Türkiye'nin Batı ittifakı içinde yer alması her zaman yararına değildir. NATO üyesi bir ülke olarak Türkiye, bugünlerde İran ve Suriye üzerinden Arap âlemine ve daha genel çerçevede İslam dünyasına karşı gelişen cephede yer almaya sürükleniyor.
Eğer Türkiye, ABD ve NATO'nun isteklerine boyun eğecek olursa, sadece sekiz senedir büyük bir emekle geliştirip ancak şimdilerde semeresini almaya başladığı "komşularla sıfır ihtilaf ve Ortadoğu'ya açılma" politikaları suya düşmüş olmakla kalmayacak, Cumhuriyet dönemi boyunca özenle kaçındığımız bir duruma, "İslam dünyasına düşman" bir konuma düşmüş olacak.
Biliyoruz ki Mustafa Kemal, günün zorlayıcı şartları altında Türkiye'yi Misak-ı Milli sınırları içine çekerken "Müslüman kavimler günün birinde tek tek bağımsızlıklarını kazanıp da bir araya gelme iradesini gösterebilirlerse kendi aralarında birlik kurabileceklerdir" fikrindeydi. Mustafa Kemal hiçbir zaman Batı dünyasına, Avrupa'ya güvenmedi, o, Türkiye'nin gerçek bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve devlet bekasının Ortadoğu'yla, İslam dünyasıyla "organik ilişkiler" içine girmeye bağlı olduğunu biliyordu. İslam dünyasıyla aramıza büyük mesafelerin koyulması, içeride resmî görüş kabul edilen Türkçülüğün Araplara karşı ırkçılığa ve husumete dönüşmesinin tarihi hem sonraya rastlar, hem Batı dünyasının dayatmasıyla yakın ilgilidir.
Bu fikri geliştiren ve Anadolu'da yaşayan bizlerin tarih içindeki bekasının İslam dünyasının kaderiyle ilişkili olduğunu bilen ilk büyük devlet adamı Yavuz Sultan Selim'di. Birçokları Yavuz'un basit "cihangirlik davası"yla Safevilerle savaştığını ve sadece askerî ve siyasî nüfuz alanını daha çok genişletmek için Suriye ve Mısır seferini düzenlediğini düşünebilir. Bu o günün dünyasını ve tarih içinde hiçbir zaman kalıcı bir barış ve istikrar zeminine oturamamış "İslam-Batı ilişkilerinin tabiatı"nı iyi bilmeyenlerin yanlış okumasıdır. Fatih gibi Yavuz'un da "kızıl elması" İstanbul'dan sonra "Roma" idi. Roma'nın en yüksek tepesine üç hilal dikilecek olsaydı, bu hem İslam'ın nihai davası olan İ'lay-ı kelimetullah'ın hedefine varması hem Müslümanların Balkanlar'da ve Anadolu'daki bekalarının teminatı olacaktı. Tabii ki tarihin bizim pozitif faktörlerle teşhis edemediğimiz gizli faktörleri devreye girdiğinde başka bir irade hükmünü icra eder. Biz bir şey murad ederiz, Allah başka bir şey. Bu ayrı bir fasıldır.
Ancak Yavuz'un ne yapmak istediğini bilen Mustafa Kemal, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İslami geçmişini sümen altına itse ve Arap dünyasıyla arasına büyük mesafeler koysa bile, Türkiye'nin hiçbir zaman Müslümanlara ve Araplara karşı muharip bir pozisyona girmemesi gerektiğini biliyordu. Bu Türkiye'nin kırmızı çizgisidir ve halen devam etmektedir. Belki Türkiye İslam ve Arap dünyasının aleyhinde olabilecek kararlar altına imza atabilir, başka ittifaklar içinde yer alabilir, ama asla Müslümanlara karşı kendisi muharip olamaz. Hatırlayalım, Turgut Özal Körfez Savaşı'nda Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Irak'a sürmeye, Tansu Çiller, İran'ı vurmaya kalkıştığında askerler buna karşı çıkmıştı. Benim kanaatime göre, 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM'de reddini sağlayan da aynı "refleks"ti.
Evet, siyasetçiler tezkerenin geçmesini çok istediler, ikinci tezkereden sonra Amerikan uçakları Türkiye üzerinden binlerce sefer yapıp Irak'ta yüz binlerce masum Müslüman'ı öldürdüler, Afganistan'da Türk askeri sokaklarda babaları kendi ülkelerinin bağımsızlığı için hayatını kaybeden Afganlıların yetim çocuklarına şeker dağıtıyor... Evet, bunların hepsi doğru. Ama hâlâ Türkiye'de bir "iç irade, tarihî bir akıl, Yavuz'un ve Mustafa Kemal'in endişelerini taşıyan bir kuvvet" bizi Müslümanlarla ve Araplarla sıcak çatışma ortamından uzak tutmaya çalışıyor.
Türkiye'nin ağır bir baskı altında olduğu doğrudur. İran ve Suriye'ye ve bu iki Müslüman ülke üzerinden İslam dünyasına karşı konuşlandırılmak istenen füze savunma sistemi bizi bir kere daha çok zor bir duruma sokmuş bulunmaktadır. Umarım bu badireyi de atlatırız.
ZAMAN