Önce delirttiler, şimdi de “deli deli olmayın” diyorlar...

Alper Görmüş

İki eski ve önemli CHP’linin, bir zamanlar üyesi oldukları partilerine son günlerde yönelttikleri eleştiriler çok ilgi çekti. Zülfü Livaneli ve Tarhan Erdem’e göre, hükümetin “Kürt açılımı” gayet “sosyal” ve “demokrat”, buna karşılık CHP’nin tepkisi “içe kapanmacı” ve “otokrat...”

Kısaca hatırlatayım...

Zülfü Livaneli, 15 ağustosta “Fikir mi önemli, kimin söylediği mi” başlıklı bir yazı yazdı. Gazetesi Vatan yazıyı o kadar ilginç buldu ki, aldı bunu manşetine taşıdı: “Livaneli’nin zor yazısı...” Yazının neden “zor” olduğu ise alt başlıkta izah edilmişti: “Solcu ve demokrat kimliğiyle tanınan eski CHP milletvekili, sanatçı yazar Zülfü Livaneli soruyor: AKP’nin her söylediğine gözü kapalı karşı mı çıkmalı?”

Manşetin iki uzun spotunda yazıdan alıntılara yer verildikten sonra, okur, yazının tümünü okumak üzere yazarın köşesine postalanıyor. (Türk basınının harikulade yaratığı “köşeden manşet kotarma” tuhaflığına hiç girmiyorum... Az uğraşmadım, “yapmayın, etmeyin, pür yorumdan haber olmaz” diye az dil dökmedim... Fakat iki yıl önce, hiçbir işe yaramadığına kanaat getirip bu konuda homurdanmaktan kesin olarak vazgeçtim.)

Biz köşeye savrulmayıp manşette kalalım... Çünkü orada zaten yazı güzelce özetlenmiş. Şöyle diyor Livaneli:

“Sağcı parti Kürt sorununa evrensel insan hakları düzleminde çözüm getirmeyi çalışıyor, solcu parti milliyetçi bir söylemi benimsiyor. (...) Fikir mi önemli, söyleyen mi? Gerçek solun bu ülkede yıllardır savunduğu, uğruna bedel ödediği kavramlara sırf bugünün iktidarı dile getiriyor diye karşı mı çıkmalı, yoksa destek mi olmalı? Esas soru bu... AKP’nin karşı çıktığımız ve çıkmaya devam edeceğimiz birçok temel politikası var ama bu durum, her söylediğine gözü kapalı itiraz etmemizi gerektirir mi?”

Tarhan Erdem de Neşe Düzel’e verdiği söyleşide (Taraf, 17 ağustos), “CHP tabanından Kürt açılımını savunan niye hiç ses çıkmıyor bugün” sorusunu cevaplarken CHP’nin yanı sıra onun çevresindeki “milliyetçi-sol” aydınları şu sözlerle eleştiriyordu:

“Taban sessiz çünkü bugün Türkiye’de bir ‘aydın sorunu’ var. Bazı aydınlarımızın ‘AK Partisi’ne ne olursa olsun karşı olmak’ gibi bir ön yargıları ve sabit fikirleri var. Bu kesim, ‘AK Partisi ne yaparsa yanlıştır. Bizim onun her yaptığının karşısında olmamız lazım’ diye düşünüyor ve bunu yapıyor da. (...) Köşe yazarlarının yarısından fazlası AK Partisi’nin karşısında olduğu için, ‘Kürt açılımı yararsız’ diyor. AK Partisi dünyanın en doğru şeyini savunsa da bunlar yine karşı çıkıyor ve geçmişte kendi yazdıklarıyla, söyledikleriyle ters düşüyorlar. Bu insanların bazılarının yazdıklarına, çizdiklerine hayret ediyorum ben bugün.”

Ya iktidarda “düşman” varsa?


Zülfü Livaneli “İktidarın her yaptığına gözü kapalı itiraz etmemeliyiz” derken çok haklı... Tarhan Erdem “Dünyanın en doğru şeyini yapsa da AK Parti iktidarına karşı çıkılmalıdır” cephesini eleştirirken çok haklı... Ve nihayet ikisi birden hükümetin Kürt açılımına kafadan karşı çıkan “solcu-laik-çağdaş aydın”ları eleştirirken çok haklılar... Fakat bir şartla: İktidarda “biz”den biri varsa... Öyle değil de iktidarda “düşmanımız” varsa, bu her şeyi değiştirir. O zaman o “aydın”lar haklı olur, Livaneli ve Erdem de bir anda “düşmanla işbirliği yapan müstemleke aydını” derekesine düşüverirler. Nitekim “laik- Kemalist- çağdaş- kentli” internet siteleri bu tattaki atışlarına başladılar bile...

