Yaşamak için bir yere, bir topluma ait olmak gerekirdi. Eski zamanlarda mahalle ve köy bunun için hayatın merkeziydi. Bugün artık köy sadece adıyla direniyor.
Mahallenin yerinde ise yeller esiyor. Biz değişirken hayat çevrelerimiz de değişti. Şimdi var olmayan eski çevrelerimizin bize kazandırdığı alışkanlıklarda, fikirlerde direnirken çağın dışına savruluyoruz.
Çiftlik, bir "çift" öküzün bir mevsimde sürebileceği genişlikteki arazinin adıydı. Şimdi içinde birkaç ev hayvanının ve bu hayvanların yaşayabileceği alanın bulunduğu yerlere deniyor. Kazâ, etrafındaki köyleriyle birlikte kendi kendine yeten bir ekonomiye sahip, bu yüzden de başında bir Kaadı'nın "kazâ" yani yargı ve bazı idarî yetkiler kullandığı yerleşim birimiydi. Bugün köy mesabesini geçmeyen, hatta içinde hakim olmayan ilçeler için "kazâ" sözünü alışkanlıkla tekrarlıyoruz. Köyler şehirlere taşınıp önce gecekondu mahallelerine, sonra "kentsel dönüşüm projeleri" ile sitelere yerlerini bırakıyor. Eskiden sokak sokak, ev ev belirli olan mahallelerin önce sınırları kayboluyor, sonra geride sadece isimler kalıyor. İsimler kalıyor; çünkü mahalleyi mahalle yapan mahalleliler yok artık. Bu yüzden "Onların mahallesi" de ortadan kalktı. Tıpkı "öbürlerinin mahallesi" gibi. Sadece alışkanlıklarımız var geride kalan, anlamını hiç düşünmeden sürdürdüğümüz. Bu alışkanlıklar da, tel örgülerle veya yüksek duvarlarla çevrili sitelerin, güvenlik görevlilerinin beklediği girişlerinden içeri giremiyor. Mahalle de köy de doğumdan ölüme kadar süren bir hayatın çerçevesiydi. Şimdi, yan komşunuzu değil televizyon dizisindeki kahramanları yakından tanımanız, bir hayatı sosyalleştirmek için yeterli oluyor. Aç kaldığınızda, işsiz kaldığınızda "komşusu açken tok yatamayan" komşunuza değil, sosyal güvenlik ve sigorta kurumlarına bel bağlıyorsunuz. Sağa sola ve çocuklara göz kulak olma işini de artık, site görevlileri yerine getiriyor.
"Onların" ve "ötekilerin" mahalleleri kalmadığı için, mahalle ruhunu ve bütünlüğünü sağlayan totemlerin ve tabuların da anlamı kalmadı. "Biz" ve "onlar"; Bağdat Caddesi'nde oturan Beşiktaşlılar, Akaretler'de oturan Galatasaraylılar gibi birlikte ve iç içe yaşıyorlar. İki ayrı X5'in direksiyonunda oturan biri Burberry's marka başörtüsü takan bir hanımla, diğerinde Dolce Gaban marka pantolon giyen askılı bluzlu bir hanım arasındaki ortak paydaları düşünelim? Başörtüsünü, sadece evlerine giren gündelikçilerin başında gören "onların mahallesi" sakinleri gibi; şimdi başı açık gündelikçiye köşe bucak evini temizleten "öbürlerinin mahallesi"nin başörtülü hanımlarının dertleşecekleri konulardan başlayabiliriz meselâ.
"Onların mahallesi" kalmadı. Bu yüzden "onların mahallesi"nin hak ve hukukunu savunanlar, geriye dönüp baktıklarında eski mahallelerin ayakta kalmayı başaran çeşmeleri gibi hayal dünyalarının totemlerinden başka bir şey göremiyorlar arkalarında. Halbuki totemlerin, birliğini temsil ettikleri insanlar dağıldıktan sonra hiçbir anlamı ve değeri kalmaz. Modern zamanların totemleri, yakamıza taktığımız rozetlerden ibaret.
Mahalle savaşlarına çıkmak, çocukluktan kalma bir oyunu sürdürmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Biri modern "hayat biçimi" ile, diğeri "geleneksel değerleri" ile aynı dünyanın içinde yaşıyorlar. Üretmek, satmak, rekabet ederek daha çok kazanmak isteyenlerin konuştuğu dil aynı dil. Bu dil piyasanın dili ve artık sadece ekonomik ilişkileri değil toplumu da egemenliği altına alıyor. Dışarıda sadece lojmanlar kaldı. Sitelerden daha kalın duvarları ve kuralları olan lojmanların da bu değişime daha fazla direnmesi imkansız. Orada yetişen çocuklar da piyasanın diline hemen intibak ediyorlar. Ne "onlar"ın ne de "öbürleri"nin mahallesi kalmadı. "İyi mi?" yoksa "kötü mü?" diye sorarsanız, ben sadece olan-biteni anlatıyorum.
Zaman Gazetesi