Ölümden öte bir köy var...

Yıldıray Oğur

102 bin. Bu sayı sadece 1984–2005 yılları arası ölen, yaralanan, tutuklanan toplam PKK’lıların sayısı. (Kaynak sağlam: Fikret Bila’nın Hangi PKK kitabındaki devletin resmî kayıtlarından.)

Bu 102 bin insanın anneleri, babaları, evlatları, arkadaşları derken büyüyen ve milyonlara dokunan ateş, önceki gün Muş’un Bulanık ilçesinde amcasının kemikleri yeni bulunmuş, ağabeyi dağda, lisesinin birincisi 18 yaşında bir kızı da yaktı.

Bundan aylar önce Diyarbakır’da bir derenin kenarında Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinin yıldönümünde kendini yakan 17 yaşındaki çocuğun yanına gömülmeyi vasiyet etmiş küçük kız.

Dün bayraklar, sloganlarla kaldırılan cenazesinin haberini okurken “Keşke Türkiye 20 bin parçaya bölünseydi de şimdi mezarları yan yana olan bu küçücük çocuklar arkalarında böyle ağır politik mektuplar bırakarak kendilerini ateşe vermeseydi” diye düşündüm.

Keşke o cenazeye katılıp, kendini yakan küçük bir kızın üzerinden siyasi mesajlar veren siyasetçiler de şöyle diyebilselerdi: “Keşke sen ölmeseydin ve biz 1000 yıl daha Meclis’e girmeseydik.”

Bundan 30 yıl önce Diyarbakır zindanında ancak “Biz ölüyüz, burası da cehennem” diyerek hayatta kalmayı başaranların derin çaresizliğinin onları nasıl ateşlere yürüttüğünü, ölüm oruçlarına yatırdığını anlıyoruz, evet.

Ama 30 yıl sonra artık ölümden başka köyler olduğunu da kimse anlatmayacak mı bu çocuklara?

Her akşam televizyonlarda açıkça statü, demokratik özerklik, anadilde eğitimi tartışan Kürt siyasetçiler, bunların ancak uğruna ölünürse mümkün olacağına inanmış çocukların çaresizliğine karşı da belagatlerini konuşturmayacak mı?

Meclis’te, medyada, meydanlarda her şeyi söyleme gücü ve hakkı olan bir milletvekilinin kendini patlatıp sekiz kişiyi öldürmüş bir canlı bombayı öven sözlerine de, en az Aynur’u Kürtçe okuduğu için protesto eden cazırtılı seslere karşı çıkıldığı gibi karşı çıkılmadıkça barışın dili denen efsane kurulur mu sanıyorsunuz?

100 belediyesi, 35 milletvekili, televizyonu, gazetesi, vakıfları, dernekleri, ülkenin batısındaki aydınlar arasında moral desteği olan, Kandil’deki askerî liderinin her ay merkez medyanın bir gazetesine röportaj verdiği, devletin aleni müzakere yürüttüğü esas liderinin ise her hafta görüşme notlarının gazetelerde çarşaf çarşaf yayımlandığı bir hareketin, artık derdini anlatması için adam öldürmeye, asker kaçırmaya bu uğurda çocukların kendisini yakmasına ihtiyacı var mı?

Türkler Kürtleri öldürerek asimile edemedi, şimdi Kürtler Türkleri öldürerek mi çözüme ikna edecek?

PKK 30 yıldır dağlarda. Bu 30 yılda PKK’nın köy baskınları, karakol baskınları sonucu mu AKP korkup Kürt açılımını başlattı? Öyle olsaydı en şiddetli baskınların yaşandığı, PKK’nın kurtarılmış bölgeler ilan ettiği 90’larda bu açılımlar gerçekleşmez miydi?

30 yıldır olmadığı kadar açıkça Kürt sorununun tartışılmasının, Türklerin bu soruna duyarlılıklarının artmasının nedeni PKK’dan duyulan korku mu?

PKK 13 askeri öldürdükten sonra Kürtlerin taleplerinin karşılanacağı tarih yaklaştı mı uzaklaştı mı? Bu çatışma Kürt sorununun tartışılmasına yardımcı mı oldu yoksa köstek mi oldu?

Bugün PKK dağlarda silahlı dolaşarak Kürtlerin hangi derdine çare olabiliyor?

Peki, dün olabilmiş miydi? Üç bin köy yakılırken PKK Kürtleri koruyabildi mi? 15.000 faili meçhul olurken koruyabildi mi? Musa Anter’in, Vedat Aydın’ın, Mehmet Sincar’ın öldürülmesini engelleyebildi mi?

PKK Kürt sorununun sonucuysa, Olağanüstü Hâl, JİTEM, Hizbullah, Tansu Çiller, Mehmet Ağar da PKK’nın sonucu değil midir?

Kandil’deki beş bin kişilik silahlı birlik mi bir milyon kişilik orduya karşı Kürtleri koruyacak? Yoksa Meclis’teki, televizyonlardaki, gazetelerdeki, meydanlardaki Kürt siyasetçiler, bu haklı ve sivil taleplere destek verecek Türkler, bu talepleri destekleyecek dünya kamuoyu mu?

102 bin insan yetmedi mi?


“Türkiye Türklerindir” plazasındayken...

Yıldırım Türker Çarşı’nın manifestosunu överken “Taraf olmanın, ‘Meclis tıkır tıkır yürüyor valla’ manşeti atarak güçlü olana yamanma çabası olmadığını, ortak sorunlarımızı çözerken nasıl bir ahlaka çalışmamız gerektiğini açıkça dile getiriyor bu mükemmel metin” demiş.

Eğer yazdığım gazeteyle aynı plazadan yayımlanan, her ay maaşımı aldığım patronumun büyük gazetesi, bunca açılıma, Kürt meselesindeki bunca ilerlemeye rağmen hâlâ her gün “Türkiye Türklerindir” logosuyla çıkmaya ısrar etseydi, yazdığım gazeteyse hâlâ “teröristlerden”, “etkisiz hale getirilenler”den, “şehitlerden” bahsetseydi, herhalde ölümler arası ayrım yapmayan, Genelkurmay’ı, Kandil’i, AKP’siyle gerektiğinde aynı anda kavga eden, Kürt meselesinde kimsenin kıramadığı tabuları kırmış bir gazeteye karşı Kürt meselesinde salvo atışı yaparken öfkemden çok vicdanımın sesini dinlerdim. Bunun tersini insana ancak hâlihazırda güçlü bir yere yamanmış olmanın konforu yaptırır. “Ortak sorunlarımızı çözerken nasıl bir ahlaka çalışmamız gerektiğini” ise ancak bundan sonra konuşabiliriz.


yildirayogur@gmail.com

TARAF