Ölüler Göreve Çağırıyor

MUSTAFA YILMAZ

O yıllarda bir Fransız kolonisi, şimdilerde ise Fransız bölgesi olan Karayip Adası Martinik’te 1925 yılında melez bir ailenin çocuğu olarak doğan, sömürgeciliğin psikopatolojisi konusunda yirminci yüzyılın en büyük düşünürlerinden birisi olan Frantz Fanon’un “Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın Anatomisi” kitabının giriş bölümü acı bir izahat şeklinde başlar.

Fanon burada 130 yıl acı sömürgeden sonra bağımsızlık için ayağa kalkmış bir halkın beş yıldır devam eden ve daha da devam edecek olan devrimci ayaklanışına yöneltilen, neredeyse işgalci sömürgecileri haklı çıkaracak eleştirilere cevap vermektedir. Bu satırlar son derece trajik ancak aynı zamanda haklı bir davanın onurunu ayakta tutan açıklamalardır. Bununla beraber insan bu açıklamaları okuyunca bir taraftan sömürgeci katiller ve onların şürekası tarafından gündeme getirilen konuların nasıl bir karşı propaganda enformasyonu olduğunu ve yine bu itirazları cevaplandırmak zorunda kalmanın da nasıl derin acılar yansıttığını görme imkanını sunar.

İtiraz şudur: ‘Cezayir Devrimi’ eli kanlı bir insan topluluğunun bir pratiğidir ve bunları sayısı yirmi beş bini geçmez. Bu vahşiler acımasızca Fransız askerlerine ve Fransız taraftarlarına saldırmaktadır. Bunlar barbardır. Bunlar nefret abideleridir. Bu ve benzeri üretilmiş propaganda saldırıları karşısında Fanon siyasal, sosyal ve psikopatolojik gerekçelerini sıralayarak bu karşı saldırıyı püskürtmeye koyulur.

İşgalci ve sömürgeci zalimlere ‘senin Cezayir topraklarında ne işin var’ sorusunu sormak yerine bağımsızlık savaşında direnişçilerin ‘saldırganlığını’ ve ‘öfkesini’ öne çıkaran yaklaşımın hangi açıklamalarını ve mazeretlerini geçerli sayabiliriz ki? Annesi, babası, kız kardeşi gözlerinin önünde öldürülürken, bedeni demir telle bağlanan ve bu manzarayı görsün, unutmasın ve bunun altında bütün bir psikolojik bütünlüğü tarumar olsun diye işgalci komutan tarafından göz kapakları açık tutulan yedi yaşındaki çocuk, toplama kampında şöyle haykırıyordu batılı gazeteciye: ‘Bir tek şey istiyorum: bir Fransız askerini küçücük parçacıklara kadar kıtır kıtır doğramak!’ Pekiyi yedi yaşındaki bu çocuğa bu katliamı nasıl unutturacaksınız? Sonra da bu çocuk gibi milyonlarca Cezayirlinin öfkesini hangi gerekçe ile reddedeceksiniz?

‘Az gelişmiş’ olarak görülen bir halk Batılılar tarafından manevi olarak mahkum edilmek istendiğinde oyunun kaideleri hatırlatılır, ancak vicdanı ‘rahat’ düşman acımasız yeni terör biçimleri icat etmekle meşguldür. Doğrudur, verdiği kavganın gücüyle devrime yürüyen halk, bütünlüklü özgür ve adil bir toplum kurmak istiyorsa istidadını ispat etmelidir. Temiz kalmak en başta gelen ilkesi olmalıdır. En saf haliyle kendine hakim olmalı ve geleceği kurmaya yönelik bir ümidi korumalıdır. Fakat savaş meydanında bunlardan sapmalar görmek mümkündür. Bütün bunlar cephanesi tükenince taşlarla karşı koymaya çalışan savaşçıyı ‘direnişçi’ kategorisinden ‘terörist’ kategorisine indirmeye yetmez. Çünkü bu açıklamalar her şeyi ifade etmez.

Fanon böyle bir karmaşada tarihi cümlesini söyler. Cezayir direniş hareketi ölçüsüzlüğe ve adaletsizliğe karşı kendi mensuplarını sürekli uyarmıştır. Hatta böyle davrananları muhakeme etmiş ve cezalandırmıştır. Ancak tüm bunlar sömürgecilerin yaptıkları yanında çok küçük kalır. ‘Devrim asla sömürgecilik kadar ileri gitmemiştir. Yurttaşlarımızın ani tepkilerini mazur da görmüyoruz. Onları anlıyoruz, ancak onları ne affedebiliriz ne de reddedebiliriz.’

Bu direnişler bir halkı var eder. Bu sosyolojinin tekevvün hareketidir. Cezayir bilkuvve özgür ve bağımsızdır. Suriye bilkuvve özgür ve bağımsızdır. Filistin bilkuvve özgür ve bağımsızdır. Halk geri dönülmez bir yola girmiştir. Sömürgeciler de, işbirlikçi diktatörler de bunun farkındadır. Bu tarihi bir harekettir. Silaha sarılmak, asker olmak, ölümü onurlandırmak bu halkın tek şansıdır. Özgürlük kaybedilip kazanılabilir, ancak onur ve izzet kaybedilip tekrar kazanılan şeyler değildir. İşgal altında uzun süre yaşamanın bir anlamı yoktur.

