Önce Biz Vardık

GÜNEY UZUN

Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda birçok ideolojik akımın mücadelelerine sahne olduğunu görürüz. Muhalif hareketler genel manada devlete karşı bir duruşa sahipken diğer hareketlerle de mücadele içerisine girer. Siyasi gruplar veya örgütlü faaliyet sürdüren tüm hareketler politik bir söylem geliştirmektedir. İdeolojik gruplar söylemleri ile birbirinden ayrılırken bazen pratikleri üzerinden aynileşmekte. Örgütler değişip söylemlerini de değiştirirken bazen de söylemler de el değiştirmekte. Benzer şekilde farklı hareketlerin siyasi-politik talepleri ya da mücadelesi zaman içerisinde diğerlerini de etkilemekte, değiştirmekte ve dönüştürmekte. Söylemler ya da talepler benzerlik göstermekte. Bu birbirini etkileme yada değişim süreci sırf farklı dünya görüşleri dıştan değil bazen de içten yanı kendi mahallesinde de etkilemekte. Örneğin 28 Şubat Darbesi, bazı İslamcı çevreler yada kişilerde kutsal ordu, devlet ve polis anlayışını yıkmış yada törpülemişti. Buna paralel olarak militarist oligarşiye karşı aktif ve açıktan mücadele etme, Kürt sorunu hakkında duyarlılık sahibi olma gibi önemli kazanımlar da elde edilmişti. Bir kısım Sol içerisinde özellikle rejimin Müslüman kitlelere yönelik baskıları karşısında duyarlılık, özgürlük alanlarının genişletilmesi ve askeri vesayetin geriletilmesi konusunda destek aynı kategori içerisinde sıralanabilinir. Olumlu etkileşimler olduğu gibi özellikle kendi camiamız acısından sol ve liberal söylemlerden olumsuz etkilenmeler de göze çarpmakta. Sol İslam, komplocu ve yeşil kuşakçı anlayış, özür dileyen, yaranmaya çalışan, anarşist, lümpen, bireyci, Kuranın haram kıldığı sapkınlıklara bile özgürlük talep eden liberal ahlak, kendi sokağına pislemeyi marifet bilen ezik anlayış, solun fraksiyoncu- çatışmacı-suçlayıcı-ötekileştiricisi bizim tekfirci ve tek kendisi devrimci anlayışı gibi.

Belli dönemlerde birbirinden farklı siyası gruplar ortak sorunları karşısında aynı-benzer tavrı sergileyebilmekte. Örneğin Türkiye'de bir dönem işkence, insan hakları ihlalleri, düşünce özgürlüğü üzerindeki baskılar, 142 ve 163. maddeleri, F Tipi, askeri vesayet, Irak işgali günümüzde devam eden Amerikan emperyalizmi, kapitalist sömürü gibi konular ya da sorunlar sol ve İslamcı örgütleri ortak tavır almaya itmişti. Bunu menfi ve tersten düşündüğümüzde tavır ya da taraf olunmakla, duyarsız kalınmakta, gündemine alıp çözüm üretmemekle suçlananlar, kendilerini suçlayanlarla rolleri zaman içinde değiştirmiş ya da aynı sahneyi paylaşmıştır. Örneğin 12 Eylül'le hesaplaşılması yıllardır solun en büyük talebi olmuşken darbecilere yargı yolunu açan referandumda birçoğu “hayır” oyu kullandılar. Bu işe “fikri takip” dersek sol kendi fikrinin takipçiliğinde sınıfta kaldı. Benzer şekilde sosyal devlet sol- sosyal demokrat çevrelerin en büyük idealleri arasındadır. Bu söylemi sosyalistler iktidar olamadıkları için pratiğe dökme imkanları olamadı. Sosyal demokratlar için ise projelerinin bir kısmını AKP kapmış ve gerçekleştirmiş görünmekte. 1 Mayısın resmi tatil olması ve Taksim de kutlanması, genel sağlık sigortası, sağlık alanında ki iyileştirmeler, sosyal yardımlaşma alanında çalışmalarda aynı düzlemde ele alınabilinir. Kürt solu-ulusalcıları içinde benzer şeyler söylenebilinir. Örneğin Kürt sorununun çözümü için PKK-Apo ile müzakereler ve çözüm paketi çalışmalarına şahit olduk. Ama kan dursun diye Apo ile müzakere edilmesini her fırsatta dillendirenlerin çözümsüzlüğe zorlamakta ne kadar maharetli olduklarına Silvan öncesi ve sonrası ile beraber gördük. Bugüne kadar emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığında kendilerinden başka kimseyi beğenmeyenler ABD ve Siyonist İsrail’e karşı mücadelede bayrağı İslamcılar dalgalandırırken ancak komplo teorileri üretmekle meşguldüler.

