Ölmeyen Baba ve Modern Halk Sömürüsü

Hilâl Kaplan, kitabında Atatürkçülerin Batılı-aydın söylemi üzerinden sömürü sistemini nasıl kurduğunu deşifre ediyor.

"Türkiye’nin Ölmeyen Babası" isimli kitabında Atatürkçülerin Batılı-aydın söylemi üzerinden sömürü sistemini nasıl kurduğunu deşifre eden Hilâl Kaplan'la Taraf'tan Özlem Ertan konuştu:

Sosyolog ve Yeni Şafak gazetesi yazarı Hilâl Kaplan, kısa süre önce Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Türkiye’nin Ölmeyen Babası adlı kitabında, Atatürk ve ona atfedilen anlamlar bütününün yaşamımızı nasıl çepeçevre kuşattığını örneklerle anlatıyor. Birçoğu Atatürkçü Düşünce Kulüpleri’nde aktif olarak görev yapan ve kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayan gençlerle, tam da 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinin ertesinde görüşen yazar, Atatürkçülüğün komünistlerden, dindarlara kadar toplumun her kesimi tarafından benimsenmesinin nedenlerini de irdeliyor. Muhafazakar bir parti olan ve Atatürk ilkelerine karşıt uygulamalarda bulunduğu gerekçesiyle kısa süre önce kapatılma tehlikesi atlatan AK Parti’nin bile “Asıl Atatürkçü biziz” demek durumunda kaldığını ve Türkiye’de “Atatürkçü değilim” diyene varolma şansı tanınmadığını söyleyen Hilâl Kaplan’la kitabı ve Atatürkçülük hakkında konuştuk.

ÖZLEM ERTAN / TARAF

Türkiye’nin Ölmeyen Babası’nı yüksek lisans tezinizden yola çıkarak yazmışsınız. Atatürkçü gençleri araştırma sahası olarak seçmenizin nedenleri neler?

Yüksek lisans tez konuma karar vermem gereken dönemde 27 Nisan e-muhtırası yayınlanmış ve Cumhuriyet mitingleri gündeme oturmuştu. Sosyolojide ‘Yeniden gruplanma’ diye bir kavram vardır. Burada da Cumhuriyet mitingleriyle yeniden gruplanmaya çalışan Atatürkçüler vardı. O grupla bağlantı kurup bir çalışma yapma isteği doğdu bende. Gençliği özellikle seçmemin nedenlerinden biri yaşıtlarımla daha rahat iletişim kurabileceğimi düşünmemdi. Kitapta anlatılan hikâye aslında hepimizin hikâyesi. Hepimiz, ilkokuldan itibaren bizi Atatürk’le ve ona atfedilen düşünce biçimiyle ilişkilendirmeye çalışan bir sistemin içinde büyüdük. Dolayısıyla gündelik hayattan siyasete kadar her alanı kapsayan bir figürden bahsediyoruz.

Cumhuriyet elitleriyle toplumun diğer kesimleri arasındaki ilişkiyi sömürensömürülen ilişkisine benzetiyorsunuz. Cumhuriyet elitleri kendilerine benzemeyenleri nasıl sömürüyor?

Bir toprak parçası üzerinde yaşayan bir halkın o toprak parçasıyla ilgili her konuda karar mekanizmasına dahil olma hakkı vardır. Demokrasi dediğimiz kavram en yalın haliyle budur. Cumhuriyet elitleri denen kesimin birebir sömürgeci mantıkla hareket ettiğini düşünüyorum ben. Sömürgeci, mutlak hakikate sahip olduğunu düşünür. Kendisini aydınlanmış, batılı ve elit; halkı ise doğulu, cahil, aşağı, geri kalmış görür. Bu konumlanmanın doğruluğuna inanan sömürgeci için halkın düşünceleri ve değerleri önemsizdir. Sömürgeci mantık dahilinde önemli olan sömürgecinin istek ve arzularını gerçekleştirmesidir. “Halk için halka rağmen” sloganında vücut bulan bir düşünceden söz ediyoruz burada. Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirilen uygulamalara baktığımızda halkın dili, dini gibi temel toplumsal olguların hiçe sayıldığını görüyoruz. Burada dil derken sadece öztürkçeleştirme projesinden ve alfabe değişiminden bahsetmiyorum. Türkçe dışındaki tüm dilleri yoketme, asimile etme projesinden, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla gayrimüslimlere dilleri üzerinde yapılan baskılardan söz ediyorum. Türk müziğine dair kısıtlamalar da buna örnek verilebilir. Burada halkın tercih ve değerlerini hiçe sayan, sömürenlerin halktan üstün olduğunu varsayan bir anlayış söz konusu. O yüzden böyle bir analoji yapma gereği duydum. Türkiye’de bu sömürgeci anlayış çok da eski değil maalesef. Hatırlayın, Türkan Saylan’ın bir Cumhuriyet mitinginde “Asıl olan biziz bize sormadan hiçbir şey yapılamaz bu memlekette” demesini. Bu, sadece Cumhuriyet elitlerinin değil kendilerini onlarla özdeşleştiren diğer vatandaşların da kendilerini makbul vatandaş olarak görmesine yol açan bir anlayış.

