İmam Hatip Okulu'nun birinci sınıfından altıncı sınıfına kadar Risale-i Nur derslerine devam eden küçük, aciz, kendi halinde bir öğrenciydim.
Çocukluktan delikanlılığa evriliyordum; heyecanlıydım, Risale-i Nurlardan öğrendiğim yeni şeylere sımsıkı tutunmaya çalışmakla kalmıyor onu herkesle paylaşmak, herkeste onu okuma merakı uyandırmak istiyordum.
Merhum babam, durumumun en yakın tanığıydı. Hem taşradan gelip şehirde çocuklarını hayata hazırlamaya çalışan bir baba hem de bilinçli bir mümin olarak benim dizginlerimi sıkı sıkıya tutan tek insandı; sürekli yükselen heyecanıma karşılık neredeyse her gün şunu söylerdi:
'Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed'tir (sav). Ondan sonra onun tebliğ emanetini sürdüren binlerce alim gelip geçmiştir. Yeni zamanın tebliğcisi ise Said Nursi'dir. O da bizim gibi aynı peygamberin ümmetidir; bizden farkı ise onun Bediüzzaman olmasıdır. Onun şakirtlerine Nurcu derler ama o Risalelerini okuyan ya da okumayan her mümin için bir Bediüzzaman'dır. Onun yeriyle kendi yerini karıştırma, Peygamberimizi ondan daha fazla an ve Nurculuğu da onun güzide şahsiyetinin önüne sakın alma.'
İmam Hatip'in altıncı sınıfındayken kendisinden Risale-i Nur da talim ettiğim bir öğretmenim ders esnasında merhum Erbakan'ı tekfir edince benim de medreseden nasibim kesilmiş oldu. Zaten MTTB'ye olan eğilimim ve edebiyata düşkünlüğüm yüzünden yabancı yazarları çok fazla okuyor olmam medreseyle olan bağımı çokça zayıflatmıştı. Zikrettiğim olay da kopuşumun tuzu biberi oldu.
'Kopuş' derken Risalelerden kopmadım elbette. Onlar benim ilk mürşidimdi çünkü; her ne okursam okuyayım onlardaki bilginin üstüne bilgi eklemek üzere okudum. Ta ki, çocukluğumda el yordamıyla başta İmam Gazali olmak üzere tanıdığım İslami düşüncenin münşilerini ve son olarak Sezai Karakoç'u okuyuncaya kadar. Bu noktadan itibaren Din'in siyasetsiz olmayacağı bilinci içinde ama ille de edebiyatta karar kılarak yürüyüşümü sürdürmeye çalıştım. Bediüzzman'a olan sevgim ve hürmetimle, şakirdlerine olan muhabbetimse hiç bitmedi.
İslamcılık tartışmasında geldiğimiz noktayı düşününce başımı ellerimin arasına alıp derin bir sükuta dalıyorum şimdi. Çünkü Nurcu kalemlerin, bir fitneye neden olabilecek tarzda konuya müdahil olan 'devşirme aydınlar'dan daha şedit bir şekilde Bediüzzaman'ı kendi zamanlarının Nurculuk algısı içinden okumalarına, Nurcu olan kendileri değil de sanki Bediüzzaman'mış gibi onun sözleriyle İslamcıları rencide etmeye yönelmelerine, onlarla ayrışma telaşına düşmelerine bir anlam veremiyorum. Katar katar dizilen sorularımdan kimilerini paylaşayım, sanırım sizler de bana hak vereceksinizdir:
1- Babamın söyleyişiyle Nurcu olan Said Nursi değil de ben isem, aynı durum kendilerini Nurcu olarak tanımlayanlar için de geçerli değil mi?
2-Siyasetten uzak olmak Nurculuğun karakteriydi. Bediüzzaman'ın 'Şeytan'dan ve siyasetten Allah'a sığınırım' sözü hareket mensuplarının şiarıydı. Ne oldu ki, şimdi mevcut iktidarın gücünü kendi lehine kullanmayı talep edecek kadar siyasi bir tehdide dönüştü?
3-Bediüzzaman'ın hayatı hapislerle, sürgünlerle geçti. Çünkü İslam'dan uzaklaşmanın resmi politika olarak uygulandığı bir dönemde onun tecdid-i iman misyonunu üstlenmesi muhalif olarak damgalanması için zaten yeterliydi. Zaman içinde ne değişti ki, hareket onun bu muhalif damarını kesip, tümüyle hoşgörücülüğe yöneldi?
4-Mevcut hareketin siyasileşmesi de bir yana, uluslararası sorunlar konusunda taraf olmaya, görüş belirtmeye ve iktidara telkinde bulunmaya varan güç gösterisinin boyutu, Bediüzzaman'ın düşünce ve eylem tarzının artık çok gerilerde bırakıldığı anlamına gelmiyor mu? Böyleyse hareketin yeni halini, eski haliyle karşılaştırmak bir zorunluluk arzetmiyor mu?
5-Hareketin kimi mensuplarınca günümüzde Müslümanlık asabiyetini sürdürmek 'Müslüman ırkçılığı' olarak yorumlanabildiğine göre, hareket güya dini ırkçılıktan kaçınmak için mi Mavi Marmara vb. eylemleri olumsuzlama ihtiyacı duydu?
6-Diyelim ki İslamcılık sahiden öldü ve bugün Müslümanları temsil eden tek hareket Nurculuk'tur. Nurcu olmaktan maksat Müslümanca yaşamaksa, hareket tek başına bu temsile neden hayati bir değer yüklüyor? Bu tarz bir temsilin uluslarası derin siyasetle angajman ya da taahhüt düzeyinde bir ilişkisi mi var ki, İslamcılık hedef tahtasına konuluyor?
Evet, geçmişte kalan aidiyetimle şimdi (şükürler olsun ki hala küçük, aciz, kendi halinde bir öğrenci olarak) zikrettiğim (ve hareketle ilişkisi hasbi olan müminleri rencide eder endişesiyle zikretmediğim) sorular yüzünden başım ellerimin arasında.
Velev ki İslamcılık ölmüş olsun, peki Nurculuk 'şimdi' nasıl yaşatılıyor?
Asıl bunu konuşalım.
Orada kimse var mı?
Yeni Şafak