Mustafa Siel / Haksöz Dergisi - Sayı: 251 - Şubat 12
Yüce Allah, Mülk Suresi’nde, ölümü ve hayatı (mevt ve hayat) bizleri amelce denemek (bela) için yarattığını (halaga) söylüyor. (67/2) Demek ki ölüm bir istisna, bir kâbus, bir muamma değil; hayat kadar tabii, önemli ve gerekli. Sadece bu ayet bile, hayata ve ölüme bakışımızı kökten değiştirmeli aslında. Lakin sadece ehl-i dünyaya değil, dünyayı bir deneme alanı olarak görmesi gereken ehl-i ahirete de hayat güzel, ölüm ise kerih görünüyor. Oysa Bakara Suresi’nde, bizzat Yüce Allah demiyor mu; “Sevdiğiniz şey sizin için şer; hoşunuza gitmeyen şey ise hayır olabilir.” diye. (2/216)
Aslında, Allah’a ve ahirete iman iddiamızı içselleştirebileceğimiz, düşünce ve duygularımıza ve hatta bilinçaltımıza indirebileceğimiz, salih amele dönüştürebileceğimiz zaman kabulleneceğiz ölümü. Şunu idrak edeceğiz: Hayat da ölüm de kalıcı ve mutlak değil; geçici ve birer imtihan (bela) vesilesi. Bakara Suresi’nde, bize Allah yolunda ölmenin yaşamaktan hayırlı olduğunu açıklamıyor mu? (2/153-157) Açıklıyor açıklamasına da her açıklanan, anladığımız ve ikrar ettiğimiz doğruyu, tüm boyutlarıyla aktaramıyoruz hayatımıza.
Ne güzel söylemiş şair: “Ölüm kötü olsaydı hiç ölür müydü peygamber?” diye. Kur'an’dan anladığımıza göre; hayat ve ölüm, eşit mesafede olmalı bize. Sonunda, sonsuz mutluluk “cennet” ya da sonsuz mutsuzluk “cehennem” bulunan bir sürecin iki öncülü. Hayatı köprüye benzetirsek; doğum köprüye girmek, yaşam süreci köprüde yürümek, ölüm ise köprüden inmektir. Bakara Suresi’nde denmiyor mu “Ölü idiniz size hayat verdi, sonra sizi öldürecek, sonra hayat verecek ve O'na döndürüleceksiniz.” diye? (2/28) Doğmadan önce zaten ölü değil miydik? Nasıl doğmak ve yaşamak tabii karşılanıyor ise ölmek de tabi karşılanabilmeli, değil mi?
Ahireti inkâr edenler ya da inkâr etmeseler bile, Yunus Suresi’nde açıklandığı üzere; ahireti istemeyen/arzulamayanlar (la yercu) elbette korkmalı hem de çok korkmalı ölümden. (10/7-12) Ahireti inkâr eden, yok olmaktan dolayı korkmalı ölümden. Ahireti inkâr etmemekle beraber yeterli hazırlığı da yapmayan, cehenneme gireceğinden dolayı korkmalı ölümden.
Ama dünya hayatının geçici bir imtihan alanı; ahiretin ise gerçek ve daimi mutluluk yurdu olduğunu iddia eden bizler de korkmalı mıyız ölümden? Yoksa Bakara Suresi’nde kınanan Yahudilerin konumundayız da haberimiz mi yok? (2/94-96) Ayetlerde açıklandığına göre, Yahudiler hem ahretin/cennetin sadece kendileri için hazırlandığını iddia ediyor hem de hiç ölmek istemiyor gibi hayata müşriklerden daha hırslı sarılıyorlar. Çünkü bilinçaltında amellerinin ahirette kendilerini cennete götürmeye yetmeyeceğinin tedirginliğini yaşıyorlar.
