Yeni Şafak Türkiye’de İslami kesimi temsil eden köklü yayın organlarından biri. En sıkıntılı süreçlerde Müslümanlara yönelik haksızlıklara, zulümlere, saldırılara karşı cesur duruş sergilemiş, zor zamanda İslami camianın sesi olmuş, üstelik de fikri derinliği, birikimi de yansıtmış bir gazete. Ama ne yazık ki, uzunca bir müddettir bu birikimin yerini sığ bir oportünizmin aldığına şahitlik ediyoruz. İktidar muhafızlığı rolü derinleştikçe, amlgovari bir düzeysizlik, kör bir fanatizm gazeteye tümüyle egemen hale geliyor.
Bu çarpıcı değişimi, düşüşü gazetenin genel yayın yönetmeni İbrahim Karagül’ün yazılarında net biçimde okumak mümkün. Geçmişten beri ‘komplocu’ düşünce tarzına yatkınlığıyla bilinen ve bu yüzden çeşitli siyasal gelişmeleri yorumlarken sıklıkla afakî yaklaşımlar sergilediği bilinen Karagül’ün siyasi hararetin yükseldiği son dönemde hayli ‘ileri’ gittiği görülmekte. 31 Mart seçimleri sonrasında yaptığı abartılı değerlendirmelerle adeta ‘uçuyor’ gözüken Karagül’ün YSK’nın İstanbul seçimlerine ilişkin iptal kararı üzerine kaleme aldığı yazı tek kelimeyle ürkütücü!
Zanna Dayalı Hüküm Vermek
Bir dizi iddia, itham, hükümle karşılaşıyoruz ama bunların hiçbiri nesnel gerçeklere dayanmıyor. Tümüyle soyut iddialardan, zihinsel kurgulardan ibaret şeyler! Yazı boyunca adeta Allah Teala’nın “zanla hüküm vermeyin, haksızlığa sebep olursunuz” buyruğunun hiç hatırlanmadığını hissediyorsunuz.
Bir müddettir yazılarına paragraf uzunluğunda başlıklar atan ve en ‘tepe’den ihbarlarda bulunan, tehditler savuran yazar bu yazısında da aynı şeyi yapmış. Yazısının ‘başlığı’ şöyle: “*İmamoğlu projesi çöktü. Mesele seçim değil, İstanbul projesiydi. 2. adım Türkiye olacaktı! *Casusluk, terör, milli güvenlik eksenli soruşturmalar açılmalı *Bakalım bu sefer kimler Amerika’ya kaçacak?”
Enteresan başlıklı yazı yine gayet ilginç iddialarla devam ediyor. İşte yazıdan bazı cümleler:
“31 Mart yerel seçimlerinde, Türkiye’ye yönelik bir darbe, bir çokuluslu müdahale yapıldı. 15 Temmuz’u başaramayanlar, PKK ile Suriye üzerinden vuramayanlar, bu sefer seçimler üzerinden bir operasyon yaptı.
15 Temmuz’da İstanbul’u Anadolu’dan ayırma planı yapanlar bu sefer yeniden İstanbul üzerinden bir proje uyguladı. Başarılı olursa ardından Anadolu gelecekti, ikinci adım başlayacaktı…
Ekrem İmamoğlu bu proje için önceden belirlenmişti. Bu haliyle İmamoğlu CHP’li bile değildir. Bir çokuluslu iradenin operasyon aracıdır. Operasyon sadece Türkiye’ye yapılmakla kalmamış, CHP’ye, CHP seçmenine de yapılmıştır…
CHP de, İmamoğlu da, seçime müdahaleyi, organize yolsuzlukları başından beri biliyordu. İmamoğlu bizzat örgütlü hırsızlığın içindeydi, merkezindeydi…
Bu haliyle; seçim öncesi başlayan, seçim sonuçlanıncaya kadar süren, hatta seçimden sonra bile devam eden örgütlenme, operasyon hakkında casusluk, terör, darbe ve milli güvenlik eksenli derin, kapsamlı bir soruşturma başlatılmalıdır.
Bu kapsamda İmamoğlu hakkında da bir inceleme zorunludur. FETÖ ve PKK unsurlarıyla bağlantıları varsa ortaya çıkarılmalıdır. Bu organizasyon ortaya çıkarılmadan hiçbir şey açıklığa kavuşamayacaktır.
Böyle bir soruşturmada, ciddi deliller ortaya çıkarsa “İmamoğlu projesi”nin aslında ne olduğu da ortaya çakacaktır.
Şahsen; “Baykal kumpası”ndan sonra İmamoğlu’nun CHP’ye yapılan ikinci kumpas olduğuna inanıyorum. Baykal’dan sonra Türkiye’nin kurucu partisi Türkiye ekseninden çıkarıldı ve operasyonun aslında Türkiye’ye yönelik olduğu ortaya çıktı. Bu da öyle olacaktır…
Yıllarca sınav sorularını çalıp bu ülkenin çocuklarının haklarını gasp edenler, bu seçimde oy çalıp milli iradeyi gasp etmiş, bir çokuluslu müdahaleyi sahaya sürmüştür.
Bu yüzden, 31 Mart seçimlerindeki bu örgütlü müdahale hakkında da 15 Temmuz davaları gibi soruşturmalar açılması zorunludur. Çünkü mahiyeti aynıdır. Hedefi Türkiye’dir…
15 Temmuz’da İstanbul’a el koymaya çalışıp da başaramayanlar 31 Mart’ta İstanbul’a el koydu. CHP değil, İmamoğlu değil, PKK ve FETÖ’nün arkasında hangi güçler varsa onlar el koydu.