Genel manada siyasi mücadelenin uzun soluklu bir alan olduğu ve hemen zafere yada kazanıma dönüşmesinin tez canlılıkla ifade edilebilecek bir aceleciği temsil ettiği bilinir. Asla olmaz, gerçekleşmez, değişmez diye gördüğümüz çoğu şeyin aslında çokta zor olmadığını görmekteyiz. Ortadoğu da ki değişimleri, diktatörlerin devrileceğini 1-2 sene öncesine kadar birisi söylese güler geçerdik belki de. Şimdi ise devrimlerin meydana geldiğine kendi yaşantımız içinde bile şahit olabilmekteyiz. 28 Şubat sürecinde ve sonrasında muhalif İslami kimliğimiz ile dik ve onurlu duruşumuzla elde ettiğimiz kazanımlar bugün sanki başkalarının birer lütfü gibi sunulmakta. Birilerinin aklı, hayalı, ufku almadığı zamanlarda bir adım önde biz varız diyenlerin varlığı göz ardı edilmek isteniyor. Şimdi herkes kahraman, devrimci, direnişçi, korkusuz, ilkeli ve tutarlı. Nereye baksak bir kahramanlık hikayesi ile karşılaşıyoruz.

Müslümanlar olarak yakın geçmişe bir göz attığımızda birçok mücadele alanı ve konusu ile karşı karşıya kaldığımızı görürüz. Bazen mevzi kazanmak bazen de mevzide tutunmak için mücadele ettiğimiz bir vakadır. Muhalif bir kimliğin öngördüğü şahitliği yerine getirirken bize empoze edilen yenilmişlik, güçsüzlük, ümitsizlik sarmalından da kurtulmaya çalışmaktayız. Egemen güçlerin saldırılarının yanında kendi mahallemizin insanlarının umutsuzluğunu kırmak, bize içeriden atılan zamansız, uygunsuz, provakatif, hayalperest, aceleci, felaket paratoneri gibi yakıştırma, hakaret, yafta ve eleştirilerle uğraşmak zorunda kal(dık)ıyoruz. Örneğin provokasyonlara gelmeme, sabretme, yüksek öncelikli maslahatlar, basiretli davranmak, oto-kontrol, düşmanın ekmeğine yağ sürmemek, sivil tepki ve lobicilik yapmak, geri çekilmek, daha fazla zayiat vermemek, kurumları korumak, ataletin ve pasifliğin meşrulaştırılması, Mehdici anlayış, aşırı iyimserlik, yanlış kader anlayışı gibi.

Bizler 28 Şubatta Cuntaya karşı çıkarak şahitlik görevimizi yerine getirdik. Cuntacıların, zamanın egemenlerinin tanklarına karşı halktan, haktan ve adaletten yana olmayı tercih ettik. O döneme şahit olanlar Türkiye’nin tüm illerinde meydanlardaydı. Bugün Suriye’de halk nasıl her Cuma cami çıkışı gösteri yapıyorsa bizlerde cuntaya, onun yasaklarına karşı benzer eylemlikler sergiledik. Beyazıt Meydan bizim için Tahrir gibiydi. Mübareğin baltalıları gibi her Cuma bize saldıran cuntanın emir erleri, güçleri vardı. Köpekleri, gaz bombaları, panzerleri ile bize saldırdılar. Her Cuma onlarca gözaltı ve şiddete rağmen direnen yürekler yeniden ve yeniden bir araya gelmeye devam ediyorlardı. Bunların hepsi son tahlilde bizim için birer kazanımdır. Bazen yenilmek yenilenmek için bulunmaz fırsat olabiliyordu. Direnmeyi öğrenmek, direnişi sürekli kılmak, dezenformasyonlara, medyanın saldırılarına karşı kendi kitlesini birlikte tutmaya, moralini, azmini diri tutmak önemliydi. Bitmemiş, sona ermemiş bir mücadele ve hareketi için yenilgiden söz edilemez. Kazanmaya yüklenen anlamın bu dünya ile sınırlı değildir.

Darbenin en karanlık günlerinde kısılmak istenen sesini gür bir şekilde haykıranların talepleri o gün için çok üst perdeden söylenmiş birer hayal, ancak kendi kendini kandırmaya, kendi gücünü abartmış bir yaklaşım ve marjinallik olarak görülüyordu. 1997'den günümüze kadar bir film şeridi gibi hızlıca bakacak olursak;

Cuntanın yargılanmasını talep ettik. Başörtüsü yasağının üniversitelerde ve imam-hatiplerde kaldırılmasını istedik. Kesintisiz eğitime son verilsin demişiz. Milli güvenlik derslerinin kaldırılmasını dillendirdik. Militarizmle hesaplaşılmasını, Ergenekon ve Balyozcu cuntanın yargılanmasını istedik. Bunlar iç politika ya da siyasete yönelik taleplerimiz olarak kategorize edilebilinir. ABD emperyalizminin Irak işgali sırasında 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi için yoğun bir eylemsellik ve faaliyet sürdürüldü. Filistin davasında her zaman gündemde tutuldu. Özellikle 28 Şubat'la beraber İsrail’le yapılan askeri anlaşmaların ve tatbikatların iptal edilmesini istedik. İsrail’le ilişkilerin kesilmesini her zaman talep ettik.