“Ölümden korkmayan bir kez ölür, korkansa bin kez” demişler. Ölümden korkanlar, bu kesintisiz korkuyu, durumlarının gereği olarak, meşru ya da gayri meşru çeşitli vasıtalarla (televizyon, iş, eş, cinsellik, eğlence, hobi vs.) binlerce kez bastırmaya çalışıyorlar. Peki, biz ölümden korkmaması gerekenler, ölümü unutmaya mı çalışmalıyız, yoksa hiç unutmamaya mı? Yoksa Nisa Suresi’nde şiddetle azarlanan kalbi marazlı Müslümanlardanız da ondan mı ölüme olan soğukluğumuz ve unutkanlığımız? (4/75-79) Ya da Haşr Suresi’nde anlatılan; Allah’ı unutup, Allah’ın da nefislerini (kendilerini) unutturduğu kimselerden olduk da ondan mı ölümü unutmak isteyişimiz ve unutuşumuz? (59/18-19)
Ölüm dost olmalı değil mi bize; mutlak-gerçek dosta (veli) kavuşturacak tek kapı değil mi ölüm? Peki, ama İnşikak Suresi’nde açıklandığı üzere; biz zaten, istesek de istemesek de Allah'a giden bir yolda iken; Rabbimiz, Rahman’ımız, velimiz; hülasa her şeyimiz olan Allah'a kavuşmak, niye ağır geliyor ki bize? (84/6-15) Bir sorun, bir sıkıntı var tam bu noktada. Niye ehl-i dünya gibi soğuk, ölüme karşı iç dünyamızda oluşan duygularımız? Çoğu zaman ahireti inkâr eden ya da inkâr etmese bile arzulamayan insanlar kadar soğuk, korkunç, dehşetli, inanılmaz, bilinmez geliyor ölüm bize? Sözlerimiz ve düşüncelerimizde kabullendiğimiz ölümü, niye kabullenemiyoruz duygularımızla? Oysa Allah'ın birer ayeti ve O'nun rızasına ulaştıran birer vesile olarak, hayata da ölüme de eşit mesafede olmalı değil miyiz? Aslında Yüce Allah, bize hangisini uygun gördüyse, onu kabullenebilmeliyiz. Yani, ne hayatta ölümü arzulamalıyız ne de ölüm geldiğinde hayatı. Rabbimiz neyi uygun gördüyse ona boyun eğmeliyiz.
Ölüm tedirginliği tamamen kaldırılamaz elbette. Elimize bir diken batmasını bile istemezken, ölümü hiçbir endişe ve tedirginlik duymadan, tabii ki arzulayamayız. Ölümü kabullenmekle kastımız şu: Ameliyat olması gereken bir hasta, nasıl ki ameliyat sonrası ulaşacağını umduğu sağlık ve sıhhatin hatırına, ameliyat sıkıntı ve acılarına sabrediyor, doktordan ve ameliyat acılarından şikâyetçi olmuyorsa, ölüme karşı da böyle bir kabul ve sabır olmalı bizde. Yani ölüme karşı duyduğumuz tedirginlik, ölüp yok olmak, dünya nimetlerini terk etmek kaygısından kaynaklanmamalı. Ölüme karşı duyduğumuz kaygı ve tedirginliğimiz; ya cehenneme girme endişemizden ve/veya ameliyat acı ve sıkıntısı mesabesindeki ölümün acı ve sıkıntısına karşı olmalı.
Ölümün acı ve sıkıntısının üzerine gitmeliyiz, endişe ve tedirginlik duyduğumuz halde. Nasıl ki korktuğumuz halde, hastalıktan şifa bulma arzu ve umudu (reca) ile giriyorsak ameliyathaneye.
Kimseden ameliyattan korkmaması beklenmez; beklenen, bu korkunun üstüne giderek, ameliyata girebilmektir. Cesaret budur aslında; doğru olduğuna inandığı bir şey için, gerektiğinde hayatını tehlikeye atarak, tehlikenin üzerine gidebilmek. Korku olmadan, cesaret olmaz ki zaten.
