Ölümler her zaman can yakar. Hele çocuk ölümleri sadece can yakmakla kalmaz, en katı kalplilerin bile boğazına koca bir düğüm atar.
Anneliğin verdiği bir içgüdüyle çocuk yaştaki hayattan kopuşları seyretmekle yetinmeden, yapılacakları sıralamak gibi bir telaşeye düşmeyeceğim. En can yakıcı halimizin annelik olduğundan da dem vurmak istemiyorum. Ama…
Bütün kültürel aidiyetlerden koparak, fıtri bir zaruretle kendiliğinden gelişen bir durumdur ‘annelik’ diye de eklemeden duramıyorum. Yaratılanların ortak temasıdır annelik duygusu. Üzerine titrenilen çocuklar, özgüven ve sevgi yüklemeye çalışılan çabaların yanında sürekli üretken ve keyifli duruşlarla da desteklenir. Küçük yaşta fiziksel muhtaçlık, büyüdüğünde yerini başka telaş ve hassasiyetlere bırakır. Her annenin çocuğunun üzerine kol kanat germesi, her türlü tehlikeye karşı korumaya çalışması kadar doğal bir şey olmasa gerek. Yere düşerkenki telaşımız, öpünce geçtiğine inandırmaya çalıştığımız ufak yaralanmalar, ne kadar da canımızı yakar. Bütün bu hengâmede, beraber tüketilecek bir ömrün hayali kurulur hep.
Çocuk ölümlerini her duyduğumda irkilen bedenime, mani olamam. Dudaklarımdan dökülecek cümlelerimi tutar ve gözlerime dolan yaşlarla hemhal olurum. Cümleler kurmak ister dilim, susarım. Haykırmak ister nefesin, keserim. Lâl olur bütün bedenim. Kuş misali çırpınır, zulmün doruğunda gezinenlere tek bir cümleyle haykırmak isterim: Neden? Ne halledebildiniz?
Ölenlerle ölenim o an.
Her ölenin mutlaka bir anneye sahip olduğu gerçeğini unutmadan, öldürülen her nefesin sıcaklığını yanı başımızda hissediyoruz. Küçük bebelerin kanı bulaştı ellerimize artık.
Hayattan koparılan her beden, bizi insanlığımızdan uzaklaştıran bir halka.
Dünyanın dört bir yanında, savaşlarda öldürülen çocukların istatistikî rakamlarını -insanlığımızdan utanmak için de olsa- hatırlatmak istemiyorum.
Film karesi değil, yanı başımızda hayatın gerçeğinden alınmış ve bize aktarılmış kesitler var karşımızda. Sözlerimin tükendiği yerdeyim yine. Sözün üzerimde bıraktığı ağırlığın altında ezildikçe eziliyorum.
Çocuk ölümlerini yıllardır, ölü ele geçirilen terörist haberlerinin yanında kanıksadık adeta.
Aktarılan bebek katilleri söyleminde dahi, bebekten çok, katledenin ‘bebek katili’ söyleminin yolunu açabilmeyi başarmaya çalıştık, çoğu zaman.
İçinde ‘dur ihtarına uymadı’ diye öldürülen de var, babasıyla öldürülüp, bizlere ‘iki terörist öldürüldü’ haberiyle duyurulan da.
Elinde kitap kalem dershanesinden döneni mi söylesem, köy baskınında, minibüs taramasında, servis aracında biten yaşamları mı? Oyun alanlarına, parklara termosların içine yerleştirilen bombalarla havaya uçurulan en küçüğü altı aylık bebekleri mi, ayaklarında terlikleriyle sokağa çıkan baba oğlun kurşunlara hedef olan bedenlerini mi anlatsam? On yedisinde belediye otobüsünde molotof kokteyline kurban giden genç kızları mı, başları panzerle ezilen gencecik delikanlıları mı? Evinde kucağında 18 aylık çocuğuyla oturan annenin, dışarıdan atılan gaz bombasının evin penceresinden içeri girmesiyle yaralanan ve on günlük hayat mücadelesinde yenilen Mehmet bebeği mi? Hangisinin acısı daha çok ya da daha az? Sahi acıyı ölçen alet icat edildi mi?
“Kara toprakla sadece çocuklarımızın üzerini örtmedik, gerçeklerin de üzerini örttük” diyordu gözü yaşlı bir ölen yakını.
Güvenlik görevlilerinin yargılanmasına zaman zaman rastladık. Sonuç ise adalet duygusunun yerini bulmaması, çoğu zaman ise bu duygumuzun incinmesiyle son buldu.
Alçakça öldürülen masumlar için ise birileri yargılamıyordu bile.
Hep gündemde olan ama bakıp da göremediğimiz çocuklarımız.
Arabaların taranması sonucu anne kucağında, hatta karnında öldürülen çocukları ise bir özürle hallediyoruz nasıl olsa: ‘Kurunun yanında yaş da…’ deniyor pervasızca.
Kurşunla, mayınla, ortada bırakılan bombalarla, panzerlerin çarptığı çocukları kimin öldürdüğü belli değil!
Zaten ne önemi var ki kimin öldürdüğünün… Kuşkusuz utanç verici olan, öldürülen çocukların (ölümün) varlığı. Bizler duyarsızlaştıkça ölümler artıyor. Zira daha rahat ve sorunsuzca işler hallediliyor.
Yanlışlıkla öldürülen (!) çocuklarımızın, akmasına kıyamadığımız gözyaşlarının yerine, kanları karıştı gözyaşlarımıza. Yaşları ise anne rahmine düşmüş cenin olmakla başlayan, yaşatılmaya çalışılan, anne kucağına koşan ve yaşamadan ölümü tadan küçücük sabilerimiz.
Oysaki yeryüzü coğrafyasında yaşananlar karşısında hiç de masumane bir duruşumuz yok.
Umutsuzlukla pençeleşen anne figürlerine yenilerini eklememek için uğraşalım.
Gelecekten beklentisi kalmayan bireylerin varlığı, onlara vaat edilemeyecek bir dünya, her zaman huzursuz bir ortamla buluşturacak bizleri. Eşitsizliğe, zulme, vahşetlere karşı yükselen nidalar olmadıkça da bu devam edecek.
Sorunları çözmeye gücümüz yetmese bile, sorunları görünür hale getirmekle başlayabiliriz, dur demek için bu gidişata.
Bu ülkede bedel ödemeyen kimse kalmadı. Acıları anlatmaya, ne dilimiz yetiyor ne de kalemlerimizden dökülenler.