Siz de başörtülü bir kadın olarak sömürülenlerden birisiniz bu durumda.

Başörtülüler de uzun zaman aydınlatılması gereken homojen bir topluluk olarak algılandı. Hâlâ bu görüşe sahip olanlar bulunduğuna eminim. Çünkü başörtülü kadın, özellikle de yüksek öğrenim gören, kariyer yapmak isteyen başörtülü kadın, arzu edilen Atatürkçü özne normlarının dışında kalıyor. Sömürgeci mantık dahilinde, aydınlatılması gereken bu grubun milli eğitim sisteminden geçtikten sonra ‘aydınlanıp’ başını açacağı öngörülüyordu. Ancak böyle olmadı.

Başörtülü olduğunuz için sizinle konuşmayı reddeden ya da size önyargıyla yaklaşan biriyle yüz yüze geldiğiniz oldu mu bu araştırma sırasında?

Benim bu araştırmaya başladığım dönemde yapılan Cumhuriyet mitinglerinin bir numaralı nedeni eşi başörtülü olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olmasıydı. Öyle bir dönemden sonra görüştüm ben Atatürkçü gençlerle. Çoğunun tanıştığı ilk başörtülü kadındım. Benimle görüşmeyi reddedenler oldu. Ben o dönemde ‘Henüz Özgür Olmadık’ bildirisi içinde yer alan biri olduğum için internette hakkımda bilgi bulmak ve başörtülü olduğumu öğrenmek mümkündü. Bu yüzden iki üniversite kulübü benimle görüşmeyi reddetti. Önceden kabul eden bir kulüp de diğerlerinden başörtülü olduğumu öğrenip benimle görüşmekten vazgeçti.

Peki, bu uzun sohbetlerde Atatürkçü gençlerin başörtülü kadınlara karşı önyargılarının kırıldığını düşündüğünüz anlar oldu mu?

Bir üniversitedeki Atatürkçü Düşünce Kulübü’nün başkanıyla önce mail, sonra da telefon yoluyla irtibat kurup buluşmak üzere sözleştim. Bu arkadaş benim başörtülü olduğumu bilmiyordu. Taksim’de çiçekçilerin önünde buluşacaktık. Oraya gelince onu aradım ve akabinde bir telefon sesi duydum. Sonra dönüp birbirimize baktığımızda onun yüzünde beliren, karşısında başörtülü bir kadın görmekten duyduğu şaşkınlığı benim kelimelerle ifade etmem zor. O şaşkınlık evresini aştıktan sonra uzun bir mülakat yaptık. Mülakattan sonra eklemek istediği bir şey olup olmadığını sordum. O da bana, “Atatürk’ün halk için yaptığı reformlar birebir uygulanmak zorunda değil. Mesela türban üniversitede serbest olabilir. Eşit şekilde eğitim göreceksek” dedi. Ben bu mevzuuya dair bir soru sormamama rağmen bana başörtü özgürlüğüne dair bir şey söyleme gereği hissetti. Bu, önyargıların kırıldığı olumlu bir andı.

Mülakat yaptığınız tüm gençler kentsoylu ve laik yaşam tarzını benimsemiş ailelerin çocukları mıydı?