İmtihanın temelinde, nimete şükür, acı ve yoksunluğa sabır vardır. Tasavvufçuların iddia ettiği gibi, Müslümanın acı ve yoksunluğa şükretmesini beklemek, ondan ilahlaşmasını beklemek olur ki, bu doğru bir beklenti olmadığı gibi mümkün de değildir. Aciz olan insan için, nimet ve yoksunluk, asla eşit olamaz. Nimete sınırsız şükretmeye, yoksunluğa sınırsız sabretmeye çalışmak; her daim Allah’tan razı olmaya çalışmaktır, Müslümana düşen. Lakin nimette, şükran kaynaklı bir rıza; yoksunlukta, nasıl olsa bu durum düzelecek ve Allah nimetini verecek düşüncesi ile sabır kaynaklı bir rıza. İmtihanın özeti budur. Yoksa sıkıntı ve acı olmasaydı, sabra da gerek kalmazdı. O zaman da imtihanın bir anlamı olmazdı.
Madem ölümden kurtuluş yok, madem ölüm harika bir hayatın giriş kapısı, o halde kabullenebilmeliyiz ölümü. Tabiri caizse, ölüm gelmeden ölmeli, ölümle barışık yaşamalıyız. Zaten, Kur'an ve sahih sünnet anlayışında olan tevhidi İslam bağlıları, buna aday değil mi? Peki, bunu ne kadar başarabiliyoruz?
Cuma Suresi’nde açıklandığı üzere, sadece kendilerini Allah’ın velileri (sevgi ve dostlukla rahmet ve koruması altına aldığı kulları) olarak gören Yahudiler, ölümü temenni edemediler. (62/6-8) Çünkü Allah'a ve ahirete imanları zayıf, dünya sevgisi ve kalp hastalıkları fazlaydı. Aksini iddia etseler de hayatı ahiret için değil, dünya için yaşıyorlardı. Din maskesi altında, dibine kadar günaha batmış durumdaydılar.
Peki, bizim durumumuz nasıl? Yunus Suresi’nde açıklandığı üzere, Müslüman olmak demek, Allah’ın velisi olmaya aday olmak değil midir? (10/62-64) Allah'ın sevgisini (muhabbetullah) kazanmadan, Allah'ın velisi olabilir mi insan? Allah’ın sevgisini kazanıp, O'nu veli (koruyucu ve yol gösterici dost) edinen bir mümin; O'nun verdiği hoşuna giden şeyleri sevinçle kabul ederken; imtihan için verdiği hoşuna gitmeyen şeylerde, hemen O'na sırtını döner mi?
Tevbe Suresi’nde gerçek müminlerin, ölümü (şehitliği) iki hayırdan biri olarak kabullendikleri, velileri olan Allah'ın bu takdirine teslim olacak şekilde tevekkül ettikleri belirtilirken; münafıkların, böyle bir ölümü mahvolmak olarak gördükleri belirtiliyor. (9/50-52) Peki, sıradan bir doktora bile güvenip, üstelik ölüm ya da sakat kalma risklerine rağmen, vücudumuzun en tehlikeli organlarını bile ameliyat ettiriyorken; Allah’ın hakkımızdaki operasyonlarına (imtihan amaçlı musibetler, hoşumuza gitmeyen her durum ve ölüm) niye boyun eğemiyor, teslim olamıyoruz?
Yoksa biz, Hac Suresi’nde belirtilen, Allah’a çöktü çökecek bir uçurumun kıyısındaki adamın durumu gibi kulluk eden bir anlayışa mı sahibiz? (22/11) O adam ki, hoşuna giden şeylerde Allah’a şükrediyor, hoşuna gitmeyen bir şey başına gelince hemen isyan edip, yüz çeviriyordu. Yoksa biz Allah’ın veliliğine aday olmayı, velisi olmakla aynı mı görüyoruz. Bir okula kaydolmakla, o okulu belli bir süre ve çeşitli teorik ve pratik eğitimlerin sonucu bitirip diploma almak aynı şey midir? Nerede görülmüş sadece okula kaydolmakla diploma verildiği? Hatta süreyi bitirip derslerin çoğunun imtihanından başarılı olsak bile, tek bir dersten dahi başarılı olmayınca diploma verilmediğini hepimiz bilmiyor muyuz?