Bilenler bilir... Ben 3 Kasım 2002’den beri iktidarda bir “düşman” bulunduğuna inanan milyonlarca insanın varlığına işaret ediyor ve bunların, “düşmanı imhaya yönelik mücadele”sini hesaba katmaksızın Türkiye’deki politik mücadelenin özünü kavrayamayacağımızı savunuyorum. Sözlerimi biraz açayım...

Ben, dediğim gibi, bu kesimin psikolojisini, “ülkeyi işgal eden düşmana ve düşmanla işbirliği eden güçlere karşı mücadele” tespitinin oluşturduğunu düşünüyorum. Bu kesimler, o nedenle mevcut iktidara karşı siyasi mücadelenin (muhalefet) doğru olmadığını düşünüyorlar. “İktidarda düşman var” tespiti doğruysa, bu mücadele biçimi (siyasi muhalefet) gerçekten de yanlıştır. Çünkü muhalefet özünde “biz”den birilerine karşı yürütülür ve bu yanıyla kendisine muhalefet edileni meşrulaştırıcı bir rol de oynar. Düşmana karşı mücadele ise, doğası gereği “imha”yı amaçlamalıdır. Bazıları, bu kesimin propagandasındaki sertliğe, karamsarlığa, olumsuzluğa ve nihayet ülkeyi yönetenlerde en küçük bir olumluluk görmemesine şaşırıyor. Şaşıracak bir şey yok: Kendinizi bir an için işgal edilmiş bir ülkede direnişçi olarak düşünün. Ülkeyi işgal eden dış güçlere ve onların işbirlikçisi iktidara karşı en küçük bir sempati besler miydiniz?

Bir soru daha: Ülkeyi işgal altında tutan bir yabancı güce karşı mücadele ederken, o gücün halkın hayatını kolaylaştıracak girişimlerini (mesela susuz bir bölgeye su getirmesini) destekler misiniz? Hiç şüphesiz hayır. Hatta tam tersine, gider, o su borularını bombalarsınız!

Bu deli gömleğini “taban”a kim giydirdi?


İster beğenin ister beğenmeyin, bugün ülkemizde milyonlarca insan esas programı “şer’i bir diktatörlük” olan bir iktidarın varlığına inanıyor. Bu iktidar er geç gizlediği ajandasını yüksek sesle okumaya başlayacak ve o zaman Türkiye şu olacak, bu olacak!

İşte Türkiye’deki milyonlarca insanın, “yaşam tarzlarına düşman” bu iktidarın yeminli düşmanı olmasının nedeni budur. İktidarda “biz”e yabancı bir düşman bulunduğu tespiti doğruysa (ki inananlar açısından doğrudur ve önemli olan da budur), o milyonların Zülfü Livaneli ve Tarhan Erdem’in eleştirdiği tarzda davranmaları gayet tutarlıdır.

Zülfü Livaneli ve Tarhan Erdem’in söyledikleri netice olarak doğru elbette... Fakat ben, onların bu eleştiriden önce eleştirdikleri politik atmosferin doğmasına yaptıkları katkıyı ameliyat masasına yatırmaları gerektiğini düşünüyorum.

Zülfü Livaneli yedi yıldır esas olarak “Türkiye’nin yakın vadede şu bu olacağı, iktidarın bilinçli politikalarla ‘ılımlı İslam” ajandasını uygulamaya soktuğu” üzerine yazmıyor mu?

Tarhan Erdem daha geçen yıl “AKP üniversitelerde türbanı serbest bırakırsa, iki sene içinde, hiçbir üniversitede başı açık kız göremezsiniz. Çünkü toplumsal baskı yaratılır. Çok kısa bir zaman sonra da insanlar başörtüsü takmamazlık, üniversiteye başörtüsüz gidememezlik edemezler” demedi mi? (Radikal, Neşe Düzel’le söyleşi, 10 Eylül 2007). Onun bu radikal çıkışı, bugün “yazdıklarına hayret ediyorum” dediği kimi “aydınlar” tarafından “bakın, Tarhan Erdem bile” vurgusuyla Türkiye’nin korku değirmenine taşınan kova kova suya dönüştürülmedi mi?

Bu yazarlar şimdi, CHP’nin mevcut politikasının kendisine kaybettireceği oylardan söz ediyorlar. Belki çok sonrası için haklı olabilirler, fakat kısa vadede böyle bir ihtimal yok. Böyle düşünenler, sözünü ettiğim milyonların ne ölçüde korkutulduklarının farkında değiller...

Valla ben de onlar gibi düşünüp onlar kadar korksaydım, “Kürt açılımı” falan pek umurumda olmayabilirdi... “Kürt açılımı”ndan sonra Kürtler-Türkler hep birlikte “kapanacak” olduktan sonra...

TARAF