Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nun yeni başkanı AK Parti İstanbul milletvekili Mustafa Yeneroğlu "olay temelli incelemeler de olur ama hak temelli incelemelere öncelik vermeye çalışacağım" diyor. Olayların sıcağı sıcağına üzerine gidilmesinin mümkün olmadığını savunan Yeneroğlu, "olaylara kilitli raporların sansasyonel gündemle kısıtlı kalıp, o alanla ilgili iyileştirmelerin yapılmasının önüne geçtiği kanaatindeyim" dedi. Nefret suçları, çocuk hakları, şehirli hakları gibi konuları gündemine alan, insan hakları konusunda çalışan sivil toplum kuruluşlarını Meclis'e çağırmak yerine, onları ziyaret etmeyi planlayan Mustafa Yeneroğlu Aljazeera'nın sorularını yanıtladı.
Yeni dönemde öncelikleriniz hangi konular olacak?
Bütün olayların sıcağı sıcağına üzerine gitmekten ziyade, soğuk kanlı biçimde olaylara yaklaşmanın İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Kanunu'nun ruhuna daha uygun olduğunu düşünüyorum. Olay temelli inceleme yapacaksak dahi, biraz daha soğukkanlı ve geride durarak hak temelli olarak olaylara bakmalıyız. Suç unsuru taşıyan olayları sıcağı sıcağına tahkik etmekle görevli savcılığın, yetki ve görevlerini üstlenmiyoruz netice itibarıyla.
Yürütmenin bir eksiği var mı, emniyet güçleri insan hakları ihlalleri yaşanmaması noktasında üzerine düşen yükümlülükleri yerine getiriyor mu, yasal düzenlemelerde eksiklik var mı, yargı içtihatlarında sorun var mı, bunları sıcağı sıcağına ele almamız ve üzerinde itina ile durmamız çoğu olayda mümkün değil.
İnsanın olduğu her yerde maalesef her gün suç işleniyor. İnsan hakları ihlâlleri her yerde olabiliyor. Kimsenin aklına bu olayları İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu‘nun gündemine getirmek gelmez. Ne zaman geliyor? Sansasyonel olaylar olduğu zaman. Dolayısıyla bazı konular illâ, Komisyonun teknik görev alanına girdiğinden dolayı değil, siyasal gündeme sokulmak için ele alınan konular olabiliyor.
Mesela Tahir Elçi cinayeti, böyle bir olay. İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu olarak siz neyi araştıracaksınız ki orada? Sonuçta savcılığın olayın üzerine gitme yükümlülüğü var. Bu yükümlülük neticesinde yetki ve görevlerini yerine getirir. Bu görevini yerine getirmesinde bir sorun, eksiklik, ihlâl veya ihmâl varsa, bunu nesnel olarak ele alabilirsiniz.
İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ağırlıklı olarak denetim fonksiyonu icra etmektedir. Aksi takdirde, suçu ve suçluyu araştıran savcı konumunda iş yapıyormuş gibi bir pozisyona girmiş olursunuz. Komisyonun böyle bir misyon üstlenmesinin İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Kanunu'nun ruhuna aykırı olduğunu düşünüyorum.
Ancak muhtemelen konu komisyonu gündemine getirilecek...
Ben bunu güncel olduğu için örnek olarak belirtiyorum.
Olayı daha çok hak temelli ele almamız, sistematik olarak eksiklikler, ihlaller, ihmaller, sorunlar söz konusu ise, bunların öncelenmesinin insan haklarının iyileştirilmesi hususunda daha faydalı adımlar olarak hânemize yazılacağını düşünüyorum.
Türkiye'de nefret suçlarında hangi noktadayız? Eksikliklerimiz nedir? Ülkede ırkçılıkla mücadele konusunda durumumuz nedir? Eksikliklerimiz var mı? Bu gibi meseleleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve iç mevzuatımız ışığında ele almalı ve raporlarımızda yasama, yürütme ve yargıya yönelik önerilerde bulunmalıyız.
Örneğin geçmişte cezaevleri ile ilgili meseleler, alt komisyon şeklinde ele alınan hususların başında yer aldı. Ama genellikle olay temelli ele alındı. Oysa bu hususla ilgili evrensel kaideler nedir, uluslararası örnekler nedir? Bizim ulusal mevzuatımız hangi konumdadır? Bunu ele aldıktan sonra yani teorik kısmını çalıştıktan, hakkın çerçevesini belirledikten sonra, olayları bunun altına yerleştirip bu kapsamda değerlendirmeliyiz.