Maalesef bir gaflet var gibi görünüyor üzerimizde. Genelde ölümü unutarak yaşıyoruz hayatı ve bir yerde ölümle karşılaşınca aniden panikliyoruz. Aslında, ölümü kabullenerek, hayatla ölüm arasında durabildiğimiz sürece (manevi anlamda) yaşarız. Çünkü gerçek ve daimi yaşam ancak cennette olacaktır ve kapısı ölümden ibarettir. Ölümü unuttuğumuzda, gerçek yaşamı unutmuş, ondan umut kesmiş; geçici, eksik, sıkıntılı ve hayvani bir yaşama razı olmuşuzdur. Asıl korkulması gereken ölüm budur. Yoksa Yunus Suresi’nde açıklandığı üzere, Allah'a ve cennete kavuşmayı dört gözle bekleyenler için ölüm bir kurtuluş müjdesidir, Allah’a ve cennete kavuşmaya açılan kapıdır. (10/7-10)
Ölümü unutmak; Allah’ı unutmak, ahireti unutmak, bu dünyada niçin bulunduğumuzu unutmak, niçin yaratıldığımızı unutmaktır. Ölümü unutmak, kendimizi unutmaktır. Tüm bunları ölümü hatırladığımızda, ensemizde hissettiğimizde hatırlayabiliriz ancak. Ölümü kabullenerek hatırlayabilmek, ürkmemek, oluşan hafif tedirginlik ve endişeyi paniğe dönüştürmemek ise niçin yaratıldığımızı, bu dünyada niçin bulunduğumuzu kabullenmek demektir.
Ölümü ensemizde hissetmek, sadece Allah’a ve cennete kavuşmayı dört gözle bekleyenler için değil, onu arzulamayan ve dünya hayatına, hayvani bir hayata razı olanlar için de bir uyarı (nezir) olarak faydalıdır. Onların akıllarını başlarına almaları, şu üç günlük geçici, sıkıntılı, hayvani dünya hayatına razı olmamaları için en büyük hatırlatıcılardan, uyarıcılardan biridir, ölümü yakın hissetmek; belki de kişisel bazda en önemlisi ve etkilisi.
Ölümü ensemizde hissettiğimizde iç dünyamızda (ma fissudur) oluşan duygular, iman ve amel seviyemizi anlamak için iyi bir kıstastır. Eğer oluşacak olan hafif tedirginlik paniğe dönüşmüyor, teslimiyet ve rıza duygularına evriliyorsa; demek ki Allah’a ve cennete kavuşmayı arzuyla bekleyen (yakin ve sahih iman) ve gerekli hazırlıklarını (salih amel) yapanlardanızdır.
Eğer, ölümü ensemizde hissettiğimizde korku ve dehşet duyguları oluşuyor, değil ölümü kabullenmek, ondan uzaklaşmak için her şeyimizi verebiliyorsak; dünya hayatına razı olan, ahireti arzu etmeyenlerdenizdir. Karışık duygular oluşuyorsa, hatta duygularımızı tam çözümleyemiyorsak, ölümü kabullenmekle kabullenememek arasında gelgitler oluşuyorsa iç dünyamızda, ortadayız demektir; imanla imansızlık, “salih” amelle “fasid” amel arasında, gelgitler yaşıyoruz demektir. Yani ölüm karşısındaki duygularımız hangi yönde baskınsa, o tarafa yakınız demektir.
Ahzab Suresi’nde anlatılan, Medine'nin kuşatılması esnasında Müslümanların iç dünyalarında oluşan duygularla bu anlattıklarımızı misallendirebiliriz. (33/9-24) Ahiret arzusu duymayan münafıklar ile ahiret arzusu duyduğuna inanan ancak kalplerinde maraz olan müminlerin, 12'den 20'ye kadar olan ayetlerde anlatılan duygusal durumları, tavır ve hareketleri ile 21'den 24'e kadar olan ayetlerde anlatılan, Peygamber ve “yakinî” iman sahibi halis müminlerin duygu, tavır ve hareketleri ne kadar farklılaşıyor? Savaştan önce ölüme karşı yiğitlik taslayan münafıklar ile kalpleri marazlı Müslümanların, ölümü enselerinde hissedince yaşadıkları dehşet ve panik ile Peygamberimiz ve selim kalpli müminlerin, ölümü enselerinde hissedince gösterdikleri metanet üzerinde durulmalıdır mutlaka.