Ve bir kez daha geri alındı.
Hani o veri kopyalamaları var ya, işte onlar ABD’de Türkiye aleyhine açılan davalara malzeme sağlamak içindi. Oraya gönderilecekti…”
Bu cümlelerde çok büyük iddialar, sağanak şeklinde ithamlar ve bolca çelişik hüküm var. Peki, ne yok? Delil yok, mantık yok, adalet yok!
Yazarın sıraladığı iddiaların mantıksızlığına, hukuksuzluğuna uzun uzadıya değinmeye gerek görmüyorum. Afakî, hayali bir şeyin olmadığını ispatlamaya kalkışmanın abesle iştigal olacağı açıktır. Ama bu yaklaşımın 2 boyuttan verdiği zararı dile getirmek lüzumludur!
Otoriter-İhbarcı Tutum Adalet Perspektifini Gölgeler!
Öncelikle bu yapılan şey gazetecilik falan değildir. Olsa olsa bir müddettir, ‘mahallemiz’de normal, sıradan bir vazifeymiş gibi algılanan ‘ihbarcı’ tutumun bir yansımasıdır. Ne yazık ki, ortada hiçbir veri, somut delil olmadan onu, bunu suçlamak, savcıları harekete geçmeye çağırmak giderek daha fazla içselleştirdiğimiz bir alışkanlığımız, tarzımız olmaya başlamıştır! Siyasi rakiplerle, karşı olunan fikirlerle, ideolojilerle mücadele etmenin meşru ve ahlaki usullerini bir kenara bırakıp ihbarcılıktan medet ummanın hiç de hoş bir şey olmadığının fark edilmemesi ne kadar savrulduğumuzun göstergesi olarak yorumlanmayı hak etmektedir.
Açıkçası 28 Şubat medyasının haklı öfkemize neden olan tutumunun bu derece içselleştirilmesi çok üzücüdür. Ekrem İmamoğlu’nu, tüm makyajlama çabalarına rağmen son kertede Kemalist resmi ideoloji savunucusu kimliği üzerinden, tamamen seçimi kazanmaya kilitlenmiş oportünist tutumu üzerinden eleştirmek yerine, yok arkasında şu güçler var, yok bunun adamıydı, projeydi vs. diye çekiştirmek, bunu yaparken de Deniz Baykal gibi ne olduğu, kim olduğu belli bir ismi adeta azizleştirmek yakışık almamıştır.
Yazıda Ekrem İmamoğlu hakkında ortaya atılan soyut iddiaların, geçmişte örneğin Merve Kavakçı hakkında malum medyanın üfürdüğü yalanlardan ne farkı var? İki tutum da düşmanını imhaya odaklanmış bir zihniyetin ölçüsüzlüğünü ve dayanıksızlığını yansıtmıyor mu? Peki, bizim bir farkımız olmalı değil mi? Rabbimizin “adil olun, bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adaletsizliğe sevk etmesin” emriyle muhatap olduğumuzu unuttuk mu?
Zihinsel Kurgular Asli Gerçeklerden Kopartır!
Dikkat çekmek istediğimiz ikinci husus ise burada sergilenen bu yaklaşım tarzının alenen ve doğrudan düşüncesizliği, mantıksızlığı besleme eğilimidir. Somut delillerden, açık verilerden kalkarak akıl yürütmek yerine, sürekli biçimde görünmeyen güçlerin gizli, karanlık hesapları üzerinden birtakım iddialar ortaya atmanın ciddi bir zihinsel tehlike kaynağı olduğu görülmek istenmiyor mu? Bu tutum bir müddet sonra gerçeklerden kopmaya ve hayal aleminde yaşamaya sebebiyet verir, zihinsel bir hastalığa yol açar.
Müslümanlar analiz görünümlü temelsiz kurgulara saplanmaktan uzak durmalıdırlar. Siyasi pozisyonumuzu güçlendireceği, rakiplerimizi/düşmanlarımızı yenmemizi kolaylaştıracağı gibi gerekçelerle, özetle siyasi getirisinden ötürü kısa vadede kârlı gibi görünen bu tutum ve düşünüş tarzının uzun vadede adalet duygumuzla birlikte zihinsel melekelerimizi de dumura uğratma riski taşıyan bir tuzak olduğu anlaşılmalıdır.
Maalesef giderek gerçeklerden uzaklaşıp, etrafımızda kurgusal zeminin hâkim olduğu bir atmosfer, bir ortam inşa ediyoruz. Bu tutuma illa da siyasi kaygı ve beklentilerimizden kaynaklanan bir çarpıtma çabasının yön vermesi de gerekmiyor. Belki gerçekten olayları bu şekilde görmeye başlamış da olabiliriz!
Ünlü aktör Russel Crowe’un asosyal bir matematik dahisi olan John Nash’i canlandırdığı ve Türkiye’de ‘Akıl Oyunları’ ismiyle gösterime giren çarpıcı filmi seyredenler olmuştur. Nobel ödülüne layık görülen John Nash’in kendi kurgusal gerçekliklerinden oluşturduğu dünyasıyla asıl gerçekleri ayırt edemeyecek aşamaya nasıl geldiğini izlemek gerçekten de çok çarpıcıydı. Evet, John Nash kesinlikle yalan söylemiyor, manipülasyon falan da yapmıyordu; gerçekten de bir şeyler görüyordu. Ne var ki gördükleri şeyler gerçek değildi, zihninin ona bir tür tuzağıydı!