Aksi takdirde olaylara kilitli raporların, o sansasyonel gündemle kısıtlı kalarak, sansasyonel olayın ötesine geçemeyip, asıl alanla ilgili iyileştirmelerin yapılmasının önüne geçtiği kanaatindeyim.
Bir de şu var. Türkiye'de insan hakları mücadelesinde kullanılan dilde sorun görüyorum. İnsan Hakları Dernekleri ve siyasi partiler bazen insan hakları misyonuna zarar verebilecek alanın hassasiyetlerine aykırı bir dil kullanabiliyorlar. İnsan hakları kuruluşlarının değerlendirmelerini okuyorum, aşırı derecede ideolojik ve politik bir dil. Onun için önemli görevlerimden birisi de, insan hakları alanında kullanılan dilin, ötekileştirmeyi, başkalaştırmayı teşvik etmesinden daha ziyade, insan hakları olgusunun kendisini ön plana çıkaran, herkesi ortak hassasiyete davet eden, daha ölçülü, nitelikli, nesnel bir dilin kullanılmasını önermek olacaktır.
Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutukluluğunda insan haklarına aykırılık iddiası var. Bu konu gündeminizde olacak mı?
Çok güzel bir örnek verdiniz. Ben de buradan hareketle diyorum ki, olay temelli meselenin üzerine gitmekten daha ziyade örneğin o konu ile ilgili olası ihlallerin temelinde ne var?
Tutukluluk meselesi ile ilgili, acaba bu konuda içtihatlarda sorun mu var? Bana göre içtihatlarda sorun olsa gerek. Böyle bir meselede, delilleri karartma ihtimali yok. Çünkü olay olmuş bitmiş. Neticesi üzerinden değerlendirme yapıyoruz. Kaçma ihtimaline karşı daha farklı tedbirler alınabilir. Bu durumda neden tutukluluk hâlinin devam etmesi gerekiyor, bunu anlayabilmiş değilim. Ben de bu çerçevede meseleyi değerlendiriyorum.
Kişilerden bağımsız bir şekilde meseleyi ele almamızın kim olursa olsun o kişinin lehine olacağına inanıyorum. Aksi takdirde aşırı derecede politize hâle gelen bir konu oluyor ve kişiye göre taraflar oluşuyor. Biz Can Dündar üzerinden siyasi bir mücadele içine giriyoruz. Muhalefet buradan ne elde edebilirim, iktidarı nasıl suçlayabilirim diye tavır alırken, iktidar savunma pozisyonuna itilmeye çalışılıyor, irrasyonel refleksler oluşuyor. İnsan Hakları amaçtan araca dönüşüyor, sonuçta bunun mağduru o kişiler oluyor. Onun ötesinde Can Dündar Bey gibi popüler olmayan bir çok insan, belki daha çok ihlâlle karşı karşıya. Ama kimsenin aklına onların meselelerini gündeme almak gibi bir şey gelmiyor.
Hukuk ölçütleri itibarıyla teknik olarak meselelere bakılması, daha nitelikli bir dili beraberinde getirir ve olayların daha sağlıklı değerlendirilmesini sağlar. Bakın burada ilgili hükme bakıyorum. 'Casusluk maksadıyla' gibi, manevi/sübjektif bir şart var. Bu konuyla ilgili, mahkeme nasıl bir değerlendirme yapacak, doğrusu ben de çok merak ediyorum.
Tutukluluk hâli, insan hakkına müdahalede o kadar ağır bir yaklaşım biçimi ki, bu suçun işlendiğine dair kuvvetli bir ihtimal söz konusu olması lazım. Bununla ilgili mahkemenin değerlendirmelerine vâkıf değilim, ancak özellikle tutukluluk hâlinin devam ettirilmesi hükmünü anlamakta zorlanıyorum.
Türkiye'de bir dönem boşaltılan köyler vardı... Şimdi ilçeler boşalıyor. Sur'dan bahsediyorum. Sur'a gitmeyi düşünüyor musunuz?
