ABD’nin Princeton Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmada öğrencilere on etnik grup ya da ulus adı verilmiş ve bunların dürüst, pis, dindar, zeki vb. olumlu-olumsuz özelliklerle katagorize edilmesi istenmiştir. Araştırmaya göre Almanlar; bilimsel kafalı, çalışkan, duygusuz. İngilizler; sportmen, zeki, geleneksel. Zenciler; batıl inançlı, tembel, kaygısız olarak değerlendirilmiştir. Türklerin de sorulduğu araştırmada; “zalim, çok dindar, hain, zevk sefaya düşkün ve cahil” olarak sıfatlandırıldığı görülmüş.
Önyargı üzerine yapılan bu araştırmada “bize ait olan” kısmın dikkat çekici olduğu aşikar. Bir çoğumuzun taraflı, haksız, temelsiz, çelişkili olarak değerlendirebileceği bu yargılar için hissettiğimiz duyguları kendi önyargılarımız için de hissedebiliyor muyuz? Yoksa biz önyargısız ve hoşgörülü bir toplum muyuz?..
Önyargı; birisi veya bir şey hakkında vaktinden önce ifade edilmiş, olgunlaşmamış peşin hüküm olarak tarif edilebilir. Toplumsal tanımı ise; herhangi bir grup üyesi için sadece o grup üyesi olması sebebi ile geliştirilen genellikle olumsuz, dogmatik tutumlardır.
Kavramı “önyargının doğası” adlı kitabında Gordon Allport; “etnik önyargı hatalı ve esnek olmayan, genellemeye dayanan bir antipatidir. Bu hissedilen ya da ifade edilen bir şeydir. Grubun bütününe veya üyesine, gruba ait olduğu için yöneltilir.” şeklinde tanımlar.
1.Dünya Savaşı sonrasında başlayan ilk çalışmalarda kavram “ırkçılık” özelinde tarif edilmiş, son yıllarda diğer sosyal problemler yanında “sarışınların aptal oldukları” tarzında absürd konuları da kapsar hale gelmiştir.
Irklara yönelik aşağılayıcı tutumların gerekçesi; “Uygar” insanların geri kalmış insanlar üzerinde bunu doğal hak olarak görmeleridir. 1920’lere kadar baskı, ayrımcılık ve fiziksel ayırma (ABD’de siyah çocuklarla beyaz çocuklar aynı okula gidemezdi) doğaldır.
Önyargılar toplumların tümü için yıkıcı sonuçlar doğuran, bazen son derece önemsiz konularda bezen de kökleri oldukça derinlere uzanan, değişime karşı katı ve dirençli tutumlar olarak karşımıza çıkabilmektedir.
Türkün Türkten başka dostu yoktur! Pis ve hain Araplar! Kürtten evliya, koyma avluya! Dilenci Suriyeliler! Çingene pazarlığı! Ermeni tohumu! tarzında sıralanabilecek deyimleşmiş söylemler gündelik dilimize sirayet etmiş ve birçoğumuz tarafından kanıksanıp masumlaşmış fikirlerdir.
Önyargılarımız önce kırgınlık sonra kızgınlık süreçlerinden geçerek etnik temizlik ve soykırıma varan hadiseleri beraberinde getirebilir. İnsanlık tarihi bu acı tecrübeler ile doludur. Burada sorumluluğun önemli bir kısmı kafamızdaki önyargılarımız ve bunları körükleyen politikalardır demek abartılı olmaz sanırım...
Üretilen politikaların hedefinde bireylerden ziyade gruplar vardır. Bireylere yöneltilen tutumlar ait oldukları gruplar dolayısı iledir. Dünyada beyaz-siyah, nazi-yahudi, batı-doğu, uygar-geri kalmış, seküler-dindar tasnifleri ayrımcılığı beslerken. Ülkemizde ise iki “düşman” yıllarca ayrımcılığı “haketmiştir”; islam ve etnik köken...
Bir taraftan yobazlar, takunyalılar, göbeğini kaşıyanlar, softalar, gericiler, irticacılar, tarikatçılar diğer taraftan Kürtler, Lazlar, Araplar modern ulus devletin laik-üniter yapısı içerisinde ayrımcılığa tabi tutulurlar. Bu politikalar önyargıların sistematik bir hale dönüşüp, virüs gibi tüm topluma yayılması sonucunu doğurur.
Artık etnosantrik yani üyesi olunan içgrubun diğer bütün dışgruplardan üstün olduğu düşünülmeye başlanır. İçgrup üyelerinin tanınmasına gerek yoktur çünkü onlar olumlu değerlendirmeleri grup üyelikleri ile haketmişlerdir. Dışgrup üyeleri ise tanımaya değer olmayacak olumsuz kişiliklerdir.
Aslında önyargılarımızı belirleyen kalıpyargılarımız vardır. Aralarındaki fark; kalıpyargılar tek yönlü değildir. Kişi ve gruplar hakkında olumlu veya olumsuz olabilirler. En nihayetinde olumluluk aşırı güven, olumsuzluk aşırı düşmanlığı körükler.
İlk olarak 1922 yılında Walter Lipmann kalıpyargı kavramını “zihindeki resim” olarak tarif etmiş, “önyargıyı muhafaza eden bilişsel çerçeve” olarak kabul etmiştir. Aynı zamanda kalıpyargıların “sosyal adaletsizliğe” yol açan sonuçlar doğurduğunun altını çizmiştir.
