İsmail Kılıçarslan / Yeni Şafak
Bu yazıyı bu deliden başka kimse yazmaz
Linçlerden linç beğeneceğim, yerden yere vurulacağım, birileri tarafından ehlisünnet dairesinin dışına itileceğim, birileri tarafından ehlisünnet dairesinin dışına itileceğim, birileri tarafından dinden çıkartılacağım, “Zaten biz bunun sapık olduğunu biliyorduk” cümlelerinin havada uçuşacağı işbu yazıyı yazmaya karar vermemin “delilik”ten başka izahı yok. Bir kere âşık olup, “pirimiz” demişiz Yunus’a. Dolayısıyla “Ya ben öleyim mi söylemeyince” demekten gayrısı yazılmamış boynumuza.
Daha önce bir bağlamda söylemiş idim. Cümle şu: “Din, kültür değildir ama kültürsüz din olmaz.”
Yani kabaca şudur. Din, bir “kültür” önerisi ile gelmez. Vahyin bir yöntem olarak hitap ettiği toplumun kültürünün içinden konuşuyor olması, dinin bir kültür vazettiği anlamına gelmez. Dinin ürettiği kültür, bu aşamanın bir sonucu olarak ve insanlar eliyle ortaya konulur. “Din kültürü”nü birinci elden oluşturanlarsa elbette vahyin pratize edicisi, öğreticisi peygamberlerdir.
Geniş bir kavram elbette “din kültürü” kavramı. Hem zamandan zamana, hem anlayıştan anlayışa, hem topluluktan topluluğa, hem etkileşimden etkileşime evrilip devrilerek çeşitli genişlemeler ve daralmalar elde etmiş bir kavram.
İştah açıcı bir mesele olduğu için konuyu uzatmaya meyyalim ama yerim dar. Dolayısıyla doğrudan meramıma geleyim.
Müslümanların dinin etrafında oluşturduğu kültür, giderek dinin bizatihi içine de sızmış elbette zamanla. Bu, kaçınılmaz bir süreç olarak böyle gelişmiş. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Anlaşılmayacak taraf ise insanların “Benim kültürüm böyle” demek yerine “Benim dinim böyle” deme noktasına çok hızla gelmeleri olmuş. Eh, din, kültüre tahakküm kurabilen bir kavram olduğu için insanlar “daha güçlü olan”a meyletmiş. Aslını isterseniz bu bile oldukça anlaşılır bir davranış. Onaylanmayacak ama anlaşılabilecek bir davranış.
Bugün fıkıh, tefsir, hadis, hatta akaid gibi temel dini ilimlerin gelişim çizgisine baktığımızda bunların “kültürden bağımsız” ilerlemediğini de görürüz derhal. Hayatınızı sadece Müslümanların yaşadığı bir şehirde geçiren bir müfessirseniz tefsirinizi ona göre, kâfirler tarafından varoluşunuza yönelik bir tehdidin altında yaşıyorsanız tefsirinizi ona göre yazarsınız. Bu, neredeyse kaçınılmaz bir gerçekliktir. Deniz kenarında yaşıyorsanız denizden elde edilen canlılarla ilgili geniş bir fıkhi değerlendirmeniz olur, bozkırda yaşıyorsanız tarımsal üretim fıkhı çalışırsınız. Zira kültür ihtiyacı, ihtiyaç çıktıyı belirler.
Geçtiğimiz günlerde Kadem’in dergisinde yayınlanan bir yazı üzerinden gelişen tartışmalar çerçevesinde yeniden düşündüm yukarıda bahsettiğim meseleleri. Ömer Nasuhi Bilmen Hazretlerini “ataerkil, erkek egemen dil kullanmakla” tanımlayan bu yazıdan sonra kızılca kıyamet kopmuştu çünkü. Yazıyı yazan Esra Aslan Turan’ın ne kâfirliği kaldı ne sapkınlığı.
Şöyle sonuçlara ulaştım bu tartışma bağlamında.
Ömer Nasuhi Bilmen, yaşadığı toplum ve ait olduğu dünya bakımından yazdıklarında da, fetvalarında da sonuna kadar haklıdır kendi adına. O “modern duruma geçiş” yaşayan bir toplumun temsilcisi olarak elbette yaşadığı toplumun kültüründen, değer yargılarından ve krizlerinden hareketle gerçekleştirdi ödevini.
Fakat tabii şudur. Bir insanın kendi eliyle kaleme aldığı bir metni ait olduğu tarihsel ve toplumsal bağlamlardan kopararak “eleştirmek” ne kadar yanlışsa o metni “mutlaklaştırmak” ve dokunulmaz kılmak da o denli yanlıştır.
Modern durumu iliklerine kadar yaşayan Türkiye’de en kolayı Ömer Nasuhi Bilmen’i ve/veya benzerlerini bu modern durumun içinden kıyasıya eleştirmek ya da ölesiye mutlaklaştırmaktır. Türkiye’de cari din dilinin gelip gelip kafasını çarptığı paradoks tam buradadır.
Esra Aslan Turan dinden falan çıkmıyor, sapkın da değil. Sadece bugünün kadın hakları teorisinin getirdiği eleştirel bakışı tarihsel bir metne uygulayarak kolay bir zafer elde etmenin peşine düşüyor. Bunun, bütünüyle faydasız olduğunu söylemeye gerek bile yok.
Esra Aslan Turan üzerinden Ömer Nasuhi Bilmen’i mutlaklaştırarak dinamik bir süreç olarak ilerlemesi beklenen din kültürünü dondurmaya çabalayan isimler de doğru bir şey yapmıyor. Ürettikleri tuhaf nostalji duygusunun hiçbir işe yaramadığını fark etmiyor oluşları bu isimleri “toplumsal”ın dışına itiyor. Toplumsalın dışında olduklarını da fark etmiyorlar elbette. Çünkü ürettikleri “müze-dil”le ortaya koydukları “Asrısaadet simülasyonlar”ını gerçek zannediyorlar.
Ömer Nasuhi Bilmen’i ya da bir başka ismi ait olduğu rafa “referans” olarak kaldırmak en sağlıklı yaklaşımken onun ürettiğini “bugün de mutlak” saymakla, onun ürettiğini “bütünüyle yok saymak” aynı şey. Dinin ürettiği kültürün dinamik çözümleyicileri olmak yerine “kültürün içinde donmak” ve/veya o kültürü bir başka kültürün teorisine kurban etmek aynı şey.
Bütün bu aynılıkların içerisinde kaybolan “toplumsallık” için ne yapılabileceğine dairse elimizde herhangi bir umut ve ufuk görünmüyor ne yazık ki. Herkes kendi dükkânıyla mutlu, kendi tezgâhıyla mesut.
Bunları da yarın öbür gün “Yahu bize neler oldu böyle?” sorusu karşısında aramızdan hiç kimse yan çizmesin diye yazıyorum. Bütün bunlar olurken hepimiz oradaydık ve çok aşırı mutluyduk çünkü.