Önce 24 Mayıs 1993 günkü Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra yayınlanan kısa bildiriyi bir okuyun.
“Alınmış olan güvenlik tedbirlerine ilaveten Güneydoğu Anadolu’da iç barış ve istikrarın sürekliliği için, toplumsal hoşgörüye uygun olarak, özellikle Olağanüstü Hal Bölgesinde terör örgütüne katılmış olup da, kan dökülmesi eylemlerine girmemiş kişilerin gelip teslim olmaları halinde, haklarında kovuşturma yapılmamasını ve diğer terör örgütü mensuplarının durumlarının da bu anlayış içinde ele alınarak gerekli düzenlemelerin yapılmasını hükümete bildirmeye karar vermiştir.”
Bu karara göre PKK militanları rahatça evlerine dönecekler ve haklarında bir dava açılmayacaktı.
Hani geçenlerde Kandil’den gelen yedi militanı Kürt halkı büyük bir coşkuyla karşılamıştı ya işte aynen öyle bütün PKK’lılar gelebilecekti.
Yedi kişinin nasıl karşılandığını düşündüğünüzde bu kararın Kürtleri nasıl sevindireceğini anlayabilirsiniz.
Bugün bizim muhalefetin şiddetle karşı çıktığı “açılım” on altı yıl Milli Güvenlik Kurulu’nun kararı olmuştu.
Hükümet, MGK’nın bu kararını yasallaştırıp uygulamaya sokacaktı.
İsmi resmen konmadan bir “af” çıkacaktı.
Barış olacaktı.
Ama olmadı.
Niye?
Çünkü hükümet, kararı resmen yürürlüğe sokmadan bir gece önce “korumasız” şekilde yola çıkarılan 33 asker PKK tarafından öldürüldü.
O askerleri kimin “korumasız” olarak yola çıkardığı, PKK’lıların o askerlerin “korumasız” olduğunu nasıl bildiği, neden bütün Kürt halkını sevindirecek bir olaydan hemen önce PKK’nın böyle bir eylem yaparak o askerleri öldürdüğü yıllarca hiç kurcalanmadı.
Tam af çıkarken PKK o askerleri niye öldürdü?
Bu katliam Kürt halkına nasıl bir yarar sağladı?
Niye o 33 asker “zorla, tehditle” kendi komutanları tarafından korumasız bir otobüse bindirildi?
Çok açık talimatlara rağmen neden bütün güvenlik kuralları çiğnendi?
Ne PKK bu konuda inandırıcı bir açıklama yapabildi, ne de devlet.
Türkiye büyük bir dönüm noktasında karşılaştığı korkunç bir “suikastla” yeniden kana ve karanlığa gömüldü.
Karşılıklı öfkeler ve kinler kabardı, binlerce çocuğumuz öldü.
Şimdi Ergenekon savcıları 33 asker dosyasını yeniden açıyor.
O olaydan sağ kurtulanların ifadeleri alınmaya başlandı.
Türkiye’ye, Kürtlere ve Türklere nasıl ortaklaşa bir tuzak kurulduğu herhalde anlaşılacak.
İki yanda da “barış düşmanlarının” olduğunu ve gerek duyduklarında işbirliği yapabildiklerini göreceğiz.
Bir düşünün...
O 33 asker öldürülmeseydi şimdi nasıl bir ülkede yaşıyor olacaktık?
Bir kere, bu on altı yılda ölen binlerce çocuk ölmeyecekti.
Köyler yakılmayacaktı.
Sokaklarda insanlar vurulmayacaktı.
Devletin içinden çeteler fışkırmayacaktı.
Korkunç işkenceler yapılmayacaktı.
O barış ortamında karşılıklı güven gelişecek, yasalar ve anayasa o huzur ikliminde rahatça değişebilecekti.
Yavaş yavaş, adım adım da olsa “eşitliği” sağlayabilecektik.
Birbirinden nefret eden, birbirini öldürmek isteyen ve öldürmeye çalışan kuşaklar yetiştirmeyecektik.
Irkçılık iki tarafta da böyle gelişmeyecekti.
Güneydoğu’da yatırım, ticaret, turizm boy atacak, derin bir tarihe sahip olan o kentler bütün dünyanın akın ettiği yerler haline gelecekti.
Hiçbiri olmadı.
On altı yılımızı ve binlerce insanımızı kaybettik.
Çünkü nedeni belirlenemeyen, anlaşılamayan karanlık bir saldırı ülkeyi şirazesinden çıkardı.
Bugün, on altı yıl önce olduğu gibi tam barışın kenarına gelmiştik, Kandil’den gelenler “on altı yıl önce çıkarılan karara” benzer bir uygulamayla evlerine gitmişlerdi.
Ve, aynı on altı yıl önce olduğu gibi gene barışın kenarında ağır bir darbe yedik.
Hadi, on altı yıl önce bu konularda acemiydik ama bunca iş geçti başımızdan, nice kışkırtmalar, kanlı pusular gördük.
Bütün bu tecrübelerden sonra şimdi biz bu tuzağa neden yeniden düşüyoruz?
On altı yıl önce barış olsaydı bugün Türklerin ya da Kürtlerin durumu daha mı kötü olacaktı?
Bizim on altı yılımızı ve binlerce insanımızı çalanlara, bir on altı yıl ve binlerce can daha bağışlamak istiyor musunuz gerçekten?
İstiyor musunuz bunu?
TARAF