Öncelikli hedef neden tağuti otoritedir? Ve asabiye gündemleri geri itilmelidir!

HAMZA TÜRKMEN

Rabbimiz Şura sûresinde iman edip, Rabb'lerine tevekkül edenler için  “Onlar, Rabblerinin çağrısına uyarlar ve namazı dosdoğru kılarlar. İşlerini şura ile yaparlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayırda harcarlar.

Ve onlar bir bağy/haksızlık veya saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşırlar. (42/38-39) buyurmaktadır.

Bu yardımlaşma çağrısından dolayı “Müslüman halklar kardeştir” diyoruz. “Yaşasın ümmet dayanışması” diyoruz. Bu haykırışlarımızda mezhebi ayrıntıları değil İslami esasları, lider kutsamasını değil Müslüman halkların dayanışmasını ön plana çıkartıyoruz.

Durum ve hal tespiti açısından öne çıkan Kur’ani kavramlardan birisi de “Bağy”dir. Sözlükte “haktan ayrılmak, zulmetmek, haddi aşmak” anlamına gelen bâğy kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de, sözlük anlamının dışında “Allâh'a karşı gelme ve dinin çizdiği sınırları aşma” manasında ahlâkî ve fıkhî bir terim olarak da kullanılmıştır (bk: 6/164;16/90; Kasâs, 28/76;  42/27; Hucurât, 49/9). Bu seyyieleri/kötülükleri işleyene veya işleyenlere de “Baği” denir.

“Hak” ve “Batıl” mücadelesi ilk insan neslinin varlığından günümüze kadar süren ve Kıyamet’e kadar da sürecek olan en gerçekçi ve devam edegelen temel mücadele sürecini ifade eder. Hak ve adalet arayışı ön planda olanlar olumlu cepheyi; baği olanlar ise zulüm, tekebbür, şirk ve inkâr cephesini oluşturmaktır.

İslam olduğunu ilan edip de zalimlik yapan hak ve adaleti yerine getirmeyen günahkarları engellemek ve ıslah etmek, güçleri oranında müslümanların üzerinde bir vecibedir ve bu zalimlerin nihai hükmünü ise Rabbimiz verecektir. Bu zalimlerin durumu Onların çoğu, şirk koşmadan Allah'a inanmazlar. (12/106) denilen, Allah’ın varlığını kabul edip ama şirkten kurtulamayan dindarların durumunu hatırlatmaktadır. Bu nedenle sahih bir iman esastır.

“Salih amel” için inanmak yetmez, “sahih bir imana” sahip olmak gerekir. Tabii ki Hucurat sûresinde  ifade edildiği gibi itikadi ve ameli yanlışlarından arınamayanların “inandık” demeleri halinde onları kovacak halimiz de yoktur. En azından onlara uygun bir üslupla Siz (henüz) iman etmediniz ama ‘Teslim olduk!' deyin! (Çünkü) iman henüz kalplerinize yerleşmedi. Allah'a ve Elçisine itaat ederseniz (Allah) işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez.. (49/14) demek durumundayız.

Kendisini Hak cephesinde gördüğü halde itikatta, yönetimde, siyasette veya ekonomide haddi aşan veya aşma eğiliminde olan zalimleri, günahkârları uyarmak ve düzeltmek müslihunun görevidir. Hucurat sûresinde de “İnanan iki taife birbirine saldırırsa aralarını düzeltin. Eğer birisi saldırmaya devam ederse ona karşı sizde mücadele ediniz. Eğer vazgeçerlerse aralarını adaletle düzeltip/ıslah edip hakkaniyetle davranın” (49/9) buyuruluyor. Lakin zaafa düşmüş ve gücünü kaybetmiş bir ümmet bakiyesi var. Ve muslihunun da tavır geliştirmekten başka arayı düzeltip ıslah edecek yeterliliği ve adalet sağlayacak fiili bir gücü yok ve onlar yanlışı engellemek ve ıslah etmek çabasıdan, uyarı açıklamaları yapmaktan ve vaaz etmekten ileri gidemiyorlar. Zira muslihun ulus devletlerin vesayeti altında eli kolu tutsak halde yaşıyor.

