“Önleyici vuruş/savaş” söylemini dünya ilk defa 11 Eylül sonrasında ABD yönetiminin dünya kamuoyunu Afganistan ve Irak saldırılarına hazırlarken duydu. Afganistan ve Irak üzerine saldıran ABD ordusu, giriştiği bütün işgal ve katliamları “önleyici vuruş” propagandası ile meşrulaştırmaya kalkıştı. Mevcut cinayetler muhayyel saldırıları engellemek için işlendi hep.
Benzer şekilde Türkiye’de de statükoyu oluşturan iktidar grupları yaklaşık bir asırdır “önleyici vuruş” siyaseti icra ediyor. Bürokratik oligarşi sıfatını fazlasıyla hak eden iktidar sınıflarının hak ve özgürlüklerini gasp ettikleri geniş toplum kesimlerine karşı sürdürdükleri “önleyici vuruş” halen yürürlükte. Siyaset, sermaye, yüksek yargı ve askeri zümrelerin mevcut iktidarlarını korumak adına sürekli olarak irtica, bölünme korkusunu pompalayıp durmaları boşuna değil. “Laik cumhuriyet elden gider, Atatürk’ün bahşettiği bütün hakları kaybedersiniz, herkesin başını örter bunlar, artık içki de içemezsiniz” vs şeklinde klişe söylemler hep bu amaca matuf olarak propaganda edildi.
Referandum sürecini engellemeye güç yetiremeyen CHP’nin bizzat Kılıçdaroğlu’nun ağzından meydanlarda, ekranlarda “türban sorununu biz çözeriz” vaadi bu önleyici vuruşun ilk işaretiydi. Kılıçdaroğlu başörtüsü başta olmak üzere İslami ve etnik temelli taleplere partisi içerisinden karşı çıkan kadroları tam olarak ikna edememişti. Ancak bu çağrı ile birlikte hükümete ‘kırmızı çizgi’ baskısı yapıyordu ısrarla. CHP lideri, ‘üniversitede neyse ama diğer tüm alanlarda türbanın yasak olduğu yasal olarak teminat altına alınsın’ çağrısı yapıyor. Mehmet Ali Birand’ın deyimiyle Kılıçdaroğlu laik kesimler adına kaybedileceği kesin olan bir siperden çekilip diğer siperleri daha sıkı korumak için mücadeleye veriyordu aslında.
TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in Cumhuriyet gazetesine verdiği mülakatı okuduğumuzda da aynı ‘önleyici vuruş’un büyük sermaye sınıfı tarafından sürdürüldüğünü görüyoruz. Referandum sonrasında yumuşak ve tereddütlü bir dil kullansa da TÜSİAD, CHP ile birlikte öteden beri başörtüsüz bir kamusal hayat inşa etmenin mücadelesini veriyor. Boyner, her zamanki gibi başörtüsü özelinden yola çıkıp İslam’ın kamusal alanda görünür olmasını (hakkı, hukuku geçtik) hoş görmekten uzak duran sermaye sınıfına hâkim kibirli ruh halini açık ediyordu.
TÜSİAD Başkanı’nın Sünni olarak nitelediği çoğunluğa karşı Kemalist bir refleksle Alevilere, ateistlere göz kırpmasını da buraya ilave edelim. Büyük sermaye sınıfı, tabiatı gereği resmi ideolojiye ve askeri bürokrasiye yanaşık düzen duruyor halen. Boyner’in söylemi İslam’a karşı laiklikle, Sünni Müslümanlara karşı Ateistlerle, Alevilerle sürdürülecek önleyici vuruşun stratejisini gösteriyor açıktan açığa.
Merkez medyada başörtüsü meselesine dair genelde hukuki veya siyasi değil askeri bir dil kullanılıyor. Savaş, siper, zehirli bir hediye, ideolojik bir simge vs diye devam eden düşmanlaştırıcı nitelemeler, “başörtülülerin kamusal alana sızma ihtimali” ile zirve yapıyor. Başörtüsünü ve başını örten kadınları, kızları bir tehdit hatta düşman olarak gören siyaset ve büyük sermaye sınıfı darbe süreçleri akamete uğrayan askerler adına daha çok öne çıkıyorlar. Fakat darbe süreçlerinde askerin gölgesi altında sergiledikleri saldırgan üsluplarının dozajı düşüyor. Düşüyor çünkü eskisi kadar güçlü, kudretli değiller. Bugünlerde devam eden “Başörtüsü sadece üniversitelerde serbest kalabilir söylemi” akıl ve ahlaktan yoksun küstahça bir blöften ibarettir.
Temel insani haklar ve özgürlüklerden biri olan kılık kıyafet ve ibadet özgürlüğü ne Kemalist siyasetin ne de sermayenin insafına terk edilemeyecek kadar hayatidir. Kasaplık koyun değiliz ki uysal uysal boynumuzu bıçağın altına serelim. CHP ve TÜSİAD’ın iktidar hırsına hak ve özgürlüklerin kurban edilemeyeceğini bilmem söylemeye gerek var mı? ‘Önleyici vuruş’ siyasetini sürdürmek isteyenlerin toplum nezdinde itibarları dolayısıyla da başarı şansları yoktur.
Not: Bu makale 17 Ekim 2010 tarihli Yeni Akit gazetesinde de yayınlanmıştır.