“Öncelikli Sorun” ve “Gelecek Tasavvuru”

Gülen örgütünü tasfiye etmek zorunda olan Türkiye'nin gelecek tasavvurunu bu örgütünün var olmadığı bir ülkeye indirgemesinin hata olacağını söyleyen M. Şükrü Hanioğlu, “öncelikli sorun” ve “gelecek tasavvuru” kavramlarını işliyor.

Öncelikli Sorun ve Geleceğimiz (11.09.2016)

M. Şükrü Hanioğlu / Sabah

15 Temmuz darbe girişimi cesametindeki bir gelişme, şaşırtıcı olmadığı gibi, ciddî artçı depremlerin yaşanmasına neden olmaktadır. Dinî söylem arkasına sığınarak ve mağduriyetleri suiistimal ederek “devlet içinde devlet” haline gelmeye çalışan, bu alandaki başarısı neticesinde değişik güç ve istihbarat örgütlerinin taşeronu haline gelen kapalı bir yapının askerî kadrolar ile adalet, güvenlik ve eğitim kurumları başta olmak üzere bürokrasiden ayıklanması öncelikli sorun haline gelmiştir.

Darbecilerin kendilerini durdurmaya çalışan sivil halka acımasızca ateş açtıkları, meclisi bombaladıkları bir kalkışma sonrasında devlet yönetiminin böylesi bir refleks göstermesi yadırgatıcı değildir.

Buna karşılık “öncelikli sorun”un diğer tüm uzun vâdeli toplumsal hedeflerin önüne geçmesine izin verilmemesi gerekmektedir.

“Devlet içinde devlet” yapılanmasının sonlandırılması, emirleri bürokrasi içinde siyasal otoriteden, yargı dahilinde bağımsız kurumlardan, silahlı kuvvetler bünyesinde ise komuta kademesinden değil kendi kapalı örgütünden alan bir yapılanmanın tasfiyesinin “önceliği” tartışma götürmez.

Ancak toplumun geleceği için hayatiyet arzeden bu tedbir Türkiye’nin “nihaî gelecek tasavvuru” haline getirilmemelidir. “Devlet içinde devlet” olmaya çalışan bir yapıyı tasfiye etmesi zorunlu olan Türkiye’nin gelecek tasavvurunun “bu örgütlenmenin varolmadığı bir ülke”ye indirgenmesi büyük bir hata olur.

Türkiye’nin gelecek tasavvuru, birey merkezli, özgürlükçü bir toplumsal sözleşme, hukukun üstünlüğüne dayalı bir katılımcı demokrasi ve vatandaşlık temelli bir “demos” olmalıdır.

Öncelikli sorun şüphesiz bunların hepsine yönelik bir tehdit oluşturmaktadır. Ancak “sadece onun izâlesi” nihaî hedeflerimize ulaşmamızı temin edemeyecektir. Bunun yanı sıra geçmişte yaşanan örneklerden de ders çıkararak hassasiyet göstermemiz gereken bir konu, söz konusu yapının “tasfiyesi”nin söz konusu hedeflerimize zarar vermeyecek, gelecek tasavvurumuzu etkilemeyecek biçimde gerçekleştirilmesidir.

Olağanüstülüğün Normalleşmesi

Yakın tarihimizde rejimin kendisine yöneltilen ve kalkışma boyutuna ulaşan tehditleri tasfiyesinin “kendi başına bir amaç” haline gelerek devamlılık kazandığı, siyasetin şeklini derinden etkilediği, “olağanüstülüğü normalleştirdiği” iki çarpıcı tecrübe yaşanmıştır.

Bunlar günümüzde karşılaştığımız sorunla bağlam, siyaset yapılanması, iktidarın amaçları ve gösterilen toplumsal tepki alanlarında önemli farklılıklar gösterir. Buna karşılık onlardan önemli dersler çıkartmak mümkündür.

İkinci Meşrutiyet Dönemi'nin “darbe-karşı darbe-kalkışma-suikast” panayırına dönüşen 1908-13 parantezi, Sadrâzam Mahmud Şevket Paşa’ya 11 Haziran 1913 günü yapılan suikast ile kapanmıştır. Muhalefetin yaklaşık beş ay önce Bâb-ı Âlî baskını ile iktidara el koymuş olan İttihad ve Terakki rejimine yönelik yeni bir girişiminin işaret fişeği olan bu suikast sonrasında, hükûmet kendisini hedef alan tertibe karşı zecrî tedbirler almış, bu alanda yürütülen mücadele ise girişimden bağımsız olarak tüm muhalefetin tasfiyesi ile neticelenmiştir.

