Yeni yılın ilk ayında Türkiye ard arda kamusal tanınırlığı olan birkaç figürünü kaybetti. Onların bu dünyadaki işleri bitti. Hepsine Allah rahmet eylesin. Bizi ilgilendiren kalanlar ve onların ölümler karşısındaki hâl ve hareketleri..
Türkiye'nin son çeyrek yüzyılda çok değiştiğini söyleyenler olabilir. Ama kişisel düşüncem, değişim olarak algıladıklarımızın, çoğu kez ayar kayıplarıyla ilişkili olduğudur. Ölümü karşılama tarzlarımız bu ayar kaybına çok önemli bir örnek teşkil ediyor.
Ölüm, sonsuz olasılıklarla, bilinmezliklerle dolu hayâtlarımızın en kesin hakikâtidir. Hayâtın bu belirsizliği onu elbette ki câzip kılan bir etki yaratıyor. Dün bizim için ne kadar mağlûbiyetlerle yüklü olsa da, en kötümserimiz bile yeni bir güne umutla başlıyor. Günlerin ne getireceğini kim bilebilir ki? Ne var ki kesin bir hakikât olarak ölümlülük düşüncesi ya da algısı bütün bu kurmacayı bulandırıyor ve açmaza sokuyor. Ultra modern mahallelerin ve işyerlerinin kavşak noktasında sıkışıp kalan Zincirlikuyu'daki kabristan; hele hele kapısında yazılı olan 'Her nefs ölümü tadacaktır' Kelâm-ı İlâhîsi, insanların canını sıkıyor. Îtirâz edenler, 'Kaldırın şunu' diyenler çıkıyor.
Genellikle yapılan ölüm algısını mümkün mertebe ötelemek. Özellikle modernlik bu ötelemenin en dar görüşlü yorumunu veriyor bize. Bu hakîkâti öteleyen hayâtperestlerle (biophilian) bastıran ölümperestler (necrophilian) arasında yaşanan tuhaf bir kulturkampf hüküm sürüyor. Tabii ki çok sayıdaki kültür savaşında görülebileceği gibi bu kavga sıfır toplamlıdır. Çünkü her ikisi de sonuçta araçsal akıl yürütmelere dayalı olarak dünyevî bir karakter gösterir.
Yaşarken tanık olduğumuz ölümler hafif tertip kendi ölümlülüğümüzü de hissettiriyorsa da, daha baskın olan hususun; hayâtta olduğumuz gerçeğini (O öldü, ama bak ben halâ yaşıyorum) kesinlemesi olduğunu düşünüyorum. Ama çok daha garip olan; ölüm ritüellerinde ilki, yâni ikincisine göre daha hafif olan hisler açığa çıkarken; esas hisler, yâni ölümün bizim hayâtta olduğumuzu kavrayışı örtülmesidir. Ölüm ritüellerinin çarpık yapısı bir çelişkiden doğuyor. Hisler düzeyinde baskın olan bastırılması; silik olanın ise abartılması… Bu çelişkiyi aşmanın yolu elbette ki var. En azından saygılı bir suskunluk bu çelişkiyi giderecektir. Nitekim benim de çocukluğumdan hatırladığım budur. İnsanlar ölüm karşısında geri çekilir ve saygılı bir şekilde susarlar; sâdece işbölümünde kendilerine düşen ne varsa, yine sessiz bir şekilde, en fazla fısıldaşarak onu yerine getirmeye çalışırlardı. Şimdi ise herkes konuşuyor. Ölümün acısı düştüğü yeri yakar. Susmak öncelikle buna saygının gereğidir. Ölen için uzun uzun konuşanlar, edebiyat parçalayanlar, zorlama teatral gösteriler yaparak aslında rol çalıyorlar. Ateşin düştüğü yerden çok uzakta olmalarına rağmen , ateşin içindeymiş gibi davranıyorlar.. Bana kalırsa, aslında öleni ötekileştiriyor; halâ hayâtta olmalarından duydukları gizli bir hazzın tadını çıkarıyorlar. Ölüm ritüellerinde için için yaşanan bir hazcılığı (hedonism), taşkın bir melekçilik (anjelism) izliyor. Ölenin hayırla anılması ilkesi sınırsız bir abartının konusu oluyor. Ölen etrafında oluşturulan bu düşük profilli tapınma kültürü, Durkheim'ın ilkel dinlerde görüp, din aracılığıyla topluluğun kendi kendisine tapınması olarak tanımladığı olgunun bireysel karşılıklarını düşündürüyor.
Ölüm ritüelleri, teolojik bilgiçliklerle, anjelizm, narsisizm ve hedonizmin el ele verip cirit attığı tuhaf; giderek daha da tuhaflaştığına tanıklık ettiğim bir dünya tiyatorası; karnavalesk bir deneyim. Gökkubbede sağlaması olmayan bir yerküre macerasının şaşkın ve taşkın boşalımı (catharsis). Aslında duygu ötesi bir toplumun içindeki boşluğu, mutandan bir şekilde açığa çıkarması.. Ne yapalım; hayât devam ediyor (!)…
YENİ ŞAFAK