Emperyalist kapitalizme de Siyonizme de karşı olan; savaş bayraklarına “Allah” ve “Allahuekber” lafızlarını yazan, “Lailahe illallah” yazılı veya doğru ya da yanlış içerik motifli bayrakları cephelerinin ön safında tutan ama nefsini ve statüsünü ilahlaştırmış içimizdeki zalimler iç çatışmamızın birinci failleridir.

Bu zalimlerden kimyasal silah kullanan işkenceci Saddam Hüseyin Irak’ta 30 Aralık 2006 tarihinde ABD güçlerince idam edilince Iraklı Şiiler ve diğerleri insanlara baklava ve tatlı dağıttı. Yine bu zalimlerden olan ve Şii Hilali asabiyesi içinde İranlılar ve Ruslarla birlikte yüzbinlerce Suriyeli müslümanın katledilmesine neden olan ve Hizbullah birlikleriyle birlikte binlercesine işkence uygulatan Lübnanlı Hasan Nasrallah 27 Eylül 2024’te Beyrut’ta Siyonist rejim tarafından ABD silahları ile kurmay kadrosuyla birlikte bombalanarak öldürülünce Suriyeli Sünniler ve diğerleri insanlara baklava ve tatlı dağıttılar.

Siyonist işgale karşı olan; ama aynı zamanda karşıtı oldukları dini mezheplere yönelik cürümler de işleyen bu iki zalimin emperyalist kafirler tarafından öldürülmesi, ıslah görevlerini başarıya ulaştıramayan veya bu zalimlerin zulümlerini engelleyecek fiili güce ulaşamayan biz müminler için sevinilecek değil, yetersizliklerimiz dolayısıyla üzülecek bir durumdur. Çünkü kafirler müminlerin vekili değildir. Ve kafirler bu zalimleri öldürürken aynı zamanda bu zalimlerin mezhep bağlılarına değil bütün Müslümanlara da gözdağı vermeye çalışmışlardır.

Tabii ki Saddam’ın milli dindar hizbi de Nasrallah’ın ve İran’ın hizbi de zalimlikleriyle tanınan bu iki kişinin katledilmelerinin ardından “Yolun yolumuz ey şehid” haykırışlarıyla marjinalleşen gösteriler yaptılar.

Kur’ani bağlam, ancak yaşarken tevhid ve adaletin şahidliğini yapanlara öldüklerinde veya öldürüldüklerinde “şehid” der. Zalimler bu ifadeyle nitelendirilemezler. Ancak zulüm, işkence, cinayet ve tecavüzlerle adı anılan ve Müslim oldukları söylenen bu tür insanların ölümlerinin kutlama gösterilerine, yaşanmış kötülüklere ve mezhepçi asabiyeye karşı öne çıkan başka bir mezhepçi öfke asabiyesi olarak bakılmalıdır. Önemli olan her taraf için de mezhepçi asabiyelerin aşılıp İslami asıllara dayanılmasıdır.

Emperyalizmin psikolojik imha ve sindirme operasyonu karşısında, siyasi tutum olarak “mezhepler üstü” bir tutum izleyen, Mescid-i Aksa’daki, Filistin ve Gazze’deki işgali ve katliamları gidermek için ümmetin toplam maslahatını gözeten HAMAS lideri İsmail Haniye’ye 31 Temmuz 2024’te Tahran’da suikast düzenlendiğinde hep birlikte büyük bir hüzün yaşadık. Hilafsız şehid diyebileceğimiz bir kimliğin şehadetini diriliş çağrısı olarak değerlendirdik.