Bu satırlarımızın gösterdiği gerçeklik Cezayir’le sınırlı kalmaz. Bugün devam eden, yerli diktatörlüklere karşı verilen devrim mücadelelerinin de mantıksal çerçevesini sunar. Aynı tartışmaların yaşandığı günlerden geçiyoruz. Suriye, Irak ve Yemen’de devam eden savaşımların tartışma zemini de bu vasatta tutulmak isteniyor.

Suriye’de yüz binlerce şehit, yüz binlerce yaralı ve sakat, on binlerce kayıp, milyonlarca iç ve dış göç, harabeye dönmüş şehirler, yok edilmiş insani ve medeni birikim, yetim kalmış mescitler, yakılmış kütüphaneler, mahvedilmiş ekinler ve hayvanlar bir yanda, diğer yanda ise direnişçilerin ‘vahşiliğini’ her şeyin önüne geçirme çabası ve propagandası!

Katliamcı Esed ve Maliki’nin siyasal düzenini, onun pratik sonuçları olan kan, işkence, zulüm, inkar ve asimilasyonu örtmek için bugün IŞİD’i can simidi gören utanmazlık ile Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda yürütülen politika arasında farkın olmadığını çok açık görüyoruz.

Bu şeytani propaganda savaşı herkesi etkilemiş görünüyor. Zihinsel sömürünün esiri olmuş insanlar egemen güçlerin zihinsel kodlarını ve düşünce biçimlerini aynen tevarüs ederler. Çünkü sömürgecilerin dünkü şımarık çocukları bugün ‘ulusal’ otoriteler adını almakta ve ‘ulusal’ kaynakların yağmalanmasını organize etmektedir. Katil Amerika ileri karakollar kurmak için fırsat kollarken, emperyalist Çin ve Rusya haritada kanlı ayak izlerine yenisini eklemek için siyasi ve askeri manevralar yapmaktadır. Bunun için kullanacakları aktörler mevziye ve mevzuya göre değişebilir; Arap, Kürt, Sünni, Şii fark etmez.

Zulüm, katliam ve sömürü aklı olan yada makul olan bir yapı değildir. Tabii olarak daha büyük bir şiddet eylemi karşısında boyun eğer. Bu gerekçe de zulme ve katliamlara karşı insani ve fıtri direnişin temelini oluşturur. Katliamcıya onun dilinde cevap vermek gerekir. Gelin görün ki, zalimlerin maddi güçlerine sahip olmak durumunda olmayan direniş hareketi verdiği şehitlerle zalimleri korkutmakta, ölümle yürümekte, ölümü onurlandırmaktadır.

Zalimlere karşı direnen bu halklar insanlığın ve dünyanın onur nöbetçileridir. Filistin yarı asırdan fazladır bu nöbet yerini terk etmedi. Hala nöbete devam ediyor. Eğer, dünyanın her neresinde olursa olsun, vicdanı kurumamış, idraki sönmemiş bir insan varsa işte Filistin onun da nöbetini tutmaktadır. Suriye bu nöbeti kanı ve canı pahasına sürdürmektedir. Ancak onların ölüleri bu keşmekeş içerisinde göreve çağırıyor.

Görev çağrısını duymak istemeyen, kulaklarını tıkayan siyasal aktörler, aydınlar, gazeteciler, hacılar, hocalar eleştiriden korunmak için düşünsel ve siyasal olmayan bir alanda konuşlanmak ve konuşmak gibi iyi bilinen bir kaçış yolunu tercih ediyorlar. Ancak ölüler göreve çağırıyor. İroni ile yaşamayı bir telakki haline getirmiş bu sorumsuzluğu ölülerin çağrısı rahatsız edebilir mi? Bilemiyoruz, ancak uygar yada medeni kalmak dürtüsü ile körleşmek canavarca bir tarih biliminin eseridir bunu biliyoruz. Fakat zalimler tahtlarını terk ederek fareler gibi lağımlara doluştuklarında bu efendiler, lortlar, yorum teknisyenleri, derin hocalar, zulüm, demokrasi, insan hakları üzerine bir sürü söylev üretmek için sondajlar yapacaklardır. Bizler de o gün, Sartre’ın dediği gibi; ‘hayır, köleliği yalnızca Güneyliler tartışabilir, çünkü zenciyi yalnızca onlar tanımaktadır’, diye itiraz edeceğiz.

Ölüler göreve çağırıyor! Hiçbir asalak romantizme, katı idealizme, nevrotik devrimciliğe ödün vermeyen ahlaki bir direniş teolojisi ile ölülerimizin yardımına koşmak, onların sesi olmak, canı olmak zorundayız. Cani ve katil sürülerinin medyatik propaganda gücüne aldırmadan, karşı cepheyi güçlendirecek açıklama ve eylem yapmaktan, tartışma yürütmeden kaçınarak, kendi cephemizde gördüklerimizden sadır olan ölçüsüzlükleri affetmeden ancak onları da reddederek ötekileştirmeden siyasal aklımızın sınırlarını zorlayarak istişari birlikteliklerimizi güçlendirmemiz gerekir.

Ölülerin çığlıkları kulaklarımızı yırtıyor. Vicdanlarını uykuya yatıranlar için çığlığın hiçbir değeri yoktur. Yalnız, ölüler yatacak kabir bulamayınca şehirlerimizde dolaşmaya başlayacaklar bunu unutmayalım.