Bizim meslekte bazen şöyle olur: Biri orta yere inanılması neredeyse imkânsız bir iddia bırakıverir... Bu türden iddiaların bir bölümü hiçbir yere ulaşmaz, fakat bazıları yeni bilgiler, tanıklıklar, şüpheler, tesadüfler ve olgularla birlikte gazetecilerin kafasında yer etmeye başlar. Henüz, iddianın konusu olan kişi ya da kurumlara soru sorma aşamasına gelinmemiştir, henüz gazetecilerin kendi kendilerine soru sorma, sorulara cevap verme, bu yolla iddiayı olgunlaştırma aşaması idrak edilmektedir. Bu gazetecilik çabaları neticesinde nihayet iddia, ona konu olan kişi ve kurumlara soru sorabilecek kadar olgunlaştırılır ve böylece gazetecilerin gerçeği arama çabalarında yeni bir aşamaya ulaşılmış olur.
Türkiye’de, devlet içindeki karanlık güçlerle PKK’nın ya da PKK içindeki bazı kesimlerin örtülü bir işbirliği içinde olabilecekleri iddiası, bütün bu aşamalardan geçti, olgunlaştı. İddia, bugün artık şaşkınlıkla karışık da olsa herkes tarafından ciddiye alınıyor. Ergenekon davası konusunda Zaman gazetesine (2 kasım) bir demeç veren Londra’daki King’s College Üniversitesi Savunma Araştırmaları Bölüm Başkanı Bill Park, “Bu ilişkinin kendisini çok şaşırttığını, Türk halkının bu olayı anlaması için davanın kesintisiz bir biçimde devam etmesi” gerektiğini söylüyor.
Ve kesintisiz gazetecilik...
Bu sarsıcı iddianın gerçek boyutlarının ortaya çıkması hususunda hukuk ve mahkemeler dışında kendisini “görevli” addetmesi gereken bir meslek grubu daha var: Gazeteciler... Türkiye’nin gazetecileri hafıza yolculuklarına çıkarak, iz sürerek, karşılaştırmalar yaparak, iki örgütlenme arasında bağ şüphesi doğuran her olaya özel bir dikkatle odaklanarak ve tanıklıklara başvurarak hakikatin ortaya çıkmasında hukukla birlikte önemli bir rol oynayabilirler, oynamalıdırlar.
Benim dikkatimi çeken bir nokta şu: Ergenekon iddianamesiyle birlikte iyice ciddileşen bu iddia köşelerde belirgin bir dikkat ve heyecana yol açmış olsa da, aynı dikkat ve heyecanı haber sayfalarında göremiyoruz. Denilebilir ki, bir yorum pekâlâ spekülatif bilgilerle yazılabilir, fakat haber öyle yazılmaz. Doğru, zaten benim de kastettiğim o değil. Gerek o spekülatif bilgileri sınama, gerekse de yeni bilgilere ulaşma yolunda kat edilecek meşakkatli yolculuktan söz ediyorum ben. Fakat bunun için her şeyden önce gazetelerin-gazetecilerin söz konusu iddiayı bir mesele olarak önlerine koymaları ve üzerinde çalışmaya başlamaları gerekir. Konu üzerinde zihinsel bir odaklanma olmaksızın hiçbir yere gidilemez. Bu türden, zor ve yoğunlaşma gerektiren gazetecilik alanlarında oradan buradan gelen bölük pörçük bilgiler kızgın sac üzerine düşen su damlaları gibi ânında buharlaşır, hiçbir işe yaramaz.
Yukarıda, ilk ivmesini spekülatif yorum ve iddialardan alan ve onların sınanması temelinde yürütülen bir habercilikten söz edip, bunun, sözünü ettiğimiz iddia çerçevesinde de fonksiyonel bir yöntem olabileceğini ima ettim.
Bu söylediğimi, Abdullah Öcalan’a İmralı’da kötü muamelede bulunulduğu iddialarından sonra başlayan olayların yorumlandığı bir köşe yazısı ile onu izleyen bir manşet haberi aktararak açmaya çalışayım...
Sözünü ettiğim köşe yazısına, 24 ekim tarihli, “İmralı, Diyarbakır ve basın: Çatışma gazeteciliği işte budur” başlıklı yazımda değinmiştim. Oradan aktarayım:
“Yıldıray Oğur, Öcalan’ı Woodoo bebeğine benzeterek çok şey anlatan mükemmel bir yazı yazdı çarşamba günü. Gerçekten de durum tam dediği gibi: Ona bir iğne batırıldığında, yalnız bir kişi değil, binlerce insan iğne yemiş gibi hissediyor kendisini.”
Yıldıray Oğur’a göre, benzerlerini daha önce de gördüğümüz ve hep aynı sonucu doğuran (Güneydoğu’da büyük toplumsal olaylar) bu “iğne batırmalar”ın müsebbibi, Öcalan’ı İmralı’da kontrolü altında tutan güçlerdi.
“Aaa... Ne tesadüf!”