Dolayısıyla bütün bu İslami havza ve kültür içinde yaşanan hatalar ve cürümler yanında sahih iman sahiplerini de, teslimiyet itibariyle müslim olduklarını ifade eden ama zaaflı inanç ve amel sahiplerini de saptırmaya, birbirine düşürmeye ve şirk cephesine sürüklemeye veya cahiliyye yönelimini güçlendirmeye; bütün bunların yaşadıkları alanı işgal etmeye veya yerlerinden sürmeye, katletmeye ya da vesayet altına almaya çalışan her türlü bağy; küffarın tuzak, komplo ve saldırıları tavır alınıp direnilmesi gereken öncelikli hedeftir.

1991’de Irak’a ABD ve koalisyon güçleriyle açılan ve bir milyondan fazla Iraklının ölümüne sebep olan savaşa karşı da “Saddam bahane, dökülen kan İslam’ın” tespitiyle yaklaşmıştık. İçimizdeki Müslüman kimlikli zalimlerle hesabımız; İslam’ı ve müslümanları topyekûn sindirmeyi, köleleştirmeyi veya yok etmeyi amaçlayan emperyalist küffara, Batılı paradigmaya, küresel emperyalizme karşı vereceğimiz mücadele ile bir tutulmamalıdır. Tabii ki bu ortak çağrı, emperyalist yayılmaya karşı “Direniş cephesi” sloganının arkasına gizlenen mezhepçi yayılmayı veya istikbarı onaylamak anlamına da gelmemelidir.

İslam itikadi ve siyasi her türlü “rucz”dan/kötülükten hicret etmek, her türlü sapkınlığa “La”/hayır demek çağrısı ile başlar sonra insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkartacak olan tevhid  ve  Kur’an bilincine davetle felahın, iki dünya için de mutlak aydınlığın yolunu gösterir. Vahyi bilgiyi uygulama örnekliğinin hakemliğinin de Resullerin ve son Nebi Muhammed Aleyhiselam’ın uygulamalarıyla gösterildiğini ve bu örneklik yoluna itaat etmemiz gerektiğini bildirir.

Resul (s) ve Resullerin yolu, fıtri olandan ve vahyi ölçülerden her türlü sapmaya ve bağy’e karşı; yani meşru sınırların aşılmasına veya dinî ve ahlaki alanlarda her türlü sapkınlığı, haksızlığı, zulüm ve tecavüzleri ifade eden ve Kur’an’da 39 yerde geçen “tuğyan”a karşı hakkı ve adaleti  yeniden ikame etme, tanıklaştırma; sabrı, takvayı, dayanışmayı ve mücadeleyi kavileştirme yoludur. Tuğyan bazı hadislerde “Aşırı dünya sevgisinin, mal hırsının, şiddetli öfke ve kinin insanı tuğyana sevkedeceği” bildirilmiştir. (Dârim,. Mukaddime, 32; Abdürrezzâkes-San’âni, XI, 188)

Ayetlerde tuğyanı yaşayan ve yaşatan bütün kişi, kurum ve güçler “cibt” ve mükerreren de “tağut”1 kavramlarıyla anlatılır. Rabbimiz Nisa sûresinde onların halini şöyle anlatır:

“Allah'ın Kitabı'ndan bilgi sahibi olanları görmedin mi? Cibt’e ve Tağut’a inanıyorlar ve Kafirler için: ‘Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadırlar.’ diyorlar.” (4/51)

İşte bu ayet içimizdeki zalimlerin kimliği ile, fiili düşmanımız olan kafirlerin kimliğinin farklılığını belirginleştiriyor. “Cibt”, Kitab-ı Kerim’de gerçeği kabul etmeyen kaba ruhlu insan için veya küfrün ve kötülüğün temsilcisi olan her şey anlamında kullanılan bir tabirdir. (TDV İslam Ansiklopedisi).