Ölümü ensemizde hissetmek deyince, aslında bunun da dereceleri olduğunu ve bu derecelere göre etkisinin olacağını söylemek gerekiyor. Nitekim ayetler ölümü çok yakında hissedenlerin durumunu anlatıyor. Bir de daha yakında, mesela bir idam mahkûmunun idam sehpasına çıkarıldığındaki durumunu düşünelim. Ya da günlük meşgalelerle uğraşırken, tanıdığımız bir kişinin ölüm haberini aldığımızda oluşan duyguları; bir kaza neticesi ölen kişinin cesedini gördüğümüzde oluşan duyguları; yakınlarımızın mezarlarını ziyaret ettiğimizde…
İman ve amelimizi, ölüm karşısında oluşan duygularımızla sınamalıyız. Ölümü kendi irademiz dışında ensemizde hissetmeden, kendi irademizle ensemizde hissetmeye çalışarak yapmalıyız bu sınamayı. Yoksa Bakara Suresi’nde anlatılan Yahudilerin durumundayızdır da haberimiz bile yoktur. (2/94-96) Nitekim bu ayetlerde, cenneti kendileri için garanti gören, arzuyla beklediklerini iddia eden Yahudilerin; ölümü temenni ederek, duygularını sınamaları istenmektedir. Ardından da bu iddialarının boş ve kof olduğuna, iman ve amellerinin ölümü ve ahireti arzulamaya uygun olmadığına, bizzat Yüce Allah şahitlik etmektedir. Peki, bizim durumumuz ne, bizler dünyaya değil ahiret hayatına talip olduğumuzu iddia ediyoruz, biz gerçekten ölümü temenni edebiliyor muyuz? Sınıyor muyuz kendimizi bu konuda?
Bakara Suresi’nde gerçek müminlerin ölüm ve diğer musibetler karşısındaki tavırları ele alınıyor. (2/153-157) “Onlara bir musibet isabet ettiğinde, biz Allah'a aitiz ve O'na dönücüleriz.” diye tepki verdikleri söyleniyor. Nitekim bizler de bir vefat haberi aldığımızda, bu ifadeyi Arapça ya da Türkçe olarak söylüyoruz. Peki, hiç düşündük mü, bu ifade, ağızda söylenmesi gereken bir sözü mü yoksa iç dünyada oluşması gereken duyguları mı ifade ediyor?
Bir musibet karşısında, iç dünyamız karmakarışık duygularla çalkalanırken, ağzımızla bu sözü söylemekle, bu ayetin gereğini yerine getirmiş mi oluyoruz? Ya da iç dünyamızda bu sözle ifade edilen boyun eğme, teslimiyet ve sükûnet hâkim olmuşken, ağzımızla bu sözü söylemesek, ayetin gereğini yerine getirmemiş mi oluruz? Hani hep eleştiriyoruz ya, anlamını bilmeden subhanallah ve benzeri sözlerle tesbihat yapanları… Peki, biz bu ayetteki ifadeyi, içimizde hissederek mi söylüyoruz; söylediğimiz bu söz, iç dünyamızdaki duygularımızı ne derece ifade ediyor? Hazır mıyız ölüme? Yoksa önümüzde uzun bir sürenin olduğunu mu düşünüyoruz? Hiç kimsenin ölüm vakti belli değil; lakin farz edelim ki daha 50, 100 yıl ömrümüz kalmış olsun; bitmeyecek mi? Mesela ben şu anda 45 yaşındayım, çocukluk ve gençliğimde asırlar gibi gelen yıllar, şimdi su gibi akıp geçmiş gibi geliyor. 45 sene daha ömrüm kalmış olsa ne yazar? Kalan seneler de (tabi kalmışsa), yaşarken asırlar gibi gelse bana; yaşanıp geçtikten sonra, su gibi akıp geçmiş gibi gelmeyecek mi? Sonlu olan her şey, bir gün mutlaka bitmeyecek mi? Mesela, dünyanın 4,5 milyar yıl yaşında olduğu iddia ediliyor bilim adamlarınca, demek ki bu kadar uzun bir süre dönmüş bu dünya. Şimdi bize ne kadar kolay geliyor söylemesi. 4,5 milyar yılcık geçmiş işte.