Hendeklerin kazılması, mayınların döşenmesi gibi bölge halkını terörize eden eylemlerin üzerine gidilmesi ve bunların araştırılması konusunda komisyonumuzun bir alt komisyon çerçevesinde araştırma yapabileceğini prensip olarak önemsiyorum. İnsan Haklarının en büyük düşmanı terördür. Sadece işlediği suçlar itibarıyla değil, aynı zamanda toplumdaki güvenlik kaygısını artırıp özgürlüklerin kısıtlanmasına vesile olabildiği için. Bu konuyla ilgili komisyon üyesi arkadaşların önerilerinin olabileceğini biliyorum. Müzakere edeceğiz.
Özgürlük güvenlik dengesiyle ilgili ciddi bir hassasiyet var, ancak eksiklik var mı? İyileştirilmesi gereken hususlar var mı yürütme tarafında? Bunların hükümet nezdinde devamlı tartıldığı gibi komisyon tarafından da ele alınabileceğini düşünüyorum.
Almanya'da Müslümanlara karşı ayrımcılık konusunda çalıştınız. Türkiye ile Almanya arasında insan haklarına bakış arasında farklar neler? NSU davasında Almanya'nın yaklaşımında eksiklik görüyor musunuz?
Hayatımın önemli bir bölümünü orada geçirdiğim, derin dostluklar inşa ettiğim bir ülke. Bazen, Avrupa'da oryantalist yaklaşımlar oluyor ama burada da oksidentalist yaklaşımlar oluyor. Bunların dışında meselelere yaklaşmamızın zorunlu olduğunu düşünüyorum.
Almanya insan haklarında çok olumsuz noktaları olan bir ülke değil. Çok ciddi, nitelikli bir hukuk devleti ve milyonlarca vatandaşımızın ikinci memleketi. Bu saygınlıkla meseleye yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu şekilde yol alabiliriz.
NSU cinayetlerini akılla izah etmek mümkün değil. Sonuçta herkes için bir şok olmuştur. Bir terör örgütü, elini kolunu sallayarak tüm ülkeye kan izi çekti. 1996'dan 2011'e kadar 15 yıl içerisinde sadece 10 kişinin katledilmesi değil, onun dışında da bir sürü suç var. Bombalı saldırılar, banka soygunları, gasplar, her türlü suç var. 15 yıl suç işlenmiş, elde çok ciddi bulgular olmasına rağmen, hiç kimsenin aklına siyasi motivasyonlu suç gelmemiş, tüm olaylar birbirinden ayrı basit kriminal olaylar olarak ele alınmış.
Neden ?
Evet herkesin sorduğu soru bu. Emniyet güçleri, istihbarat birimleri bu soruya ikna edici cevap veremedikleri sürece hedef olmak durumundalar. Aşırı sağ gruplar istihbarat örgütleriyle içli dışlı, bunu biliyoruz. Almanya Anayasa Mahkemesi aşırığı sağ parti NPD’nin kapatma davasını, partinin yöneticilerinin sekizde birinin istihbarat elemanı olduğu tespitiyle reddetmişti. Bu kadar bir yakınlık varken NSU olayını izah etmek çok zor. Komplo teorilerinin önünü almak istihbarat örgütlerinin olayı tüm çıplaklığıyla aydınlatmalarıyla mümkün.
Sayın Şansölye Merkel kurbanların ailelerine hitaben yaptığı bir konuşmada, olayın tüm çıplaklığı ile açıklığa kavuşturulması için elinden geleni yapacağını ifade etmiştir. Fakat buna rağmen NSU katliamlarıyla ilgili Federal Parlamento Araştırma Komisyonu'nun raporu daha ciddi mânada ele alınmış değildir.
O kadar yerde cinayet oluyor, siyasi motivasyonlu cinayet olduklarına dair elde ciddi bulgular var, ama yerel emniyet güçlerinin ve savcılığın aklına bu doğrultuda tahkikat yürütmek gelmiyor. Tam tersine birçok engelleme söz konusu.
Kamuoyunda bu noktalarla ilgili ciddi endişeler var. Özellikle Almanya'daki azınlıklarda, Türk toplumunda ciddi endişeler var. Bir taraftan inanmak istemiyorlar. Diğer taraftan ortada izah edilmeyen hususlar var. Nasıl oluyor da katliamların adını 'Döner Cinayetleri' koyabiliyorlar.... Naziler cinayetlerle ilgili şarkı sözü bestelemiş, konser düzenliyorlar, emniyetin haberi yok. Nasıl olabilir? Nürnberg'de olay oluyor, deniliyor ki herhalde Kürtlerle Türkler arasındaki bir çatışmanın eseridir, başka olaylarla Türkler arası organize suçlar, bilmem uyuşturucu mafyası vs… Ama ırkçı motivasyonlu eylem olasılığı telaffuz edilmeden boğuluyor.
