“Okuma” Üzerine Kişisel Düşünce Sekmeleri

ALİ DEĞİRMENCİ

-1-

Nüfus cüzdanımda 1968 Ocak ayı görünse de anamın söylediğine göre 1967 yılının Kasım ayında doğmuşum. Bir şiirimde “Bakınca içi görülen konuşkan çocukların kenti bu” diye nitelediğim Kastamonu’nun Ilgaz Dağı eteklerindeki kuş uçmaz kervan geçmez bir köyünde.

Bir yaşımdayken şehir merkezine taşınmış bizimkiler. Taşınmış dediğim, ellerindeki birkaç hayvanı, bir parça çifti çubuğu satıp iki odalı derme çatma bir ev almışlar şehir dışı sayılabilecek bir yerde. Bir baraka. Ben ilkokula başladığımda suyu ve elektriği bile yoktu hâlâ evin. Annem benden on altı yaş büyük. Bulduğu ufak tefek işlerde çalışmış bir süre babam. Marangozluk yapmış. Sonra Belediye’de temizlik işçisi oldu. Çaresiz, yalnız, gariban iki insan işte. Okuma yazma bilmeyen, köylerinin bırakın okulu düzgün bir yolu bile olmayan,  fakat ümmi insanlara özgü bütün güzellikleri örneklendiren bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm yani.

Aklım ermeye başladığından beri iki şey çok keskin, çok güçlü olarak mevcuttur o yüzden bende: Biri, yoksul ve ezilen insanlara yönelik büyük bir ilgi, merhamet ve yakınlıktır. Zulme, sömürüye, haksızlığa karşı keskin ve güçlü bir öfke beslemem de öncelikle bundandır. İkincisi, okumaya ve öğrenmeye dönük ilgidir.  

-2-

Okumayı çok sevdim. Hep sevdim. Hâlâ seviyorum.

“Okuma”nın her türüne, her türlü anlam alanına, bütün biçim ve yorumlarına ilgi duydum. Aynı zamanda, çok küçük yaşlardan itibaren, ancak okuyarak düzgün ve değerli bir yaşayışa ulaşabileceğimi, az çok irade sahibi olabileceğim bir yol ve yazgı edinebilmenin bu sayede gerçekleşebileceğini kavradım sanıyorum.

Anne ve babamın okuma yazma bilmemeleri fakat beni bu konuda sürekli uyarmaları, yüreklendirmeleri, yönlendirmeleri de etkili olmuştur bunda. Onlar okuyan biri olmamdan büyük bir sevinç ve memnuniyet duyarak büyüttüler beni. Okuma yazma öğrenir öğrenmez, evde onlara kitaplar okudum. Yıllarca hem de. Yüksek sesle kimi zaman. Bu alışkanlığımı hâlâ devam ettirdiğimi söyleyebilirim. Okuyamayan, eğitim göremeyen, zorluklar içinde yaşayan insanlar günümüzde bile “çocuklarının okuyup adam olmaları” için azami özeni ve iradeyi göstermektedirler. Bu, küçük şehirlerde daha yaygın, daha etkili bir tutum olarak gözlemlenebilir bir gerçekliktir hâlâ.