“Tağut”, sözlük anlamı “azmak, sınırı aşma” olan “tuğvân (tuğyân)” kökünden türeyen bir isim/sıfat olarak kullanılır. Asıl manası “aşırı derecede azgın ve mütecaviz”dir. Bundan hareketle Allah’tan başka tapınılan ve Hak yoldan saptıran her varlık, put, şeytan, (veya otorite) kâhin ve sihirbaz kapsamı içinde düşünülmüştür. (İsfahânî. El-Müfredât, “tğv”. “tğy”).

Mekki ayetlerde Resullerin görevinin iman edenleri tağuttan uzaklaşıp Allah’a kul olmaya (16/36) ve tağuta bağlılıktan arınıp yalnız Allah’a yönelenlerin ebedi mutluluğa erecekleri (Zümer, 39/15-17); Medeni ayetlerde de batıl ehli şer odaklarına değil Allah’a iman etmenin, tağutu değil Allah’ı vekil tutmanın önemine işaret edilmiştir (2/256-257). Bu yüzden de fiili olarak Allah’la ve onun hükümleriyle bağımızı kesmeye çalışan tuğyan ve tağuti güç ve otoriteler öncelikli düşmanımız olmalıdır.

Rabbimiz Enfal sûresinde “Siz de onlara karşı gücünüz oranında kuvvet ve atlı birlik hazırlayın” buyuruyor. (6/60

Bugünün atlı birliklerini uzay teknolojisi ve elektronik donanım olarak ele alabiliriz. Yine bugün müslim olan mevcut 56 ülkenin toplam geliri, güç itibariyle dünya 3.cüsü veya 4.cüsü olan bir Almanya’nın gelir düzeyine bile ulaşamıyor. En azından teknolojik saldırıları durduracak bir güç seviyesine gelmeden tabii ki varlığımıza karşı saldırılara direnme yollarını aramalıyız; ama yeterli bir güce ulaşamadan emperyalist güçlere karşı silahlı taarruz çağrısı veya beklentisi cesaret ve iman haline değil, üzücü bir basiretsizlik ve ferasetsizlik haline işaret eder. Resul (s) ve arkadaşları Mekke Dönemi’nde sabır ile; Bedir, Uhud ve Hendek gazvelerinde azim ve kıtal ile kendilerini korumaya çalıştılar ve direndiler; ancak gerekli bir güce eriştiklerinde Mekke’nin fethine yöneldiler veya Rabbimiz tarafından yönlendirildiler.

Halkı müslim olan ülkeler arasında uzay teknolojisi, elektronik donanım ve özgün harp sanayii itibariyle en gelişmiş ülke olarak İslam’a düşman olmayan bir iktidarın elinde görünen, sadece Türkiye’den bahsedebiliriz. Onun da iç dengeler itibariyle enflasyonla, gelir adaletsizliği ve yolsuzluklarla başı dertte ve kapitalist hayat tarzının kuşatması altında bulunuyor. Ve o iktidar da Batı emperyalizme teşne ve HAMAS İslami Direniş Hareketi’ne emperyalist kafirler gibi “terörist” diyen politik bir iç cephe ile kuşatılmış durumdadır.

İlahi mesajı çağlar boyu engelleyen zihniyet, soyut bir güç değildir. Kur'an'da tevhidi mücadele tarihine deyinen kıssalara bakıldığında "Firavun", "Karun", "Haman", "Samiri" tiplemeleri veya "mele", "mütref", "müstekbir", "kahin” sıfatlarını taşıyan azgın tipler, toplumsal tuğyanı örgütleyen tağuti güçlerdir. “İş başına geçince yeryüzünde bozgunculuk  yapmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışan” (2/205) bugünkü fıtrat ve İslam düşmanı güçler ise ben merkezci ve rasyonalist bir dünyaperestlik içinde olan Batılı dünya görüşüne patronluk yapan küresel güçler ve İsrail gibi emperyalizmin işbirlikçileridir.