Bürokrasi ve ordudaki muhaliflerin tetikleyebilecekleri yeni bir darbeyi önleme endişesi (iktidarın beş yılda beş kez darbe ile el değiştirdiği bir ortamda bu anlamsız bir kuruntu olmaktan uzaktı) fiilî bir tek parti rejiminin yerleşmesine ciddî katkıda bulunmuştur.

Olağanüstü koşullar ve yeni kalkışmaları engelleme kaygısı, 1914 seçimleri sonrasında oluşarak, İttihad ve Terakki Cemiyeti mensubu meb’uslardan oluşan meclisin bile dışlandığı, ülkenin, ilgili nâzır-sadrâzam-sultan imzası ile yürürlüğe konulan, önemli bir bölümü Kanun-i Esasî’nin temel ilkeleri ile çatışan kavânin-i muvakkate (geçici yasalar) ile yönetildiği bir düzen oluşmasına yol açmıştır.

I. Dünya Savaşı'nın yarattığı ortam ise bunu tahkim etmiştir.

Kamuoyunda “Tehcir Kanunu” olarak anılan 1915 tarihli geçici yasanın da dahil olduğu bu düzenlemelerin son derece sınırlı katılım ve tartışma ile şekillendirilmesi hayatî kararlarda önemli hatalara düşülmesine neden olmuştur.

Benzer bir süreç Erken Cumhuriyet döneminde de yaşanmıştır.

Şeyh Sa’id İsyanı’ndan (1925) İzmir Suikast Girişimi’ne (1926) ulaşan süreçte yaşanan gelişmeler nedeniyle alınan tedbirler, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarıldığı, muhalefet fırkasının kapatıldığı, İstiklâl Harbi kahramanı komutanlardan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin eski liderlerine ulaşan bir yelpazedeki muhaliflerin (bir bölümü kanıtlanamayan suçlamalarla idam edilerek) tasfiye edildiği rejimin altyapısını hazırlamıştır.

Bunun neticesinde ise “millet inşa” edilmesi, yeni bir devletin örgütlenmesi önemindeki süreçler çoğulcu tartışmanın olmadığı, farklı görüşlerin dile getirilemediği bir ortamda gerçekleşmiştir.

Öncelik ve Uzun Vâde

Vurguladığımız gibi yaşadığımız iki tecrübenin tarihî ve toplumsal bağlamları günümüzden farklıdır. İttihad ve Terakki Cemiyeti ile Erken Cumhuriyet dönemi Cumhuriyet Halk Fırkası içinde tek parti rejimi taraftarlarının güçlü olması, kalkışmalara karşı alınan tedbirlerin şiddet ve kapsamını etkilediği gibi olağanüstülüğün “normalleşmesi” ve süreklilik kazanmasına ciddî katkıda bulunmuştur.

Günümüzde böylesi “muhalefetsiz iktidar” ve “genel tasfiye” eğilimlerinin revaç bulmaması, siyasetin “bir kurum” olarak darbeciliğe karşı tavır takınması, tedbir alınmasını meşru görmesi son derece önemlidir. Bunlar geçmişte yaşananların tekrarlanmaması alanında varolan önemli güvencelerdir.

Buna karşılık, bunlarla yetinilmeyerek, öncelik vermemizin zorunlu olduğu tedbirler manzumesinin “olağanüstülüğü” normalleştirmemesi, gelecek tasavvurumuzu gölgelememesi ve onun biçimini etkilememesi için de hassasiyet gösterilmesi gerekmektedir.

Bir taşeron olarak Türkiye’ye saldıran, toplumu ezerek, vatandaşları katlederek ülkeyi ele geçirmeye kalkışan kapalı bir yapının tasfiyesi ne denli gerekliyse, bunun hukukun temel ilkeleri çerçevesinde ve insan hakları ihlâl edilmeden gerçekleştirilmesi, alınacak tedbirlerin suç işleyenlere münhasır kalması ve önleyici önlemlerin cezalandırmaya dönüşmemesi de aynı ölçüde zorunludur. 2016 Türkiye’si 1913 ve 1925-26 deneylerinden farklı olarak mücadelesini bir “hukuk devleti” olarak verme durumundadır.

En az bunun kadar önemli olan husus ise öncelikli sorunumuzun gelecek tasavvurumuzun önüne geçmemesi ve onun temel ilkelerini etkilememesidir. Zikredilen yapının tasfiyesinin Türkiye için bir hayat ve memat meselesi olması, aslî hedefimizin katılımcı demokrasi olduğu gerçeğini gölgelememeli ve bu ideale ulaşmamız için katetmemiz gereken yolu uzatmamalıdır.

Yorum Analiz Haberleri

Döktüğün kan yetmedi mi hala utanmadan konuşabiliyorsun?
"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?