Bir de öğretmenlerimin etkili olduğunu düşünüyorum bugünden geriye bakınca. 80 darbesi olduğunda ortaokuldaydım. İlkokulda ve ortaokulda, hem beni sevdikleri ve bendeki okuma iştiyakını gördükleri hem de kendi dünya görüşlerini bana daha çocukken aşılamak istedikleri için farklı görüşlere sahip öğretmenlerin bana sürekli kitap verdiklerini, kitap getirdiklerini hatırlıyorum. Çoğu, yaşımı ve boyumu aşan kitaplardı bunların. İnce Memed’i, Bozkurtlar’ı, Minyeli Abdullah’ı daha ilkokulu bitirmeden okuduğumu biliyorum söz gelimi. Biraz ilginç bir durumdu elbette: Kemalettin Tuğcu’nun yanında Teksas, Tommiks, Zagor vardı. Çocuk Kalbi’nin ardından Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun ve Orhan Kemal’in romanları geliyordu. Küçük Prens kitabına Karartma Geceleri eşlik edebiliyordu. Okuduklarımdan etkilenerek ara sıra bir şeyler karalamaya da daha ilkokuldayken başlamıştım. Şiir de okuyordum elbette. Küçükken, öğrenciyken yarışmalarda derece alırdım. Sesim de iyi olduğu için müsamerelerde ve önemli günlerde şiir ve yazı okuturlardı bana. Lisedeyken de epeyce şiir ve kompozisyon yazmıştım. Kültür-Edebiyat koluna seçilirdim genellikle. Sınıf kitaplıklarını, okulun kütüphanesini düzenleyen, kitaplarla ilgilenen öğrencilerden biri ben olurdum. Yaz tatillerinde muhakkak bir iş bulur çalışırdım. Biriktirdiğim parayla öncelikle kitap alırdım. İdeolojisine küsmüş, yorgun bazı abi ve ablaların da evlerindeki birçok kitabı bana verdiklerini söylemeliyim. Bir keresinde, -lise 2’nin yaz tatilinde- çalıştığım pastanenin sahibi olan, Galatasaray mezunu ve eskinin hızlı solcularından olan patronum bana bir çuval kitap getirmişti. Birkaç arkadaş zor taşımıştık eve. Kitapları kimden aldığımı söyleyince annem ilk kez korkmuştu. Birisi görür ya da şikâyet eder de eve polis, jandarma filan gelir diye. Liseyi bitirirken evimde hiç de küçümsenmeyecek bir kitaplık kurmuştum.

Evet. İlk ve orta öğrenimimi “denizden ürküp kaçmış” Kastamonu’da tamamladım. Sonra, İstanbul’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi / Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm’ünde okudum. Önceleri çok zorlandım. Çok yoksul olmama rağmen yurda giremedim bir süre. Akrabalarımın yanında kaldım. Elektrik israfı olmasın diye okumak istediklerimi bazen ev halkı uyuyunca gizlice okumaya çalışırdım. Sonra yurda girdim. Odamız ikinci kattaydı. Kadırga’da. Belli bir saatten sonra kitap okumaya devam ettiğim ve ışığı kapatmadığım için odadaki arkadaşlarla atıştığımı hatırlıyorum. Doğru dürüst beslenemediğim için, bazen bir çorba parası bile bulamadığım için açlıktan vapurda, otobüste bayıldığım olmuştur. Fakat elime geçen ilk parayla gidip bir çorba içtiysem bir de kitap ya da dergi almışımdır.

80’lerin ortaları, gençlerin darbe sonrası süreçten sıyrılmak istedikleri, ideolojik çıkışların tekrar canlandırılmak istendiği, bugüne göre oldukça canlı bir dönemdi. Herkes kendince bir şeyler okuyor ve bunları paylaşmak, tartışmak, gündemleştirmek istiyordu. Yurt odalarında, okul kantinlerinde, öğrenci evlerinde tartışmalar oluyordu. Ben de bu ortamda, dağınık da olsa farklı kitaplarla karşılaştım. Farklı izleklerde okumalar yaptım. Bir süre sonra, İslami dünya görüşüne bağlandım. Bu bağlılık, önemli bir değişimi, yönelişi ve isteği de beraberinde getirdi. Edebi eserleri bırakmamakla birlikte tefsirler, hadis kitapları, Müslüman düşünürlerden yapılan çeviriler de elimizden düşmüyordu. Mevdudi’nin, Malik Bin Nebi’nin, Seyyid Kutub’un  Ali Şeriati’nin bütün kitaplarını okuyor ve tartışıyorduk. Solun önemli kitaplarını da solcu arkadaşlardan geri kalmayacak şekilde takip etmekteydik. Üniversitede de beni seven, bana kitap alan, kitap veren hocalarım oldu. Hatta son iki yıl çeşitli yayınevlerinde çalışmaya, harçlığımı çıkarmaya da başlamıştım. Üniversite yılları, aynı zamanda çeşitli gazete ve dergilerde yazmaya başladığım dönemdi. Bazı şairlerle, yazarlarla tanıştım. Okuyup düşündükçe, okur yazarlığı ileri düzeydeki insanlarla tanıştıkça bu alanlardaki bilgim, görgüm de genişledi sanırım. Sonra öğretmen olarak Sivas’ta, Ankara’da çalıştım epeyce bir süre. Bütün dostluklarımda, içinde yer aldığım bütün insani etkinliklerde “kitap merkezli” bir boyut muhakkak olmuştur. Ev değiştirirken, taşınırken nakliyecilerin benden en çok yakındıkları husus da taşımakla bitmeyen kitap kolileridir.