Şimdi sıra yukarıda değindiğim manşet-habere geldi... Vakit gazetesi, Oğur’un yazısından üç gün sonra (25 ekim), Öcalan’a kötü muamele iddialarına ve dolayısıyla olayların ortaya çıktığı günlerde Türkiye’de başka neler olduğuna göz atan bir haber yayımladı. “Aaa... Ne tesadüf!” başlıklı manşet-haberin alt başlık ve spotlarında şöyle deniyordu:
“Ergenekon-PKK bağlantılarının deşilmeye başlandığı her yargılama sürecinde, DTP’lilerin Öcalan ile ilgili asılsız bir iddia ortaya atarak, kamuoyunun dikkatini başka yönlere sevk etmesi ve yargıyı etkileme çabası içine girmesi dikkatleri çekiyor... ÖCALAN ZEHİRLENDİ İDDİASI: Küre ve Atabeyler operasyonları ve ardından yargılamanın başladığı süreçte, yargının derinlere inmesi ve davanın PKK’ya uzanması üzerine ‘Öcalan zehirlendi’ iddiaları ortaya atılmıştı... ‘KAFASI KAZITILDI’ İDDİASI: Ergenekon’un ilk ayağı olan Girdap operasyonunda VKGB lideri Taner Ünal’ın gözaltına alınıp tutuklanmasının hemen ertesi gününde ‘Öcalan’ın kafası kazıtıldı’ iddiaları gündeme getirilmişti... ŞİMDİ DE İŞKENCE İDDİASI: Asrın davası olarak nitelenen ve iddianamesinde PKK-Ergenekon ilişkilerine sayfalarca yer verilen Ergenekon duruşması sürecinde ise bu defa da ‘Öcalan’a işkence yapıldığı’ iddiası ortaya atıldı.”
Yıldıray Oğur’un köşesi ile Vakit’in haberi arasındaki “yorum farkı”na takılmayın lütfen, işin o yanı, tartıştığımız mesele açısından tali bir mesele... Fakat yine de ben kendi düşüncemi söyleyeyim: Bana kalırsa, Yıldıray Oğur’un yorumu (“birilerinin Öcalan’a İmralı’da gerçekten de iğne batırdığı”) bir köşe yazısı çerçevesinde makuldür, fakat Vakit’in yorumu (“iğne falan batırılmıyor, bunlar yalan”) bir haber çerçevesinde makul değildir. İmralı’da Öcalan’ı kontrol eden güçlerin asla böyle şeyler yapmayacağı görüşü köşe yazılarında savunulabilir, fakat bir haberin böyle bir yükün altına girmesi hiç doğru olmaz. Kaldı ki, “The Köşe Yazarı” Ertuğrul Özkök bile “O gün İmralı’da ne oldu?” başlıklı yazısında (1 kasım) Vakit’ten çok daha temkinli bir dil kullanmayı tercih etmişti.
Asıl konuma dönersem: Vakit’in üç olayda geriye giderek yaptığı incelemeyi ben de kontrol ettim. Gerçekten de, “Öcalan’a kötü muamele” iddiaları, her seferinde derin devlet bağlantılı olduğu öne sürülen örgütlenmelerle ilgili çok önemli gelişmelerin yaşandığı günlere rastlıyor.
Siz ister Yıldıray Oğur’un ister Vakit’in yorumunu benimseyin, sonuç değişmiyor. O sonuç şudur: Bütün bu “tesadüf”ler, Türkiye’de, devlet içindeki karanlık güçlerle PKK’nın ya da PKK içindeki bazı kesimlerin örtülü bir işbirliği içinde olabilecekleri iddiasına çok kuvvetli karineler teşkil eden “tesadüf”lerdir.
Fakat şu da var: İyi gazeteciliğin bir unsuru da, varsayımlarını kuvvetlendiren gelişmeleri varsayımlarının kanıtı gibi görmemektir. Bu türden aşırı heyecanlar, gazeteciyi kendi varsayımlarının esiri yapabilir ve aslında başka bir yerde kendi mecrasında akmakta olan gerçeği ıskalama sonucunu doğurabilir.
Örneğimize dönersek: Belki de bu “tesadüf”ler gerçekten de “tesadüf”ten ibarettir. Gerçekte Vakit’in haberinde ima edilen bağlantı yoktur ve “iğne”ler sırf Kürtlerden bir tepki alabilmek için batırılmaktadır.
Sonuç olarak: İyi gazetecilik, Ergenekon-PKK bağlantısını ciddiye almalı ve konu üzerinde yoğunlaşmalıdır, fakat bu arada kendini “aşırı heyecan”lardan uzak tutabilmeyi de bilmelidir.
Hangi gazeteler “fotoğrafın cazibesi”ne yenik düştü?
Çok sert, keskin ve kararlı ahlaki tavırların sahiplerinden, neredeyse püritenlik ölçülerinde bir ahlaki pozisyon beklenir. Diyelim, yolsuzlukların amansız düşmanı olarak öne çıkmış bir siyasetçinin kaçak elektrik kullanması, onun yolsuzluk düşmanı imajını ânında sıfırlar.
Gazetelerimiz, muhafazakârıyla moderniyle, “Hüseyin Üzmez vakası”na ilişkin haklılığı su götürmez bir tavır haberciliğini gayet “sert, keskin ve kararlı” bir üslupla sürdürmeye devam ediyor. Fakat o ne? “14 yaşındaki B. Ç’nin yaş tespiti için kemik testine götürülürken” çekilmiş fotoğrafı bu gazetelerimizde (2 kasım) ne arıyor? Olacak iş mi bu? Hakikaten söyleyecek söz bulamıyorum, bu nasıl bir “dürtü”dür ki, yanlış olduğunu bile bile ondan kaçınamıyorsunuz?
“Fotoğrafın cazibesi”nden kendini alamayan gazetelerimizin adlarını zikretmekle yetiniyorum: Sabah, Milliyet, Yeni Şafak, Vatan, Star, Akşam...
TARAF