Yaşanan hadiseler ve yapılan çalışmalar göstemiştir ki; kalıpyargılar önyargıları, önyargılar ise ayrımcılığı beslemektedir.
Bir kişiye “sadece ırk, din, cemaat, dernek gibi grup üyeliğinden dolayı genellikle olumsuz davranış gösterilmesi” olarak tarif edilebilir ayrımcılık. Bir nevi önyargının davranışa dönüşmüş halidir.
Ayrımcılık önce karşı olmak ifade edilerek başlar. Önyargı sahibi, kendisi gibi düşünenlerle konuşur, antipati ve düşmanca duygular ifade edilir. Bu aşamada diğeri sözsel olarak dışlanır. Bundan sonra uzak durulmaya başlanır. Kişi hoşlanmadığı birey veya gruplarla bir araya gelmekten kaçınır. Devamında ayrımcılık gelir. Önyargılı olunan kişi ve grupların iş, konut, eğitim, sağlık gibi hizmetlerden yararlanmasına, politik hakların kullanılmasına karşı çıkılır. Sonraki aşama saldırı boyutudur. Şiddet ya da şiddet sayılabilecek davranışlar sergilenir. Kendileri asli diğerleri arızi olarak görülür. Tehlike arzeden gruplar yıldırılmaya, fiziksel olarak sindirilmeye çalışılır. Ayrımcılığın son ve en şedit aşaması ise yok etme aşamasıdır. Linç, katliam ve toplu kıyım son duraktır ve artık buradan geri dönüş yoktur.
Genellikle ayrımcılığa azınlık durumunda olanlar maruz kalmaktadır. Azınlıktan kasıt sadece sayısal anlamda azınlık değildir. Sayıca çok olsalar dahi kimi gruplar resmi olarak azınlık sayılabilir. G.Afrikadaki zencilerin durumu böyledir.
Ülkemizde ise yıllarca “elitist bir azınlık” gücü elinde tutarak topluma asli kimliklerinden dolayı ayrımcı politikalar sergileyebilmiştir. O zaman azınlık grubunu; üyelerinin kamusal alan üzerinde, baskın grubun üyelerinden daha az gücü, kontrolü ve etkisi olan gruplar olarak tarif edebiliriz.
İnsanlık tarihinde uzun dönemler sürekli ayrımcılığa uğrayan sosyal gruplar ırk, (beyaz ırk dışında kalanlar) kadınlar ve fiziksel engelli insanlardır. Özellikle modern devletlerin kuruluşu ile üretilen ulus kavramı, vatandaşlık hak ve sorumluluklarını toprak ve seküler sembollere aidiyet duygusu üzerinden belirlemiş, farklılıkları homojenleştirmek istemiş, sınırları içerisinde kalan tüm renkleri yok saymış ve her türlü ayrımcılığa tabi tutmuştur.
Bazen önyargısız ayrımcılıkta mümkündür. Kendisi önyargılı olmadığı halde müşterilerinin tepkilerinden çekinen bir işletmeci lokantasında Suriyeli çalıştırmamakta hatta müşteri olarak kabul de etmeyebilmektedir.
Bunun en önemli gerekçesi önyargıyı besleyen sosyal norm ya da kurallardır. Bireyler önyargılı olmasalar dahi normlara uymak adına ayrımcılık yapabilmektedir. Örn; inşaatta birlikte çalıştığı ve çok iyi anlaştığı Kürt iş arkadaşına rağmen, kişi milliyetçi söylemlerin yoğun olduğu ortamlarda ses çıkarmamakta hatta onaylayabilmektedir.
Öyle ya da böyle karşılaştığımız bu olgu bizleri katagorize eder. Biz ve onlar, ötekiler vb. ben/biz merkezli üretilen katagorilerdir bunlar. İki grup arasındaki mesafeyi büyüten, iki grubu tamamen farklı olarak algılayan, aynı grup üyelerini homojen varsayan katagoriler.
Katagoriler arası farklılaşma, katagoriçi benzeşme abartılarak aktarılır. Örn; Almanyada yaşayan Türkler tüm farklılıklar gözardı edilerek “biz Türkler” olarak içgrup olabilmektedir. Yine en temel hakkı olan yaşam hakkını korumak için ülkemize gelmiş Suriyeli bir muhacirin sosyal statüsü öğretmen veya doktor olduğu dikkate alınmadan “dilenci Suriyeliler” olarak genellenebilmektedir.
Sonuç olarak bu durum bizi “dışgrup homojenliği yanılgısına” götürür. “Bunların hepsi aynı” mantığı burada devreye girer. Sonrasında “hayali ilişkisellik” kurularak toptancılığa gidilir. Grubun bir üyesinde görülen olumsuz bir özellik tüm gruba maledilir. Bunun en tipik örneğini; “müslümanların zaaflarının tüm müslümanlara hatta islama maledilmesi!” şeklinde görmekteyiz.
Önyargıyı bizim için daha anlaşılır kılan zan kavramıdır. Rabbimizin bu konudaki net vurgularını hatırlarsak; “onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah onların ne yaptıklarını bilir.” (10/36) ve “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın çoğu günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul eden, çok esrigeyendir.” (49/12) buyurulmaktadır.
Bizleri önyargı ve zandan koruyan Allah’a sonsuz nimetleri için ne kadar hamd etsek azdır. Biz iman ediyoruz ki; “müminler kardeştirler” ve iman ediyoruz ki “ceza ve mükafat günü” hak ve yakındır...