Konuştuklarım içinde şehirli, orta-üst sınıf ailelerde büyüyenler olduğu kadar, köyde büyüyüp üniversite için İstanbul’a gelenler de vardı. Hatta çocukluğunda Edirne’nin bir köyünde müezzinlik yapan ve Atatürk’ü gidip geldiği caminin imamından öğrenen biri de vardı konuştuğum gençler arasında. Anne babası ateist olan, seküler bir ortamda yetişmiş bir kızın Atatürk algısı, tabii ki yetişme ve öznelleşme biçimiyle paralel. Edirne’nin bir köyünde büyüyüp de Atatürk’ü caminin imamından öğrenmiş gencin ise dine daha yakın, ona sıcak bakan bir Atatürk algısı var. Yani bu gençlerin “Atatürk kimdir?” sorusuna verdiği cevapla “Ben kimim?” sorusuna verdiği cevap paralel.

Kitabınız esas olarak vefatından sonra Atatürk’e atfedilen anlamlar bütünü ve bunların yaşamımızı nasıl biçimlendirdiği hakkında. Atatürk’le özdeşleşen, kendisini onun takipçisi olarak gören birçok genç olduğunu düşünecek olursak Cumhuriyet Projesi’nin büyük ölçüde başarıya ulaştığını söyleyebilir miyiz?

Atatürk’e atfedilen anlamlar bütünü tüm ihtişamıyla siyasi alanın merkezine konumlanmış durumda ve buna meydan okuyacak çok fazla insan yok. Bu anlamda başarıya ulaştığını söylemek mümkün. Cumhuriyet Projesi en çok dil alanında başarılı oldu. Dil Devrimi, bu halkın geçmişiyle bağlarını koparmak için yapıldı. Dili öldürmek de insan öldürmek kadar büyük bir zulümdür bence. Bugün Osmanlıca kelime hazinesinin çok küçük bir bölümünü kullanıyor ve çok kısıtlı bir dil içinde kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz. Ancak Cumhuriyet Projesi şu an dökülüyor ve biz onun açtığı yaraları tamir etmekle meşgulüz. Atatürkçülüğün topluma giydirilen çok dar bir gömlek olduğu artık anlaşıldı. Demokratik açılım ve yeni anayasa sürecini bu gömleği üzerimizden atma çabası olarak görüyorum.

“Cumhuriyet Projesi yavaş yavaş dökülüyor” dediniz. Bunda Cumhuriyet Elitleri’ni temsil etmeyen muhafazakar bir partinin 2002’den beri iktidarda olması ne kadar etkilidir sizce?

AK Parti kendini muhafazar - demokrat olarak tanımlıyor. Tabii ‘müslüman-demokrat’ diyemediği için muhafazakar tanımını tercih ediyor. Aslında muhafazakarlık ve demokratlık birbiriyle barış içinde olan kavramlar değil. Muhafazakarlık, var olan değerleri korumak üzerinden yol alır ve siyasal teoride yeri olan bir kavramdır. Demokrat ise devamlı bir değişim içindedir ve toplumun, oluşan farklı taleplere göre biçimlenmesi gerektiğini savunur. AK Parti, demokratlıkla muhafazarlığın kesiştiği noktada demokrat sıfatını önplana alarak çok olumlu işlere imza attı. Bu anlamda tabii ki AK Parti’nin Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli bir etkisi var. Mesela 10 yıl önce bu kitap çıkabilir miydi? Ben, bu kitabı yayımlayacak bir yayınevi bulabilir miydim? Bunu düşünmek bile gelinen noktayı anlamaya yeter. Ancak tabii ki hâlâ yapılması gereken birçok şey var.

Çok da uzun olmayan bir süre önce ‘Atatürkçü’ olmadığı gerekçesiyle kapatılmak istenen AK Parti’nin yetkilileri “gerçek Atatürkçü” biziz diyerek savunuyorlar kendilerini. Bunu nasıl yorumlamak lazım?

Çünkü AK Partilileri böyle açıklamalar yapmak zorunda bırakan siyasi bir alan var. Bu alanı, Atatürkçülük kuşatıyor. Atatürk miti, Türkiye’de siyasi alanın merkezinde yer alıyor. İşin en kötü tarafı da bunun doğallaştırılmış olması. Türkiye’de Atatürkçü olmayanları patolojik kılan, dışlayan bir anlayış söz konusu olduğundan herkes kendini Atatürkçü olarak konumlandırmak zorunda kalıyor. O yüzden Egemen Bağış “Atatürk ortak paydamız. Türkiye’nin en Atatürkçü partisiyiz, bunu iddia ediyorum” diyor. Atatürkçü olmak nasıl bir haksa, Atatürkçü olmamak da bir hak olmalı. Ben, geçen 10 Kasım’da “Atatürkçü değilim Ne Olmuş” diye bir yazı yazdım ve kıyamet koptu. Oysa burada alt basamakta yer alan bir haktan, “Atatürkçü değilim” deme hakkından söz ediyoruz. Bir AK Partili ya da herhangi bir devlet görevlisi çıkıp “Ben Atatürkçü değilim” desin bakalım ne oluyor. Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi için öncelikle Atatürk’ü mitleştirmekten vazgeçmek gerekiyor.

