelerde görev yapanlar, medya aracılığı ile öğrendi. Ancak medyanın bilmediklerini ben ve benim gibi Genelkurmay Bilgi Destek Daire Başkanlığı bünyesinde görev yapan arkadaşlar yani bu faaliyetleri bizzat planlayan ve icra eden kişiler çok yakından biliyoruz. Bilgi destek personeli olarak bizzat olayların içerisinde (Aktütün'de, Dağlıca'da, Poyrazköy'de, Çukurca'da ve daha birçok yerde) olduğumuz için gerçekler tüm çıplaklığıyla bilinmektedir.

Ayrıca askeri okullarda başlayıp karargah, birlik ve lojmanlarda her anı bir arada geçen tatillerini bile beraber yanan bizler birbirimizi çok iyi tanıyoruz. Özellikle ülke gündemini uzun süre meşgul eden ve devletin kurumlarını birbirine düşüren son "İrticayla Mücadele Eylem Planı"na bakıldığında; her olayda olduğu gibi bu olay da cuntanın kendi bekası için ülkemizin tüm değerlerini paramparça etmeye çalıştığı görülmektedir. ’

*

‘Sayın Savcım, Kuşaklar boyu TSK'ya hizmet etmiş bir aileye sahip olmaktan onur duyan bir subayım. ‘ diye başlayan uzuuun mektubundan bir bölümü yukarıda kısaca aktardığımız ve mektubunda, ‘Belgenin aslını aldım. Aslı bulunamayınca, bir cunta mensubu tarafından imha edildiği görüşü benimsendi. Başbuğ açıklamasını, belgenin imha edildiğine kanaat getirdikten sonra yaptı..’ diyen ve halk oyu ile iktidara gelen hükümeti devirmek için hazırlanan ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nın Albay Dursun Çiçek'e emir-komuta zinciri içerisinde yazdırıldığını, emrin Genelkurmay İkinci Başkanı'ndan geldiğini, iki generalin de katkı sağladığını ifade eden  ve ‘Mensubu bulunduğum TSK'ya uzun yıllar hizmet etmiş bir subay olarak bir hizmetim daha olsun istiyorum. Özverili çalışmalarınıza katkıda bulunmak adına EK-A'da yer alan bu belgeyi size göndermeyi vatanım ve milletim adına bir vazife biliyorum.’ diyen  subayın mektubunun tamamı, TSK’nın nasıl bir ‘yeniçeri hastalığı’na mubtelâ olduğunu gösteriyor..

*

Millet, TSK’yı kendi halkına karşı bu gibi entrikaları tezgahlasın diye beslemiyor..

Kendi halkına karşı entrikalar, kumpaslar, ihtilaller hazırlayan ve keza, aynı derecede önemli olan bir diğer husus da, gizli belgelerini bile muhafaza edemiyen bir ordu mu, milleti ve ülkeyi savunacak?

Ülkemiz bu ‘yeniçeri hastalığı’ndan kurtulmalıdır.  ‘27 Nisan 2007 e- Muhtırası’na direnişiyle, bir çok entrika ve fesad denklemlerini bozan Tayyîb Erdoğan, aynı tavrı, bundan sonra da sürdürür ve de bu tavır, öteki siyasetçilerce de sürdürülürse; tarihten intikal eden ve milletimize içerden boyunduruk vuran bu gibi utandırıcı zorbalık hayat imkanı bulamaz.

Millet, ordusunu ve devletini ve devletinin bütün temel kurumlarını, kendi inancına, kendi mutlak doğrularına göre oluşturmak ve  şekillendirmeye mahkûmdur.. Yoksa, sahneye ‘kurtarıcı’  diye daha nice eşkıya ve entrikacıların çıkması kaçınılmaz olur.

‘Ordusuz devlet olamıyacağı’ gerçeğinin çarpıtılarak, ‘devletin orduya aid ve ordunun emrinde olması’  şekline dönüşmesinin toplumu köleleştireceği veya esir alacağı asla unutulmamalıdır..