Almanya'nın tarihindeki ırkçılık hassasiyeti ile ilgili olabilir mi?
2. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nın istihbarat birimlerinde Nazi döneminden kalan bürokratların önemli derecede görev aldığını biliyoruz. Ondan sonraki süreçte de iç istihbaratın, yani resmi adıyla Anayasa Koruma Daireleri'nin anayasayı korumaktan ziyade, siyasi motivasyonlu bir biçimde, Müslümanları kriminalize maksatlı çalışmalar yaptıklarına bizzat yıllarca muhatap oldum, mücadelesini verdim.
NSU cinayetlerinde neden devamlı bir biçimde devletin emniyet birimleriyle ilgili İslam düşmanlığı noktasında hassasiyeti geliştirme konusunda çalışmalar yapılmıyor? Neden polis istatistiklerinde antisemitizme, homofobiye ayrı yer veriyorsunuz da İslam düşmanlığına yönelik suçları ayrı bir kategoride ele alıp, bununla ilgili gerçek rakamları ortaya çıkarmıyorsunuz? Demek ki birileri bu alanı göz ardı etmek, bu suçları küçümsemek istiyor. Değilse bu suçlamaların önüne geçmek için harekete geçilmeli.
Donald Trump'un "Müslümanlar ABD'ye alınmasın" dedi. Öte tarafta Avrupa'da aşırı sağ yükselişte...
Popülizm öyle bir şey ki, özellikle son yıllarda yükselen sağcı popülizm tamamen o ülkelerin değerlerini, anayasal iddialarını da ortadan kaldıracak, tartıştıracak, altını oyacak bir sürece girmiş. Amerika'da Donald Trump'un seçimleri kazanma olasılığı sadece Müslümanlar değil, tüm azınlıklar için bir tehdit olarak değerlendirilmesi gerekir. Ama dünyada genel olarak böyle bir furya var.
Bugün Almanya'da ikinci dünya savaşı öncesi o dehşetin yaşandığı bir ülkede, Almanya için Alternatif Partisi şu anda yüzde 10'a gelmiş vaziyette. Bundan önce ırkçı partiler hep yüzde 5 barajına takılırdı. Almanya’da 2015’te Kasım ortasına kadar mültecilere yönelik 1600’den fazla saldırı olmuş. Avusturya'da en son seçimlerde FPÖ (Avusturya Özgürlükçü Partisi) ikinci parti olarak çıktı. Son anketlere göre şu anda %33 oyu var.
İsviçre'de SVP (İsviçre Halk Partisi) aynı şekilde birinci parti. Hollanda'da anketlerde Geert Vilders'in partisi şu anda birinci parti. Fransa’da ırkçı parti son seçimlerde 8 milyondan fazla oy aldı.
Bunlara 'sağcı popülist partiler‘ deniliyor. Oysa kullandıkları söylemler çok açık, basbayağı ırkçı, faşizan söylemler. Bakın bu olgu artık o kadar büyüdü ki, kavramsal iyileştirmelere gidildi, artık sağcı popülist partiler demeye başladık. Irkçılık kitleselleştikçe daha masum tanımlamalar kullanılıyor.
Aşırı sağcı partiler daha da büyümesin diye kitle partileri onların söylemlerini kendileri kullanıp, onları merkeze çekiyorlar, toplumsallaştırıyorlar. Bunu yapmakla birlikte, ırkçılık boyutunu masum bir şekle çekmiş oluyorlar. Aslında bu dili tüm topluma yayıyorlar. Bunun çok doğal, mâsumâne, mâkul karşılanması gereken bir husus olduğunu topluma yayıyorlar. Böylece ırkçılık kitleselleşiyor.
Süreç böyle devam ederse temel hakları ve Avrupa diye ifade ettiğimiz o siyasal birliğin ve değerler iddiasının varlığını tehdit ettiğini düşünüyorum, yani tehdit altında olan sadece Müslümanlar ve diğer azınlıklar değil, toplumsal ve siyasal düzenin tamamı.
Kaynak: Aljazeera