Bu replik zaman zaman dilime dolanır
Zaman zaman Hamlet’in repliğini mırıldanırken yakalarım kendimi: “Olmak, ya da olmamak, işte bütün mesele!”
Bir birine zıt gibi gelse de, aslında bir birini tamamlıyor bu iki kavram: Çünkü önce “oluş”, sonra “yok oluş” gelir...
Olan, olmayanın tehdidi altındadır bir bakıma...
Daha fazla saçmalamadan konuya gireyim: Geçenlerde gençlerle muhabbet (bilgi ve sevgi katkılı sohbet) ederken (onlar bu işe ısrarla “konferans” diyerek beni deli ediyorlar), birden sordum:
“Meşhur olmak ister miydiniz?”
Parmaklar arzuyla kalktı...
“Ya meşhur bir eroinman olmak ister misiniz?..”
Sessizleştiler.
O sessizlik içinde, sesimi yükselttim:
“Öyleyse siz eroinman bir meşhurdan daha mutlusunuz!”
Sonra tekrar sordum:
“Ölmek üzere olan bir kral olmak ister miydiniz?..”
Kimse istemedi.
“Öyleyse siz kraldan daha kralsınız” deyiverdim.
Yani sıradan ama sağlıklı bir insan olmak, hasta kraldan daha kral olmak anlamına geliyor.
Mesele “olmak ya da olmamak” meselesi!
Meşhur ama eroinman, zengin ama ölümcül hasta!
Meşhur. Zengin ama mutsuz!..
O kadar mutsuz ki, kendini uyuşturucu maddenin sağladığı yapay mutluluklarla oyalamaya çalışıyor.
Çok paranız var, ama sağlığınız yok. Ağrılar içinde kıvranıyorsunuz. Yaşayıp yaşamayacağınız konusunda doktorlar bir şey söyleyemiyor...
Bu şartlar altında meşhur ve zengin biri olmanın hiçbir anlamı kalmıyor.
Mesele, nasıl da elimizdeki serveti fark etme meselesi olarak belirginleşiyor, görüyor musunuz?
Ulaşmak için kendimizi telef ettiğimiz şeyler ölümün gölgesi altında nasıl da önemini yitiriyor...
“Sevgili gençler” dedim, “siz kraldan daha kral, zenginden daha zengin, meşhurdan daha meşhur durumdasınız. Çünkü hem gençsiniz, hem sağsınız, hem de sağlıklısınız...”
“Kraldan daha kral” olmak için sadece sağlıklı olmak bile yeter.
Ayrıca yaşayan her gencin bir şeyler olma şansı her zaman vardır, ancak ölü bir kralın, ya da zenginin, meşhurun ölüden başka bir şey olma şansı asla yoktur. Bu sebeple ölü bir kraldan, diri bir hamal iyidir.
Buna rağmen, neden dünyaya dalıp şükretmeyi unuturuz sanki?
Gafletimiz doğru yaşamamıza izin vermiyor!
•
Dünya bir varmış, bir yokmuş masalı!..
Mal-mülk, servet-şöhret, makam-mevki, hatta krallık filan dünya kadar büyük yalanlardır!
Demek oluyor ki, bizler bir yalan uğruna birbirimizi kırıyoruz, eziyoruz, sömürüyoruz, incitiyoruz, kandırıyoruz, kirletiyoruz, kemiriyoruz!
Zenginleşmek, ya da meşhur olmak için neredeyse bir birimizin gırtlağına basıyoruz.
Oysa insanlar, ne kadar varlıklı, ne kadar kuvvetli-kudretli olurlarsa olsunlar, midelerinin alabildiği kadarını yiyebiliyorlar.
Başka bir deyişle, herkesin serveti yiyebildiği kadardır! Gırtlağı geçtikten sonra, zeytin ile havyarın da hiçbir farkı yoktur.
Ayrıca ben, görkemli sarayının yaldızlı salonuna gömülmüş yahut üçyüz milyar liralık Rols Roys’u ile mezara konmuş hiç kimse görmedim.
Her şey kabir kapısında bitiyor...
Saraylar, köşkler, hanlar, yatlar, lüks otomobiller, uşaklar, hizmetçiler, rütbeler, makamlar, mevkiler, tac-ü tahtlar geride kalıyor...
Herkes ölüm yolculuğuna yapayalnız çıkmak zorunda...
Sonrası musalla taşına uzanma ile kısa bir niyyettir: “Er kişi -yahut hatun kişi- niyyetine”...
Orada kimseye ayrıcalık yoktur: Hiçbir imam “kral niyyetine... kraliçe niyyetine” cenaze namazı kıldırmaz!
Ve mezar: Hatırlayın ki, her kralın, sultanın, imparatorun, padişahın, başkanın, paşanın, şöhretlinin, zenginin mutlaka bir yerlerde bir mezarı var.
Orada dünya biter: Servet-şöhret, makam-mevki, krallık-sultanlık kabir kapısında sona erer...
Yani bütün her şey altmış-yetmiş yılla sınırlı. Ne kadar yaşarsanız ancak o kadar kralsınız.
Ancak yaşadığınız altmış-yetmiş yılın da yarıya yakını uykudur. Yani hayatı yaşayamadan geçen zamandır... Yirmi küsur yılı, neyin ne olduğunu pek fark edemeden yaşanan çocukluk-gençlik dönemidir.
Açıkçası yetmiş yıllık ömrün elli yılı yaşanmadan biter. Geriye onbeş, yirmi yıl kadar kalır ki, onun bile büyük bir bölümü tekrar yaşamayı istemeyeceğimiz sıkıntılarla, dertlerle, çilelerle, yokluklarla geçer.
Bir ömür içinde, insanın yeniden yaşamayı isteyeceği kaç gün var dersiniz?
Bütün bu çabalar, bu kırıp dökmeler, baskılar, ideolojik dayatmalar ve bu koşturmacalar birkaç yıl için: O birkaç yılı bile “adam gibi” yaşayamıyoruz.
“Adam gibi yaşamak” demek, sınırlı zamanı yaradılış hikmetine uygun olarak değerlendirmek demektir... Ama nerdeee; öncelikle gafletimiz, ardından ihtirasımız buna izin vermiyor!
Daha daha yükselmek için bir birimizin yüreğine basarken, yüreğimiz toprağa dönüşüyor.
Madem ki dünya kısacık bir masal, bir birimizi kırmak yerine sevmeye ne dersiniz?
VAKİT