Çağımızdaki modern devlet anlayışı, kuşatılan bir topluluk üzerinde vahye aykırı ideolojiyi iktidar kılan "firavun", "tiran" veya "şah" gibi kişi merkezli bir güce değil, kitleleri değişik organlardan oluşmuş bir örgütlenmeyle ve dayattığı cahili ideolojiyle tebalaştırmaya çalışan karmaşık bir otoriteye, ulusal devletlere dayanmaktadır.

Müslüman halklara ulusal kimliği dayatarak kurumlaşan tağuti otoriteler, vahiy karşıtı anlayışlarıyla hukuki alanı da, eğitim alanını da, siyasi ve ekonomik yapıyı da, sosyal ve dini yaşamı da bilfiil örgütlemekte veya kontrolleri altında tutmaktadırlar. Bu nedenle tağuti gücün ve işbirlikçilerinin "öncelikli düşmanı tevhidi kimlik ve tevhidi uyanış"tır; müslümanların öncelikli düşmanları da bu ifsadı yaygınlaştıran hakim tağuti otoriteler olmalıdır. Onlar da Batılı dünya görüşünün fiili patronlarıdır. Bunun için “Emperyalist Batı”nın liberal ve kamusalcı yorumlarını yaşatan ABD, AB, Komünist Çin, Rusya ve Hindistan’dır. Siyonist İsrail, müslüman coğrafyanın ortasında onlar adına yaşatılan askeri bir kontrol üssüdür. Bu nedenle de İsrail ile mücadele, aslında küresel emperyalist kapitalist sistemle mücadeledir.

Öte yandan İslami kitlelerin bünyesinde beliren birçok bidat ve hurafeyi, Kur'an karşıtı telakkileri gidermeye; kitlelerin inanç, ibadet, düşünce sahasındaki aşırılıklarını ıslah etmeye çalışan bazı çabalar da "düşmandan önce kendimizi adam edelim" düşüncesi içinde tağuti otoritenin zulüm ve ifsadıyla mücadele etmeyi tehir edici sınırlı bir tutum içine girebiliyorlar. Bu tarz tek boyutlu eğilimler derin bir gaflete düşme ve İslami bütünlükten kopma belirtisi gösteriyorlar.

Bir vücud, iç hastalığını tedavi etme görevi sırasında dışarıdan gelen mikroba dikkat etmez, direnç göstermezse yeni belalara duçar olur. Hasta da olunsa sıhhatli de olunsa, dışarıdan gelen şeytani tuzaklara, emperyalist saldırılara direnmek var olabilmenin ilk şartıdır. Var kalmadan idealize edilecek bir varoluşa yürünemeyeceği görülmelidir.  Unutulmamalı ki varoluşa sıfırdan başlamıyoruz; aramızda bir resül de yaşamıyor; var olanı ıslah ve ihya ederek geleceğe yürümeye çalışıyoruz. Bu yüzden de var kalan yapımızı tağuti otoritenin saldırı ve ayartmalarına karşı korumayı öncelemek durumundayız.

Bu bağlamda ifsadın kaynağının şeytanın ilk azgınlığından buyana dışarıdan sirayet ettiği, nefsimizin kötücül potansiyelini ele geçirmeye çalıştığı ve İslami mücadelenin de önce “La” diyerek başlayan dışa dönük bir mücadele olduğu hatırlanmalı ve hatırlatılmalıdır.

Bizler siyasi, fıkhi veya kelami tarihi yorumları kutsallaştırma asabiyesi içinde olan ölü gündemleri aşmalıyız; hem İslam’ın evrensel esaslarını eğitimin ve tebliğin gündemi yapan, hem varlığımıza kast edenlere karşı güncel gündemimizi ve güncel ilmihalimizi tazeleyen bir cehd içinde olmalıyız. Bu sabır, direniş, ıslah ve inşa çabalarına omuz veren dava insanlarımızı, bu çizginin mutlu kimliğine ulaşanları Rabbimiz iki cihanda da felaha erdirsin.

 

1- H. Türkmen, “Öncelikli Hedef Niçin Tağuti Otoritedir?”, Haksöz Dergisi, Temmuz 1997.