Kitabınızda Kemalizm’le Atatürkçülük arasındaki farktan da söz ediyorsunuz. Bu konuda da konuşalım biraz.

Kemalizm’le Atatürkçülük arasında totaliteryen olmaları bağlamında benzerlikler var. Kemalistler, tüm ülkenin Kemalist, Atatürkçüler ise Atatürkçü olmasını ister. Onlara göre, toplum için ‘iyi’ olan budur; halk için iyi olanı halka rağmen yapmak onların üzerine vazifedir. Ancak Atatürkçülük söyleminin Kemalizm’den daha büyük bir totaliter tehlikeye işaret ettiğini düşünüyorum ve bu bağlamda farklı olduklarını söyleyebilirim. Zira Kemalizm, Atatürkçülüğe nazaran ideoloji olarak tanımlanmaya daha yatkın. Çünkü CHP’nin altı okunda anlam bulan belli bir sabitliği var. Ayrıca Kemalizm, Mustafa Kemal hayattayken ortaya çıkmış bir kavram. Kemalizm terimi, Demokrat Parti iktidarına denk gelen yıllarda, CHP’nin

Atatürkçülük’le eşdeğer olduğu algısını kırıp Atatürk’ün daha kapsayıcı bir görünüm alması amacıyla Atatürkçülüğe çevrildi. Atatürkçülüğün bir ideoloji olduğunu düşünmüyorum. Çünkü belli bir sabitliği yok. Komünistlerden dindarlara kadar herkes kendini Atatürkçü olarak tanımlayabiliyor. Mesela AK Parti hiçbir zaman “Biz en Kemalist partiyiz” demez. Böyle derse herkes ona güler. Ama “Biz en Atatürkçü partiyiz” diyebiliyor ve bunu kimse garipsemiyor. Atatürkçülüğün, toplumu birarada tutmak için yaratılmış bir egemenlik süreci olduğunu düşünüyorum ben.

Atatürkçülük, Türkiye’de rejime yönelik tüm müdahalelerin ve darbelerin de nedeni olarak gösteriliyor. Bu anlamda Atatürk’ün, demokrasiyi kesintiye uğratmak isteyen güçler tarafından kullanılan bir figür olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet söyleyebiliriz. Darbeler şu mantık silsilesini izler: “Halk için doğru olan Atatürk’ün istekleridir. Atatürk’ün ne istediğinin bilgisine ordu sahiptir. Ordu, bu bilgi dahilinde hareket etmek zorundadır. Sonuçta ordu yönetime el koyar.” 28 Şubat ve 27 Nisan da dahil olmak üzere tüm müdahalelerde “Halkı Atatürk’ün yoluna geri döndürmek” argümanının kullanılmasının nedeni budur. Bu, Atatürk göstereninin açtığı egemenlik alanının kullanılmasıyla ilgili bir şey.

Kitabınızı Uğur Kaymaz, Hrant Dink ve Medine Bircan’ın anılarına ithaf etmişsiniz. Bunun, kitabın içeriğiyle bir ilişkisi var mı?

Toplumun farklı kesimlerinden olan bu üç insan ayrımcılığa uğradı ve mazlum edildi. Üçü de uğradıkları adaletsizlik nedeniyle hayatını kaybetti. Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, gazetesinin önünde öldürüldü. Medine Bircan, evraklarında başörtülü fotoğrafı olduğu için tedavi edilmedi ve hayatını kaybetti. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ise, Mardin Kızıltepe’de, “yasadışı örgütü üyelerine yönelik operasyon” gerekçesiyle babası Ahmet Kaymaz’la birlikte öldürüldü. Bu üç insanın hayat öykülerinin beni çok etkilemesi ve bu kitapta anlattığım siyasi, toplumsal kurgunun onları mazlum eden sistemle birebir ilişkili olması nedeniyle kitabımı onlara ithaf ettim.

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"