-3-

Okuma konusunda benim en büyük sıkıntım, yeterince zaman bulamamaktır öteden beri. Gündelik hayatımın önemli bir bölümünü doldurup kuşatan işlerde çalışmak zorunda kaldım genellikle. Buna rağmen kazancımın ciddi bir bölümünü yayına, kitap, dergi ve gazeteye ayırdığımı söyleyebilirim.

Görev yaptığım çeşitli şehirlerde uğrak yerlerim hep kitabevleri, kitap kulüpleri, dergi büroları olmuştur. Ben de gücüm yettiğince böyle yerler açanlara ya da açmak isteyenlere yardımcı olmuşumdur. Gençlere okuma konusunda sürekli uyarılarda bulunmuş, öğrencilerime okuma sevgisini aşılamaya gayret etmişimdir. Kendi aileme, çocuklarıma da öyle.

Bugün de ne kadar yorgun da olsam bir şeyler okumadan kesinlikle yatmam. Başucumda farklı türlerde sekiz on kitap ve çok sayıda dergi olur. Yazları, tatillerde iki günde bir kitap bitirmeye çabalarım. Kitaplığımda kendimi daha mutlu ve huzurlu hissederim. Hatta ara sıra durup kitapları izlediğim, onlara bakarak vakit geçirdiğim de olur. Okurken fırsat buldukça notlar alırım. Önemsediğim kitaplar hakkında, gençlik yıllarımda yaptığım gibi hâlâ –bir sayfa da olsa- bir rapor, bir tanıtım yazısı yazarım. Öğrendiklerimi, özümsediklerimi çevremdekilerle paylaşır, tartışırım. “Kitap yüklü merkepler”den olmamaya özen gösteririm. Bilginin bilince, bilincin inanca, inancın yaşayışa evrilmesi, sokulması, dönüşmesi benim de dikkat ettiğim özelliklerden, ilkelerdendir.

-4-

Özünde sonsuz değerler saklayan bir besin gibi, “bilgi”nin de açık ve hissedilebilir bir değeri olması için, akıl ve imge yoluyla yaşanılır kılınarak dillendirilmesi gerekir. Ancak özümsenip etkin bir kazanım hâline geldikten sonra bilgi, insanın müspet gelişiminin, dirençli ve aktif olabilmesinin; dolayısıyla mutluluğunun doğrudan doğruya bir aracı hâline gelebilir. "Faydasız bilgi"den kaçınmayı ve bilginin de önünde sonunda insanî, yararlı ve işlevsel tarafının öne çıkması gerektiği anlayışını bu bağlamda hatırlamak yerinde olacaktır. Buna karşılık akıl ve imge de bilgi ile beslenmediği sürece güdük ve çelimsiz kalmaya; hatta körelme, çürüme ve ölme tehlikesiyle karşılaşmaya mahkûmdur. Değer duygusu olan kişilerce, saygı duyulması gereken, bilginin işte bu besleyip biriktirici, dönüştürücü yönü, hayata tekabül eden niteliği olmalıdır.

Okuduklarımızın çoğunu, en azından belli bir kısmını sonradan unutacağımız endişesine, küskünlüğüne de düşmemek gerekir. O bir zaman sonra unuttuğumuzu sandıklarımızın da hayatımız ve düşüncelerimiz üzerinde belli bir etkisi olacaktır. Nasıl ki değerli, terbiyeli, dürüst insanlarla arkadaşlık eden, iyi bir çevrede yaşayan insan, belki kendisi hiç fark etmeden iyiye doğru yön alır ve gelişirse, en iyi dost ve arkadaş olarak kabul edilen iyi kitaplardan öğrendiklerimiz de bize, bizim gelişimimize değişik oranlarda eşlik ederler, katkıda bulunurlar.

Yıllar önce yazdığım bir yazıda, bilinçli ve gereğince okumayı “bir salih amel” olarak nitelemiştim. Bugün de aynı şeyi söylüyorum: Hayatın zorlukları altında ezilip erimemek, ilke ve değerlerimizi buharlaştırmamak, şerefli ve şahsiyetli bir yaşayışa sahip olmak istiyorsak, okumalıyız. Zira, mezarda okuyamayız!..