Yukarıdaki taleplerimizin bugün bir karşılığının olduğunu biliyoruz. Şunu da biliyoruz ki bunların gerçekleşmesi sırf bizlerin söyleminden ya da bizden kaynaklanmıyor. Bizler Müslümanlar olarak yaptığımız tüm ameller gibi siyasi faaliyetlerimizden bir amel olduğunu, karşılığının Rabbimizden alacağımızı bilmekteyiz. Bizler elimizden geleni sonuna kadar yerine getirmekle mükellefiz. Sonucun en hayırlısı Allahtan gelmesi bizim duamızdır. Allahın yardımı ise bizim için her şeyden kıymetlidir. Rabbimizin amellerimizi değerli bulmasını, yardımıyla bizim lehimize sonuçlanması karşısında Ona şükrederiz. Bizler mücadele tarihimiz içindeki taleplerimizin siyasi iktidarın bir lütfü olarak ta görmedik ve görmüyoruz. Taleplerimizin, önümüze örülen engellerin kaldırılmasında siyasi iktidar yada sistemin-rejimin kendi çıkarı, öngörüsü ve hesabı olabilir. Ancak son kertede yıllardır mücadele ettiğimiz şeylerin kazanımlarına da şüphe ile bakmak, görmezlikten gelmek, belli mevziler için savaşım verenleri bütünü göz ardı etmekle suçlamak, küçümsemek mücadele mantığı ile örtüşmeyen, onu anlamsızlaştıran bir bakış acısını ifade eder.

Bu bağlamda sisteme muhalif kimliğimizin gereği olarak bizler Başörtüsünü şartsız- sınırsız her alanda özgürlük talep etmeye devam ediyoruz. Ana dilde eğitimin tartışılmayacak kadar doğal bir hak olduğunu savunuyoruz. Kürt sorunun hak ve adalet temelinde çözümünün olduğunu ifade ediyoruz. Bu bağlamda ilköğretimde ki andımız dayatmasına son verilmesini yine talep ediyoruz. Devlettin Türk kelimesinden arındırılmasını, etnik kimliğe vurgu yapan tüm ilkel isim ve uygulamalardan vazgeçilmesini istiyoruz. Başta eğitimde olmak üzere ideolojik- Kemalist dayatmalara son verilmesi taleplerimiz arasında. Bizler bunları ve diğer taleplerimizi dileyen, sessizce isteyip verilene razı olup susan bir şekilde dillendirmiyoruz. Bunun her zeminde mücadelesini gerektiğinde bedel ödeyerek ve ödeterek veren bir anlayışı savunuyoruz. Kendini, gücünü, inancını ve kimliğini abartmayan ama küçümsemeyen, yok saymayan bir bakış acısına sahibiz. Karşımızdaki tuğyanı, taguti düzeni, cahiliyeyi tanıyan ama yıkılamaz, geriletilemez, yıkılamaz görmeyen bir muhalif kimliğe sahip olmalıyız. Evet, Rabbimizin gücü karşısında aciziz. Ama komplocu teorilerle Amerika’yı, emperyalizmi ya da kapitalizmi Rab olarak kabul etmiyoruz. Bu  güçler karşısında biz neyiz, bir toz tanesiyiz, hiçbir şey yapmayız anlayışını itikadi sorun olarak addederiz. Evet, rejim karşısında birçok talebi dillendiriyoruz. Ama bunları dilenerek, ezik bir şekilde ya da bir lütufmuş gibi değil de gasp edilen, zaten bizim olanı geri “alan”, bunu yaparken de kimliğinden taviz vermeyen, terazinin diğer kefesi için pazarlık yapmayan bir anlayışla sahibiz.

Sonuç olarak tüm ideolojik hareketler zaman içerisinde aynı canlı bir organizma gibi belli gelişim süreci yaşamaktalar. Bu sürekçe hem kendileri belli bir olgunluğa erişirken hem de cevre ile bir etkileşim içerisine girmekteler. Belli söylem ve tavır değişiklikleri örgütün kendi gelişim sürecinde normal bir seyir içerisinde ortaya çıkabilmekte. Hem bireysel hem de örgütsel yapının ideolojik tavrı ile onunda içinde bulunduğu daha geniş sistemler arasında pozitif, negatif ya da herkes için nötr diyebileceğimiz aşamalar katledilebilmekte. Son kertede “biz” kendimizden sorumluyuz. Kendi duruşumuz, kimliğimiz ve söylemimizin nerden gelip nereye vardığını, bu güne kadar toplumsal ya da sistem-rejim bağlamında hangi talepler ile örtüştüğü, hangilerine cevap verdiği, nasıl tepki aldığı test edilebilir vakalar olarak karşımıza çıkmakta. Toplum ve rejim karşısında konumlandırılmış söylemlerimizi ne kadarının reel bir karşılığının olduğu, toplumsal beklentilerle ne kadar aynileştiği yada kendi söylemimizin toplum yada çevrede ne kadar dönüştürücü, değiştirici bir etkisinin olduğunu ölçmeliyiz. Geçmişe dair olumlu her adım geleceğe yönelik bize ümit verecektir.