Eski bir yazımda da söyledim: Amerika’da yılda 72 bin, Almanya’da 65 bin, İngiltere’de 48 bin, Fransa’da 39 bin, Brezilya’da 13 bin, Türkiye’de ise sadece 6 bin 31 çeşit kitap basılıyor.
Japonya’da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa’da 7... Türkiye’de ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor.
İstatistiklere göre, Türkiye’de basılan kitapların yüzde 47’sini üniversite öğrencileri, yüzde 35’ini lise öğrencileri satın alıyor. İlköğretim öğrencilerinin kitap alma oranı sadece yüzde 18...
Halbuki ağaç yaşken eğilir. Kitap okuma alışkanlığı küçük yaşta kazanılır. Aile ve öğretmenler bu konuda çocuklara örnek olur...
Olmalı daha doğrusu...
Lakin belli ki olmuyor. Olsaydı, kitap okuma istatistiklerinde yürekler acısı durumlara düşer miydik?
İşin tuhafı yaş küçüldükçe kitap okuma oranı düşüyor kısacası. Oysa okuma alışkanlığı ailede edinilip ilkokulda pekiştirilir. Orta okulda ise geliştirilir. Lise yaşı aynı zamanda iyi bir okuyucu olma yaşıdır.
Halbuki liselilerimiz bir birlerini bıçaklıyorlar. “Öğrenme”nin keyfe dönüşmediği toplumlarda, şiddet, cehaletin göstergesi olarak gelişir...
Bunun önüne geçmek için çocuklara insan olmanın anlamını kavratmak lâzım. Bunu ise en iyi yapacak şey kitaptır. Ama “oku çocuğum” demekle olmuyor. Zaten pek çok aile “yabancı kitap” dediği ders kitabı harici eserlere yan bakıyor...
Zaten ailelerin çoğu televizyon dışındaki dünyaya kapılarını sımsıkı kapatmış durumdalar. Evlere kitap, dergi, gazete girmiyor. Tüm ufukları televizyonun ufkuyla sınırlı... Anne-babasını okurken görmeyen çocuğun “okur” olması çok zor.
Dünyaya geldiğim köy evinde iyi ki kitaplar varmış. İyi ki annem, babam ve ablalarım fırsat buldukça kitap okurlarmış. İyi ki ilkokul öğretmenim Hikmet Bey, henüz üçüncü sınıf çocuğu iken, “Çocuklar, bulduğunuz her boş kâğıdı yazarak, yazılı kâğıdı okuyarak değerlendirin” demiş...
Fakat çocukluğumun dünyasında kitaba ulaşmak, kitapla buluşmak o kadar zordu ki...
Bir gün yerde bulduğum yarım birkaç sayfanın kitabını elde etmek için iki saat yürüyüp ilçeye gitmiş, ilçenin tek kitapçısında aradığım “Sefiller”i bulamadığımda ise müthiş bir hayal kırıklığına uğramıştım. Biz kitabı kovalardık anlayacağınız, şimdi kitap bizi kovalıyor, ama aldıran kaç kişiyiz?
Her konferans sonrasında imzaladığım yüzlerce kitabın kaçının okunacağını, okunanların yüzde kaçının doğru anlaşılacağını düşünmekten kendimi alamam.
Gerçekten de çocukluğum kitapsız bir dünyadır! Kimi kitaplar “sakıncalı” sayılıp yasaklanırken, dini ve millî kültürümüzün kıyısından dahi geçmemiş Batı klâsikleri, hem devlet eliyle basılır, hem de devlet zoruyla okutulurdu.
Arkasından sol yayınlar kitapçı vitrinlerini doldurdu. Onlar da en az Batı klasikleri kadar bize, inancımıza, geleneklerimize, üslubumuza yabancıydı.
Günümüz ise çok farklı: Yayın açısından oldukça zenginiz. Bize bizi anlatan eserlere ömür veren yazarlar yetişti. Bin bir emekle yüreklerini satırlara dökmüşler, beyinlerini kitaba geçirmişler. Dönüp bakmazsak, yazarlar “Niçin yazıyorum” sorusunu kendilerine sormak zorunda kalırlar. Ve beyinsel gelişme tıkanır. Bugünü bile mumla ararız.
Elbette kötü gazete, kötü dergi, kötü kitap da var. Ama şükür, iyileri de az değil. Bu durumda bize “iyi” ile “kötü” arasında doğru tercih yapmak kalıyor...
Tüm hayatımızda zaten bu tercihin içinden geçmiyor muyuz?
•
Kıble eksenli gazeteler, dergiler, kitaplar yayınlanmasaydı; radyolar, televizyonlar, eğitim kurumları açılmasaydı, dindar sermayedardan ve entelektüelden yakınma hakkımız doğardı...
Medya ve eğitim gibi son derece önemli alanlara neden girmediklerini sorgulardık...
Bir bakıma hesap sorar, çok da haklı olurduk!
Fakat bizden biri gazete çıkarır, dergi yayınlar, kitap basar almazsak nasıl yaşayacak?..
Radyo kurar dinlemezsek, televizyon kurar izlemezsek, bunlar nasıl gelişecek?..
O zaman “Yürek Adam” dediğimiz “ebedi âbide” nasıl yetişecek?
Yani “pes” mi ediyoruz?
•
Son kitabım “Osmanlı Demokrasisi’nden Türkiye Cumhuriyetine” adını taşıyor. Bu karşılaştırma tam bir “ibret tablosu”... Çünkü bazı insan haklarından Osmanlı döneminde yararlandığımız kadar yararlanamıyoruz! Kitabı okursanız göreceksiniz ki, demokrasi ve insan hakları konusunda Batı’yı örnek almamıza hiç gerek yoktur. Geleneksel yapımızda insan hakları yeterince mevcuttur. Çünkü insana saygı Kur’an’ın emridir. Osmanlı’nın insana saygısının kaynağı da işte budur.
Çok şükür son kitabım da, diğer kitaplarım gibi, büyük bir satış rakamına ulaştı. Türkiye şartlarında rekor sayılabilecek düzeye çıktı. Üstelik de bazı kitaplar gibi arkasında resmi, yarı resmi yahut gayriresmi hiçbir destek yok. Birileri kamyon kamyon alıp ücretsiz de dağıtmıyor. Kendi gücüyle satıyor.
Kimbilir belki de hayatımızda bir şeyler değişmeye başladı.
VAKİT