Şairin dediği gibi, ölüm uzak görünüyor önce; ne kadar yakın olduğu anlaşılır, ölümü görünce. Evet, her insan bir gün mutlaka ölecek. Lakin kaç kişi vardır bir gün öleceğinin hesabıyla yaşayan? Kaç kişi vardır, dünyaya göre değil, ahirete göre hesap yapan? Kaç kişi vardır, ölüm meleğini, eli tırpanlı iskelet suretli Azrail olarak değil; kendisine, Rabbe açılan kapıyı açmaya gelmiş bir dost olarak düşünebilen?
Güzel bir misal okumuştum bir kitapta. Diyordu ki yazar, eğer koyunlar kendilerinin kesilmek için beslendiğini bilse, bir gram ot yemez, bir gram et tutmaz diye. Koyunun gafletidir ki, kendisini kesmek için besleyen kasabı dost saymasına neden olan şey. Peki, biz bu bedeni niye besliyoruz, bu çırpınmalarımız, bu çalışmalarımız niye? Eğer ahiret için beslemiyorsak bu bedeni; kesileceğinin farkında olmadan sürekli tıkınıp, kasaba et üreten koyundan çok mu farklı durumumuz?
Hayatımızı sürdürmeye yetecek kadar çalışıp kazanmak ve yemek tamam da hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmak ve yemek niye? Hadis olduğu iddia edilen bir söz var: “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalış!” Bu sözün hadis olarak uydurulmuş olması ve Kur'an’a aykırı olmasını bir kenara bırakalım; kaç kişi var bu söze göre yaşayan? Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışma konusunda, deliler hariç kimsenin bir sorunu yok. Lakin hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalışan pek yok.
Kur’an’a göre dünya ahiretin tarlası, ölüm ise hasat mevsiminin başlangıcındaki son gece misali bir geçit yeri. Bu durumda sadece ahiret için işlemek gerekiyor dünya tarlasını, ta ki hasat gününün başlayacağı ölüme kadar. Bu durumda ölüm, ahireti arzulayan kimse için, mahsulün bitişi değil, hasat mevsiminin başlangıcı olmalı. Dünyayı dünya için yaşayanlar içinse elbette korkulacak bir durum olacaktır ölüm. Hem arzuladığı şeyin kaybolması hem de ahirete hazırlıksız yakalanması nedeniyle.
Periyodik ve derin muhasebeler yapmalıyız, hayat ve ölüm üzerine. İçimizde, ölüm ve hayata dair oluşan duyguları çözümlemeliyiz. Sadece sözlerimizin ve düşüncelerimizin Kur'an’la uygun olması yetmez sadık müminlerden olabilmemiz için. Duygularımız da tabi olmalı Kur'ani düşüncelerimize ve bu duygular bilinçaltımıza dek işlemeli.
Mezarlıkları ziyaret etmeliyiz sık sık. Özellikle yakın akrabalarımızın, hayatımızda önemli olan kişilerin mezarlarını. Yakınlarımızdan ve tanıdıklarımızdan ölen kişilerin cenazelerine katılmalı, o atmosferde derin muhasebeler yapmalıyız. Hazırlıksız yakalanmamalıyız ölüme, “Ölüm her an aklımda” diyebilmeliyiz. Ki, Nahl Suresi’nde açıklanan, ölüm meleğinin cennet müjdesiyle geldiği kişilerden olabilelim; ölüme yakalandığımız ilk anda hissedeceğimiz tedirginlikten, ölüm meleğinin bu müjdesiyle kurtulup, sevinçle son nefesimizi verebilelim. (16/32)